Taksim direnişi ve sendikaların durumu

kesk grev

AKP hükümeti, Gezi Parkı’na “Topçu Kışlası”nı yeniden inşa etmek, AVM açmak istiyordu. Başbakan konuşmalarında sık sık böyle olmasını buyuruyordu. Ama her şeyin istedikleri, buyurdukları gibi olmayacağını Gezi Parkı’nda başlayan direniş bir kez daha gösterdi.

Devrimciler, demokratlar, ilerici, aydın ve sanatçılar, bu projeyi istemediklerini başından beri söylediler. Parkın ağaçlarının kesilmesi üzerine çadır kurarak nöbet tuttular. Devletin çadırlara vahşice saldırısı, eylemin rengini de değiştirdi. Bir çevre eylemi olmaktan çıktı, “Hükümet İstifa” sloganlarıyla doğrudan hükümeti hedefleyen bir halk ayaklanmasına dönüştü. Ülkenin dört bir yanında kitleler sokaklara döküldü. “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, sadece ülkede değil, dünyanın birçok yerinde yankılandı. Türkiye topraklarında ilk kez bu denli kitlesel, yaygın, militan bir genel direniş yaşanıyordu. Eksik olan ise, genel grevdi.

* * *

Direnişin yönetim kademesi durumunda olan “Taksim Dayanışma”da bu konu çokca tartışıldı. PDD ve DSB olarak, genel grev kararının alınması üzerinde ısrarla durduk. Bu doğrultuda daha direnişin ilk günlerinde “Halk isyanının zaferi için; GENEL GREV GENEL DİRENİŞ!” başlıklı bildirimiz çıkmıştı. Onu çoğaltıp dağıttık, ozalit, pankart ve duvar yazıları ile, “genel grev” çağrısını her tarafa yaymaya çalıştık.

DİSK ve KESK de bu platformun bileşenleriydi. Bileşenlerden gelen baskı ve kendi üyelerinin de bu yöndeki ısrarı üzerine, genel grev kararını almak zorunda kaldılar. Türk-İş ve Hak-İş ise, zaten tavrını hükümetten yana koymuştu. (Türk-İş içindeki, muhalif bir güç olarak ortaya çıkan Sendikal Güç Birliği’nin tavrı ise, içler acısıydı. İsyan ateşi her yeri tutuşturmuşken, Güç Birliği adeta kabuğuna çekilmişti. Direniş boyunca yaptıları tek eylem biçimi, “duran insanlar”a katılmak oldu!)

DİSK ve KESK, söylemde iki kez genel grev kararı aldılar. Ama ikisini de toplasan, ortada bir grev görünmüyor. Yani “dostlar alış-verişte görsün” misali kararlar oldu bunlar.

İlkinde (4 Haziran) KESK bir günlük grev yaparken, DİSK iki saatlik grev yaptı. KESK’in zaten direniş başlamadan önce kendi sorunları için yapmayı planladığı bir günlük “iş bırakma” kararı vardı. Bunu bir gün öncesine çekerek DİSK’le birleştirdiler ve belli bir kitle ile Taksim’e yürüdüler. İkincisinde ise (17 Haziran) her iki konfederasyon tam gün grev kararı aldılar. Fakat bu, adeta eylemi bitirmeye dönük bir karara büründü.

Oysa KESK, Taksim alanına yapılan saldırıdan sonra, “bir kez daha saldırı olursa, 240 bin üyemizle üretimi-hizmeti durdurur, sokağa dökeriz” gibi iddialı bir çıkış yapmıştı. Benzer şekilde DİSK de hükümeti uyarmıştı. Fakat bırakalım üretimi-hizmeti  durdurmayı, işyerlerine tebligat bile göndermedikleri açığa çıktı. Grev kararı, sadece kamuoyuna yapılan duyuru ile sınırlıydı, üyelerine doğrudan bir duyuru yapılmamıştı. Böyle olunca sokağa çıkanlar da temsilcilerle, yöneticilerle sınırlı kaldı. Vali ile anlaşıp, belli bir noktaya kadar yürüdükten sonra, eylemi bitirdiler.

* * *

Grev, işçi ve emekçi memurların en etkili silahlarından biridir. DİSK ve KESK’in 17 Haziran’daki grevi ise, etkili bir silah olarak değil, direnişi etkisizleştirmek için kullanılmıştır. Ve bunu bizzat bu konfederasyonların yönetimi yapmıştır.

