Haziran direnişi ile birlikte Kemalizm ve Kemalistler (ulusalcılar) yeniden tartışılmaya başlandı. Özellikle Kürt hareketinin, “ulusalcılar”ın varlığını gerekçe göstererek direnişe mesafeli yaklaşmaları, konuyu güncel hale getirdi ve ön plana çıkardı.
İşin bir yönü, Haziran direnişinde “ulusalcılar”ın ne kadar etkin olduğu ve böyle bir etkisi olsa bile, direnişe yaklaşımın kriteri haline getirilip getirilmeyeceğidir. Diğer bir yönü ise, Kemalizmin Türkiye sol hareketinde halen varolan etkileri ve ona karşı verilmesi gereken mücadeledir.
Bunun için Kemalizmin ortaya çıkış koşullarına, sınıfsal ve siyasal kökenine, “kurtuluş savaşı”ndan “TC” kurulduktan sonraki dönemine ve resmi bir ideoloji haline getiriliş sürecine kadar evrimini ortaya koymakta yarar vardır.
Her ne kadar AKP Hükümetinin ikinci döneminden itibaren (2007 sonrası) İslamcı kesimlerin giderek daha açıktan Kemalizm eleştirileri olmakla birlikte, Kemalizm TC kurulduğundan bu yana devletin resmi ideolojisidir. Özellikle 12 Eylül dönemi, bunun ifrada vardırıldığı bir dönemdir. Öyle ki, üniversitelerde bile “Atatürkçülük ve İnkilap Tarihi” dersi, bütün bölümlerde okutulması gereken “zorunlu ders” olmuştur.
Son yıllarda Kemalistlerin muhalefete düşmesi, hatta “Ergenekon”, “Balyoz” adı altındaki yargılamalarla itibar kaybına uğramaları, ne Kemalizmi ne de savunucularını farklı kılar. Bugün uluslararası planda ABD-AB karşıtı olmaları ve AKP Hükümetine karşı muhalefetleri, onları “anti-emperyalist” ya da “ilerici” yapmaz. Sağ ya da sol versiyonları olmakla birlikte Kemalizm, her dönem Türk milliyetçiliğinin ana damarıdır. Bu milliyetçilik, içeride ezilen ulus ve topluluklara karşı şoven bir karakter taşır. Özellikle içte ve dışta savaşın yoğunlaştığı dönemlerde, bu şoven karakter daha baskın bir hal alır.
Ülkemizde şovenizmin etkisinin bu kadar güçlü olmasında, Kemalizmin sol-devrimci hareketlere kadar uzanan etkisinin rolü büyüktür. Kimi zaman artan, kimi zaman azalan, fakat bugüne dek devam eden bu etkinin varlığı bile, Kemalizmi başlı başına ele almayı gerektirmektedir. Türkiye devrimci hareketinde süren etkisinin tarihsel kökleri ve Kemalizmin evrimi, bugünü ve bugünün tartışma konularını çözümlemede bize ışık tutacaktır.
Kemalizmin ortaya çıkışı, kökeni
Kemalizm diye bir ideolojinin olup olmadığı bile tartışmalıdır. Elbette bir burjuva ideolojidir, onun Türk versiyonudur. Türk ticaret burjuvazisinin temsilcisi olarak ortaya çıkmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da emperyalizme bağımlı işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarı olarak varlığını sürdürmüş, onun ideolojik dayanağı olmuştur.
Kemalizmin kurucusu, ona ismini veren Mustafa Kemal olarak gösterilir. Oysa bu akımın yaratıcıları, Osmanlı’nın gerileme yıllarında (19. Yüzyılın sonu) kurulan İttihat Terakki Cemiyeti’dir (İTC) ve ulusal kurtuluş savaşına da İTC kadroları öncülük etmiştir. M. Kemal, ancak savaşın ilerleyen döneminde ve TC kurulduktan sonra kendi hakimiyetini kurmayı başarır. Fakat sadece kadrolar yönüyle değil, ideolojisi, programı ve yöntemleriyle de İTC’nin devamcısıdır. O yönüyle Kemalizmin asıl ideolojik kaynağını İttihat ve Terakki’nin oluşturduğunu, onun da askeri olarak Enver Paşa, siyasi olarak da Talat Paşa ile cisimleştiğini söyleyebiliriz.
İdeoloji, bir dünya görüşü demektir. Yeni bir ideolojiyi oluşturduğunu iddia eden liderlerin de görüşlerini ortaya koydukları eserleri bulunur. Teorik-felsefi altyapısı buralarda ifade edilir. M. Kemal’in tek kitabı “Nutuk”tur, onu da TC kurulduktan sonra 1927 yılında TBMM kürsüsünden okumak üzere kaleme almıştır. Resmi tarih yazıcıları, Atatürk’ün bu eksikliğini bile bir üstünlük gibi göstermeye çalışırlar. Onu diğer liderlerden farklı kılanın, “önce yapmak, sonra yazmak” olduğunu söylerler. Oysa bir dünya görüşü olmadan ne savaşmak mümkündür, ne de uygulamak…
Kuşkusuz Atatürk’ün de bir dünya görüşü vardır; o dünya görüşü İTC içinde şekillenmiş milliyetçi burjuva görüştür. Fakat bu geçmişini ısrarla saklar. “Nutuk”ta da sadece 1919-1923 yıllarının bir dökümü vardır. Kaldı ki bu döküm bile, ulusal kurtuluş hareketinin birçok komutanı-yöneticisi tarafından yalanlanmıştır. Gerçekte Atatürk’ün “Nutuk”la yaptığı, kendi resmi tarihini yazmaktır. Ulusal kurtuluş savaşının başarısını kendi hanesine yazmak, “tek adam” olmaktır.
Oysa İttihat ve Terakki’nin bu direnişin tohumlarını, 1919’dan çok önce attığına dair veriler vardır. İTC, 1915’te Çanakkale’nin İngiltere ve Fransa tarafından ele geçirileceği düşünülerek, o yıllardan itibaren Anadolu’da direniş odakları yaratmaya girişmiştir. Örneğin, Osmanlı Hükümetini Konya’ya taşıyarak, direnişi Anadolu’dan sürdürme planı, İTC liderlerince daha Çanakkele savaşı sürerken hazırlanmıştır.
1918’de Mondros Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, Ermeni soykırımı nedeniyle galip emperyalistlerin yargılanmasından korkan Talat, Enver ve Cemal Paşa, Almanlarla birlikte kaçarlar. Fakat ITC tabanı, orduda ve devlet bürokrasinin hemen her kademesinde varlığını korumaktadır. Dahası Enver Paşa, İstanbul’dan kaçmadan önce, dönemin polis örgütü “Teşkilat-ı Mahsusa”yı Anadolu’da gizli silah depoları kurmaları için görevlendirmiştir. Bu teşkilatın üyeleri, silahlı gerilla grupları ile ilişkiye geçer ve gayri-müslim azınlıklara dönük katliamlar yaparak, mülklerine el koyarlar. Ayrıca İTC liderleri, Mondros Anlaşması’ndan haftalar önce “Karakol” adında gizli bir örgüt kurmuşlar ve bu örgütü direnişe para ve silah sağlamakla görevlendirmişlerdir. Yanı sıra politik faaliyetleri yürütmek için Müdafaa-i Hukuk Dernekleri kurmaya başlanmıştır. 1918 yılından sonra adeta tabela değişikliğine gidilmiş, İttihat ve Terakki’nin yerini Müdafaa-i Hukuk almıştır.
Ulusal kurtuluş savaşına örgütlü bir şekilde katılanlar, Müdafaa-i Hukuk Dernekleri ve ordu hiyerarşidir. Bunların içinde İTC’nin önemli bir etkisi vardır. Osmanlı ordusu yenilmiştir ama hiyerarşisi yıkılmamıştır. En güçlü birlik ise, Anadolu’da konuşlandırılmış olan ve 30 bin askerden oluşan 15. Kolordu’dur. Bu kolordunun komutanı ise, İTC üyesi olan Kazım Karabekir’dir. Kazım Karebekir’in katılımıyla ulusal kurtuluş hareketi 30 bin kişilik bir orduya sahip olur. Sadece o da değil, ordu içindeki birçok subay, kurtuluş savaşına doğrudan katılmışlardır ve bunlar, İTC’nin iktidarı döneminde yetişmiş subaylardır.
Bizzat Mustafa Kemal’in kendisi de İTC üyesidir. Hatta 1908’de meşruiyetin ilanına katılan İTC’nin temel kadrolarından biridir. Sonrasında TC’nin başbakanlığını da yapacak olan Fethi Okyar, M. Kemal’in “İTC’nin askeri kilit kadrolarından biri” olduğunu söyler. Keza İsmet İnönü “Hatıralar”ında, Atatürk’ün İTC içindeki yerini şöyle anlatır: “İTC içinde Atatürk, Fethi Bey’le birlikte bir grup teşkil ederdi. Trablusgarp Harbi sırasında Enver Bey, Fethi Bey ve M. Kemal beraber bulundular… Muharebeden sonra, bizzat Enver Paşa’dan Atatürk’ün kendi yanında iyi hizmet ettiği, iyi kumandanlık yaptığı, muvvaffak olduğu sözlerini işitmişimdir… Enver Paşa ile aralarında hiçbir zaman münakaşa geçtiğini sanmıyorum.” İnönü, aynı eserinde, kendisinin de İTC üyesi olduğunu ve daha o yıllarda İTC yöneticileriyle olan ilişkilerini anlatır. (İnönü-Hatıralar, sf 148-149)
Musatafa Kemal’in İTC’nin Selanik Şubesi’nin 320 nolu üyesi olduğu, bu şubenin diğer üyeleri tarafından ilan edilmiştir. İTC’den ayrıldığında dair ise herhangi bir belge bulunmamaktadır. Fakat M. Kemal’in yer yer İTC liderleri ile görüş farklılığı olabilir. Zaten İttihat Terakki (Birlik ve İlerleme) kendi içinde hiziplerin bulunduğu bir teşkilattır. Öyle ki, merkezi yönetimi Alman emperyalizmi ile işbirliği yaparken, İngiltere ile işbirliğini savunan kadrolar da vardır.
Sonuç olarak başta M. Kemal olmak üzere, ulusal kurtuluş savaşının yöneticileri, kadroları, İTC’nin üyeleridir. Sadece kadroları yönüyle değil, projeleri, siyasi amaçları yönüyle de Kemalistler, İTC’nin mirasını devralmıştır. Anadolu’yu çeşitli ulusal toplulukları imha ya da asmile ederek Türkleştirme, bir “milli burjuvazi” yaratma, yeni bir Türk alfabesi oluşturma, kadınların siyasal hayata katılımını sağlama, varolan yasaları modernleştirme gibi konular, İttihat Terakki tarafından ortaya atılmış ve bu doğrultuda adımlar da atılmıştır.
Resmi tarih ne kadar aksini söylese de, Kemalistlerin İttihatçıların devamcıları oldukları, tüm verilerle kanıtlanmış durumdadır. TC kurulduktan sonra da bu kadrolar önemli mevkilerde varlıklarını sürdürdüler. Fakat zaman içinde Atatürk, bu kadroların önemli bir kısmını tasfiye ederek kendi hakimiyetini kurdu. “Karakol” gibi doğrudan İTC tarafından kurulan kurumları, sonrasında feshetti. Çünkü bunların, kendi otoritesine meydan okuyabileceği korkusunu hep yaşadı ve bu tür yapıları-kadroları süreç içerisinde tasfiye ederek kendi iktidarını sağlamlaştırdı.
Bütün bunlardan çıkan sonuç; ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik eden, ordu, devlet bürokrasisi ve elitist aydınlardan oluşan kadroların, büyük oranda (subayların yüzde 93’ü, bürokratların yazde 85’i) İTC kökenli olduğudur. İTC iktidarından TC’nin kuruluş aşamasına kadar amaçları, gayrimüslimlerin oluşturduğu “komprador burjuvazi”nin tasfiyesi ve bunların yerine Türk burjuvazisinin geçirilmesiydi. TC kurulduktan sonra bu amaç hasıl olacak ve “komprador burjuvazi”nin yerine işbirlikçi Türk burjuvazisi alacaktı.
Kemalistlerin başarısında
Ekim devriminin rolü
Türkiye’de ulusal kurtuluş savaşının ve onun başını çeken Kemalistlerin zaferi, büyük oranda elverişli dış faktörlerin üzerinden gerçekleşmiştir. Elbette içte emperyalist kuşatmaya ve işgale karşı bir tepki vardır ve çeşitli yerlerde milis tipi örgütlenmelerle gerilla savaşları başlatılmıştır. Örneğin Yunan ordusunun işgaline karşı en büyük savaşı, Çerkez Ethem komutasındaki “Kuvvay-i Seyyare”nin verdiği bilinmektedir. Keza Anadolu’nun birçok yerinde oluşan milisler, işgale karşı direnişe geçmişler, çeşitli gerilla taktikleriyle savaşmışlardır. Fakat savaşın kaderini belirlemede, başta 1917’de Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi olmak üzere, dünyanın içinde bulunduğu durum, büyük bir rol oynamıştır.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşmasında Ekim devriminin belirleyici rolü, sadece doğrudan para ve silah yardımları ve destekleriyle sınırlı değildir. Başta Avrupa olmak üzere dünya işçi ve emekçilerinin mücadelesine, ulusal kurtuluş hareketlerine esin kaynağı olması ve bunların emperyalistleri zor durumda bırakması, kendi aralarındaki çelişkileri keskinleştirmesi gibi gelişmeleri yaratarak dolaylı etkileri olmuştur.
I. emperyalist savaştan “itilaf devletleri” olarak bilinen İngiltere, Fransa ve İtalya galip çıkmıştı. Fakat İngiltere, savaş sonrası birçok sorunla karşı karşıyaydı. Ekim devriminin ardından başta Hindistan olmak üzere birçok sömürgesinde grevler, gösteriler, isyanlar gerçekleşiyordu. Sadece sömürge ve yarı-sömürgelerde değil, Avrupa’nın değişik ülkelerinde ve bizzat İngiltere’de de ayaklanmalar yaşanıyordu. Diğer yandan İngiltere, müttefikleri Fransa ve İtalya’ya verdiği vaatleri tutmak zorundaydı. Fransa ve İtalya, başta Osmanlı dahil, savaşta elde edilen bölgelerden pay bekliyorlardı. İngiltere, aldığı toprakları müttefikleri ile nasıl bölüşeceği konusunda sorunlar yaşıyordu.
Aralarında ilk gerginlik, Osmanlı’nın yenilgisinin kesinleştiği anda başladı. İngiltere, müttefiklerinden hızlı davranıp 1918 yılında Osmanlı ile Mondros anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmaya göre, İngiltere, herhangi bir tehdit sözkonusu olduğunda Osmanlı’nın stratejik bölgelerini işgal edebilecekti. Fransa ve İtalya, Osmanlı’nın en önemli bölgelerinin İngiltere’ye kalacak olmasından rahatsızdı. Kendi aralarında yapılan anlaşmaya göre Anadolu’nun bir kısmı İtalya’ya verilecekti. Fakat İtalya, İngiltere’ye güvenmiyordu, 1919’da Antalya’ya çıkarma yaptı ve orada bir üs kurdu. İngiltere, İtalya’nın İzmir’e doğru ilerleme planlarını durdurmak için Yunanistan birliklerini İzmir’e gönderdi. Yani Yunanistan’ın Ege bölgesini işgaline start verdi.
Yunanistan’ın bu işgali, Anadolu’da direniş hareketinin büyümesini tetikledi. İşgale karşı olan tüm güçleri birleştirdi ve ulusal kurtuluş savaşının başarısına giden yolun başlangıcı oldu. Aynı zamanda İngilizlerin planlarını da boşa düşürdü.
İngiltere, savaşın askeri galibi olarak, ganimetin de en büyüğünü kapmak istiyordu. Mondros anlaşması ile, istediği yeri işgal etme hakkını elde etmişti. Ortadoğu’da yaklaşık 2,5 milyon askeri bulunuyordu. (Bunun 500 bini Türkiye’deydi.) Fakat askerler, savaş sonrası eve dönmek için isyan ettiler. Ordunun bir milyonu aşkın kısmı Hindistanlıydı, onların önemli bir bölümü de Müslümandı. Bunlar, o dönem tek bağımsız müslüman devlet olan Osmanlı’ya karşı savaşmak istemiyorlardı. Böylece, İngiltere, 1919’un ortalarında Osmanlı’yı işgal eden birliklerin üçte ikisini geri çekmek zorunda kaldı. Ve Mondros anlaşması ile elde ettiği ayrıcalığı fiilen kullanamaz hale geldi. O yüzden de donanması aracılığıyla İstanbul ve kıyılarını kontrol etmekle yetindi.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Serv anlaşması, başta İngiltere olmak üzere emperyalistlerin ganimet bölüşümüdür. Ancak kendi aralarındaki çelişkiler o kadar keskindir ve hep daha fazlasını elde etme çabası o kadar baskındır ki, bu anlaşma da iç çekişmeleri bitirememiştir.
Özcesi, İngiltere’nin I. emperyalist savaştan galip çıkmasına rağmen, elde ettiği büyük pastayı yiyemeyecek kadar güçten düşmesinde, hem kendi ülkesindeki işçi ve emekçilerin grevleri, ayaklanmaları, askerlerin isyanları, hem de başta Hindistan olmak üzere sömürge ülkelerindeki halk hareketleri, belirleyicidir. Bunda da Ekim devriminin rolü tartışılmaz.
Ama bu dolaylı etkiden çok daha fazlasını, doğrudan yardımlarla sunmuştur yeni kurulan Sovyet Hükümeti. Sağlanan destek, resmi tarihin itiraf ettiğinin çok üzerindedir. Kemalistler de, Rus Bolşeviklerinin desteğini alabilmek için az uğraşmamışlardır. Yaklaşık bir yıl süren görüşmelerin ardından Mart 1921’de imzalanan Moskova Anlaşması ile verilen yardımın miktarı ve zamanlaması, kurtuluş mücadelesinin kaderini belirleyecek kadar kritik önemdedir.
Sovyetler Birliği, Ankara Hükümeti’ne 10 milyon altın ruble sözü vermiş ve bunun 5 milyonu Temmuz 1921’deki Yunanistan saldırısından önce ulaştırılmıştır. Bununla da kalmayarak, 45 bin 181 tüfek, 96 top, 166 bin 910 top mermisi, 52 bin 599 kutu çeşitli tüfek cephanesi ve dürbünden uçak moturuna kadar askeri mühimmat gönderilmiştir. O günkü değere göre, sağlanan mali yardımın 80 milyon TL olduğu söylenmektedir. Buna karşılık Ankara Hükümeti’nin 1920 bütçesi, yaklaşık 63 milyon TL, 1921 bütçesinin 79 milyon TL’dir. Savunma bütçeleri ise 1920’de 27,5 TL, 1921’de 54 milyon TL civarındadır. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin iki yıldan az bir sürede sağladığı maddi yardım, bir yıllık bütçeye veya iki yıllık savunma bütçesine eş değerdir. (Rakamlar Stefanos Yerasimos tarafından verilmiştir.)
Yine Yerasimos’un verdiği rakamlara göre, Sakarya Meydan Savaşı’nda Türkiye’nin elinde bulunan 54 bin 572 tüfeğin, 30 bin 083’ü; kullanılan mermilerin yarısı; ağır makineli tüfeklerin dörtte biri ve topların üçte biri Sovyetler Birliği’nden gelmiştir.Yunan saldırısı öncesinde Türkiye’ye ulaştırılan bu silahlar, silah bakımından çok daha güçlü olan Yunanistan ile Türkiye arasındaki bu eşitsizliği büyük ölçüde gidermiş ve işgalin Sakarya’da durdurulmasını sağlamıştır.
Sovyet Rusya’nın, yani sosyalist bir devletin, başını M. Kemal’in çektiği Türk ulusal mücadelesine bu yardımları, tartışılan, hatta kimilerince eleştirilen bir konudur. Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyet Hükümeti’nin M. Kemal ve arkadaşlarının burjuva karakterini bilmemesi düşünülemez.
Esasında anti-emperyalist mücadelelerin desteklenmesi, ilkesel olarak Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinde kabul edilmiştir. Fakat dönemin kendine özgü koşulları da böyle bir desteği zorunlu kılacaktır.
Avrupa’dan devrim umudunu yitiren Bolşevikler, o yıllarda gelişen ulusal kurtuluş hareketlerine daha fazla dikkat kesildiler. Asya, Ortadoğu ve Afrika’da yükselen ezilen halkların mücadelesi, Sovyet devrimini tehdit eden emperyalistlerin gücünü zayıflatacaktı. Türkiye de bunlardan biriydi. Hem de SB’nin yanıbaşında bir ülke olması ve boğazlardan dolayı son derece stratejik bir konumdaydı. O yıllarda İngiltere, emperyalist kampın başında yer alan en güçlü emperyalistti. Öyle ki, dünyanın dörtte birine hakimdi. İngiltere’ye vurulacak bir darbe, sosyalizmin yararına olacaktı. Ayrıca bu yardımların karşılığı olarak boğazlardan geçiş hakkı almayı da başaracaktı.
Eylül 1920’de Bakü’de gerçekleşen “Doğu Halkları Kongresi”nde Türkiye ile ilgili alınan kararlar, SB yönetiminin, Kemalistlere ihtiyatlı yaklaştığını da ortaya koyuyor. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak Kongre sonrasında Mustafa Suphi’nin başını çektiği bir grup komünist, Kars’tan Türkiye’ye giriş yaparlar. Amaçları, ulusal kurtuluş savaşına doğrudan katılmak ve onu, sosyalizmi hedefleyen anti-emperyalist demokratik bir halk devrimine dönüştürmektir. Kars’tan Erzurum’a oradan da Ankara’ya geçmek isterler. Fakat Erzurum Valisi, M. Kemal ile görüşerek grubu Trabzon’a gönderir. Oradan zorla gemiye bindirilirler ve 28 Ocak 1921’de denizde öldürürler. (*)
Bu katliam, Kemalistlerin Bolşevik bir devrimden duydukları büyük korkuyu gösteren, aynı zamanda emperyalistlere kendilerinden korkmamalarını hatırlatan, burjuva karakterlerini net biçimde ortaya koyan, sınıfsal yapılarına uygun bir davranıştır.
Bununla birlikte Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşının başarısı, İngiliz emperyalizmini sarstı. Hatta Britanya İmparatorluğu için sonun başlangıcı oldu. Gerek İngiliz işçi ve emekçilerinin artan mücadelesi, gerekse diğer sömürgelerindeki ayaklanmalar, İngiltere’yi Türkiye karşısında geri adım atmak zorunda bıraktı. Yoksa İngiltere Başbakanı Llyod George ve Churcill, Boğazları Türkiye’ye vermemek için savaşmaktan yanaydılar. Fakat savaşın ağır yükünü çeken işçi ve emekçiler, Britanya ordusundaki askerler, yeni bir savaş istemiyorlardı. Savaşa devam etmek, İngiltere açısından çok daha büyük güçlükler yaratabilirdi. I. emperyalist savaşı uzatma pahasına ele geçirdikleri Boğazları, Türkiye’ye bırakmak zorunda kaldılar.
Kemalistler, işte bu uygun dış koşulların da yardımıyla zaferi kazandılar. Bunda en önemli etken, Ekim Devrimi’nin maddi desteğinin yanısıra, devrimin yarattığı etkiyle tüm dünyada artan ayaklanmalar ve emperyalistlerin devrim korkusudur. Türkiye’yi tümden kaybetmemek için, Kemalistlerin iktidara gelmesine göz yumulmuşlar; Bolşevik bir devrim tehlikesine karşı Kemalistleri yeğlemişlerdir.
TC kurulduktan sonra Kemalistlerin icraatları
Sınıfsal olarak ulusal kurtuluş savaşının temel gücünü, geniş köylü yığınları, şehir küçük burjuvazisi oluşturuyordu. Türkiye işçi sınıfı da bu savaşa aktif olarak katıldı. Emperyalist işgal, Türkiye işçi ve köylülerinin, Türk ve Kürt emekçilerinin omuzlarında yükselen dişe diş bir mücadele ile söküldü.
Buna karşılık Türkiye işçi sınıfı, nicel bakımdan zayıf, dağınık ve örgütsüzdü. O zamana kadar birçok mücadelelerden, sayısız grev deneyimlerinden geçmişti, fakat devrime önderlik edecek sınıf bilincine ve bunun gerektirdiği örgütlenmeye sahip değildi. Emekçi köylülük ise bilinçsizliği ve dağınıklığı yanında, zaten bağımsız önderlik yeteneğine sahip olamazdı. İşçi sınıfının ve emekçi kır ve şehir küçük burjuvazisinin bu durumundan yararlanan ve Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlık milliyetlere mensup emperyalizmin işbirlikçisi büyük ticaret burjuvazisinin yerini almak isteyen Türk ticaret burjuvazisi, kendi hegemonyasını kolayca gerçekleştirebildi.
Türk ticaret burjuvazisinin çıkarları için mücadele eden Kemalistler, sadece emperyalistlerin işgaline ve onlarla işbirliği yapan azınlık burjuvazisine karşıydı. Fakat bu bile sınırlı bir nitelik taşıyordu. Daha ulusal ayaklanma zafer kazanmadan, işgalci emperyalistlerle uzlaşma girişimlerinde bulundular. 1920 yılında İtalya, 1921 yılında Fransa gibi işgalci emperyalistlere, 1923 yılında Amerikan emperyalistlerine çeşitli imtiyazlar tanıdılar. Önderliğin burjuva sınıf karakteri, emperyalizme ve feodalizme bağlarının yanında, daha baştan itibaren devrim korkusuyla hareket etmesi nedeniyle, ulusal kurtuluş savaşı cılız bir anti-emperyalist nitelik taşımaya mahkumdu.
Emperyalizme karşı ulusal mücadelenin zaferi sonucunda emperyalist işgal kırıldı. Türkiye bunun sonucu olarak siyasi bakımdan bağımsızlığını kazanmış oldu. Mutlakiyet, Sultanlık ve Halifelik yıkıldı. Çöken ve parçalanan Osmanlı Devleti’nin yerini, Anadolu üzerinde kurulu Türkiye aldı. Kemalist hükümet, üstyapı alanında kökleri olmayan, burjuva nitelikli bir dizi reform yaptı.
Bunlar eskiye nazaran ileriye dönük adımlardı, ancak son derece sınırlıydı ve tamamlanmamış bir burjuva devrim adımı olarak kaldı. Ulusal kurtuluş savaşı işçi ve köylülerin, Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden emekçilerin omuzlarında yükselmişti fakat savaş sonrası, onların payına düşen yine yoksulluk, zulüm ve katliam olmuştu.
Devrim korkusuyla hareket eden Kemalistler, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletmekle kalmayıp, Komünist Partisi’nin faaliyetlerini yasakladılar, sendikaları kapattılar. Emekçi halk çoğunluğunun yaşam koşullarını iyileştirici hiç bir şey yapılmadı. TC kurulduktan sonra, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirici herhangi bir gelişme yoktur. Başta Kürtler olmak üzere ezilen uluslar ve ulusal topluluklar üzerindeki baskı ve asimilasyon politikaları daha da arttırıldı. “Güneş Dil Teorisi”, “Türk tarih tezi” gibi uyduruk tezlerle herkes Türk sayıldı, PanTürkizm yeniden hortlatıldı. Patlayan Kürt isyanları vahşi bir şekilde bastırıldı.
Keza yoksul köylüye ne toprak ağalarının toprakları, ne de hazineye ait topraklar dağıtıldı. Bir toprak reformu bile yapılmadı. Aksine toprak ağalarının toprakları 1923’ten sonra daha da genişledi. Çünkü TC kurulduktan sonra iktidarı ele geçiren Türk ticaret burjuvazisi, toprak ağaları ile ittifak yaptı. Zaten daha kurtuluş savaşı döneminde başlayan emperyalizmle uzlaşma girişimleri, iktidara geldikten sonra işbirliğine dönüştü ve gerici bir iktidar haline geldi.
Kemalist önderliğin dayandığı sınıfsal yapı, emperyalist işgale karşı çıkma ile aynı zamanda uzlaşma eğilimini içiçe bulunduruyordu. Onların asıl sorunu, azınlık burjuvazisininin elinde biriken sermayeyi devralmaktı. O yüzden emperyalizmle işbirliğini ve yarı-feodal sömürücü sınıflarla ittifakı sürdürdü. Emperyalizmle ekonomik ilişkileri, eski imtiyazları, borçları, radikal bir şekilde tasfiye yoluna gitmedi. Tersine emperyalist yabancı sermayeye davetiye çıkardı. Böylece Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren oluşan emperyalizme bağlı yarı-sömürge yapı da korunmuş oldu.
Ekonomik bağımsızlıkla birleştirilmeyen “siyasi bağımsızlık” tırnak içinde kalmaya mahkumdur; ekonomik bağımlılık kaçınılmaz olarak siyasi bağımlılığı getirir. Nitekim daha sonraki bütün gelişmeler bunu kanıtlamıştır.
Kemalist yönetim, Halifelik ve Sultanlığın kaba feodal ideolojisi ve siyasetinin yerine, burjuva-feodal yapıyı getirdi. “Batılılaşma”, “medenileşme” adı altında işçi sınıfına ve emekçi yığınlara karşı, emperyalizmin, burjuvazinin sömürücü sınıfların çıkarları doğrultusunda bir rota tutturdu.
İşçi sınıfı ve halk yığınları üzerinde sömürüsünü yoğunlaştıran Kemalist iktidar, özellikle 1925 sonrasında faşistleştirme çabalarını hızlandırdı. Tek parti diktatörlüğü aracılığıyla siyasi tekelini korumaya çalıştı. Grevler yasaklandı. Dernek ve sendikal alanda saldırılar birbirini izledi. Kürt ulusunun ayaklanmalarının kan ve zulümle bastırılması, sıkıyönetimin ilanı ve “İstiklal Mahkemeleri”nin kurulması takip etti.
Faşistleştirmede atılan adımlar, Mussolini faşizmi ile bazı bakımlardan benzerlik taşıyordu. Korparativizme başvurarak, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” demagojisiyle, burjuva toprak ağası diktatörlüğünü gizlemeye çalışıyordu. Kemalist partinin tüm meslek gruplarını temsil ettiği propaganda ediliyor ve buna uygun örgütlenmelere gidiliyordu. İşçi ve patron çatışmalarına “tarafsızlık” maskesiyle müdahale ediyor, bu yolla durduramayınca, onu terörle bastırma yolunu tutuyordu. Kapitalistlerle işçilerin ortak siyasi, mesleki örgütlenmesi, “sınıf işbirliği” demagojisi, o dönemde dünyada faşist hükümetlerin ve hareketlerin başta gelen silahıydı.
1929 kapitalist dünya bunalımı, diğer yarı-sömürge ülkeler gibi Türkiye’yi de kıskacı altına aldı. Burjuvazi ve toprak ağaları, bunalımın faturasını işçi sınıfına ve yoksul halk yığınlarına ödetmek için, her türlü tedbire başvurdular. Devletçiliğe yöneldikleri bu yıllarda “iktisadi müdahale” siyasetiyle, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüyü katmerlendirdiler, büyük karlar elde ettiler.
Dünya kapitalist bunalımının ağır koşulları nedeniyle, bu dönemde emperyalizmin Türkiye’deki vantuzları zayıflamıştı. Emperyalist sermaye, Türkiye’ye yatırım yapmaya pek fazla rağbet etmiyordu. Sermaye birikiminde cılız olan burjuvazi, dış kredi imkanlarından da büyük ölçüde yoksun olunca, devletçiliğe yönelmek zorunda kaldı. Sömürünün yoğunlaştırılması için faşist terör, servet yığmanın başlıca aracı olarak kullanıldı. Türkiye ölçülerine vurulduğunda olağanüstü bir gelişme ritmi gösteren sermaye birikimi, şehir ve kır yoksul kitlesinin proleterleşmesine, şehirlere akın eğilimine yol açıyordu.
Başta Almanya, İtalya olmak üzere emperyalist devletler yeni bir emperyalist savaşa hazırlanıyordu. Tüm dünyada yaygınlaştığı gibi, Türkiye’de faşizm açık ve belirgin bir durum kazanmıştı. Art arda geliştirilen faşist yasalar, özellikle faşist Mussolini’nin ceza kanunundan alınan 141-142. maddeleri ile tamamlandı. İçteki faşist zorbalık, dışta Alman faşizmine yakınlaşmayla tamamlanıyordu. Tıpkı birincisinde olduğu gibi, Türk egemen sınıfları bir kez daha Almanya ile flört ediyor ve sosyalist SSCB’ye karşı Almanya’nın yanında saf tutuyordu.
* * *
İkinci emperyalist savaşın arifesinde, 10 Kasım 1938 tarihinde Kemalizmin kurucusu M. Kemal, yaşamını yitirdi. Fakat Kemalizm bu devletin kurucu ideolojisi olarak varlığını sürekli korudu. Bu süre boyunca rakip klikleri tasfiye etmeyi başaran M. Kemal, “tek parti diktatörlüğü” ile, işçi ve emekçileri baskı altında tutarken, burjuvaziye büyük karlar kazandırdı. Savaş döneminde ise uygulanan “savaş ekonomisi” ile yeni savaş zenginleri türeyecekti. Sonrasında “tek parti”den, “çok partili rejime” sözde geçilecek, ama on yılda bir gerçekleşen askeri darbelerle, bu sözde demokrasi bile işletilemeyecekti.
Sonuçta 2000’li yıllara kadar kaç darbe, kaç hükümet değişse de, iktidarın sınıfsal yapısı özsel olarak değişmedi ve Kemalizm, bu iktidarın yüzünü perdeleyen bir ideoloji olarak sürekli kullanıldı. Resmi ideoloji olarak sadece okullardaki eğitimde değil, her tür burjuva araçla kitlelerin beynine zerk edildi. Bu ideolojik bombardıman, uzun yıllar Türkiye devrimci hareketini de etkisine altına aldı.
Son 10 yıldır AKP gibi dinci-gerici bir partinin hükümet olması, bu kez “laiklik” vurgusu ile Kemalizmi yeniden “sol” kesimlerde popüler hale getirdi. Önümüzdeki sayıda, Kemalizmin Türkiye devrimci hareketine etkileri ve bunun günümüze dek uzanan evrimi üzerinde duracağız.
Sürecek