Nasıl mı? İşyerlerine tebligat göndermeyerek, üyelerine bildirmeyerek, her tarafta Taksim’e akın akın yürüyüşler yapılırken, militan sokak eylemleri sürerken, devletin izin verdiği yere kadar yürüyüp, sonra da çekip giderek…

Grev silahının içi bu denli boşaltılırsa, inandırıcılığı ve yaptırım gücü de kalmaz. Burjuvaziyi korkutmaz, üyelerine ve genel olarak kitlelere güven vermez. Bugüne dek “genel grevin koşulları yok” diyerek, bu karardan hep uzak duruldu. Fakat Gezi Parkı ile başlayan genel direniş günlerinde, koşullar son derece elverişliydi. Diğer taraftan bu sendikaların üyeleri de olan işçi ve emekçiler, zaten direnişin içindeydiler. Fakat gündüz çalışıyor, akşamları alanlara çıkıyorlardı. Bulundukları yerlerde protesto eylemlerine katılıyor, çatışmalara giriyorlardı. Ama bunu örgütlü oldukları sendikalar aracılığıyla değil, bireysel olarak yapıyorlardı. Daha da önemlisi, direnişi işyerlerine taşıyamamış oluyorlardı.

DİSK ve KESK başta olmak üzere genel olarak sendikaların kan kaybettiği bir gerçektir. Devlet, yasalarıyla, yalan ve demagojileriyle işçi ve emekçileri sendikasızlaştırmak, örgütsüzleştirmek için elinden geleni yapmıştır, yapmaktadır. 12 Eylül öncesi, sendikalı sayısı 5 milyonu aşkınken, şimdi toplam sendikalı oranı 800 bin civarındadır. Aradan geçen 30 yıl boyunca işçi ve emekçi sayısının ikiye katladığını da düşünürsek, yaşanan gerilemenin devasa boyutu ortaya çıkar.

Fakat ortaya çıkan bu tablodan, sendika yöneticileri de sorumludur.

Mücadeleyi geriye çeken pasif tutumları, örgütlenmede gösterdikleri isteksizlik, kendiliğinden direnişe geçen işçilerle bile yeterince ilgilenmemeleri, devletle ve patronlarla kurulan yakın ilişkiler vb. işçi ve emekçileri sendikalardan soğutmaktadır.

Diğer yandan genel işçi-emekçi sayısı ile kıyaslandığında sınırlı bir üyeye sahip olmalarına karşın, bu sınırlı üyeleri harekete geçirmek için gereken çabayı da göstermezler. KESK, bırakalım 240 bin üyesini, bunun onda birini bile greve katmamıştır. DİSK için de aynı şey fazlasıyla geçerlidir. 17 Haziran günü İstiklal’de toplanan KESK kortejinin sayısı bin civarında iken, Şişli’de toplanan DİSK’in sayısı 500 kadardı. Kaldı ki, bunların ezici çoğunluğunu devrimcilerin ve örgütsüz kitlelerin katılımı oluşturmuştu. Ve o kitle, polis barikatlarının önünde beklerken, onları orada bırakıp gittiler.

* * *

Tarihi bir süreçten geçiyoruz. Kitleler tarih yazıyor. Kendi gücüne güven duygusunu yaşıyor, moral üstünlüğü ele geçiriyor. Ama işçi sınıfı bu büyük direnişe, sendikalarıyla örgütlü olarak katılamıyor.

İşçi sınıfının örgütlü katılımında ve genel grevde yaşanan bu eksiklikler, direnişin geleceğini de belirliyor. İşçi sınıfının dahil olmadığı bir direnişin başarı şansı sınırlıdır çünkü. Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Bırakalım gerilere gitmeyi, Arap halkının isyanında da bunu somut olarak görürüz. Tunus’ta, Mısır’da, işçi sınıfının genel greve çıkarak, bu isyana güç vermesiyle, 40 yıllık diktatörler devrildi.

Ülkemizde yaşanan genel direnişe de işçi sınıfı, genel grev silahıyla katılsaydı, hiç kuşkusuz direnişin boyutu ve sonuçları, çok farklı olurdu. Dahası, işçi ve emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi gelişir, bundan sonraki muharebelere daha farklı girerlerdi. Bu eksiklik, hala yakıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir.

Hiç kuşkusuz bu durumun yaşanmasında komünist ve devrimcilerin sınıfla bağlarındaki zayıflık, belirleyici bir faktördür. Fakat bu bağın gelişmesi de böylesi anlarda doğru kararlar alıp, yerinde inisiyatifler koymaktan geçmektedir.

Devrimci, demokrat öncü işçiler, temsilciler, şube başkanları, daha fazla öne çıkmalı, bu görevi omuzlamalıdırlar. İnisiyatifli davranıp sendikalarına ve grev kararlarına sahip çıkmalıdırlar. Her tarafta isyan ateşlerini yanarken, grev komiteleri oluşturmak, grev silahını devreye sokmak, bir zorunluluktur artık. Ve bunu başarmak da eskisi gibi zor değildir. Yeter ki, koşulların değiştiğini görelim, daha inisiyatifli ve aktif olalım!

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …