Erdoğan’ın ayağını kaydırmaya yönelik 17 Aralık operasyonunda en önemli unsur, elbette ki, Haziran Ayaklanması sırasında yaşadığı güç ve prestij kaybıydı. Kitle desteğini kaybeden ve yıpranan Erdoğan, emperyalistler ve işbirlikçileri açısından artık miadını doldurmaya başlamıştı. Bu duruma, AKP’nin son dönemde üstüste binen ve “haddini aşan” dış politika hamleleri de eklenince, ABD’nin sabrı taşmaya başladı. Zaten Haziran’da “kadük” duruma düşen, kalan günleri sayılan Erdoğan, ABD’nin Ortadoğu politikalarına ters düşmeye başlayınca, bardak taştı, operasyon başladı.
Neydi bu dış politikada ABD’nin tepki gösterdiği unsurlar?
Birincisi; Türkiye’nin Suriye politikası, “kraldan çok kralcı” bir tutumla, ABD’nin hedeflerini aşan bir çizgi izlemeye başlamasıdır. Mesela ABD “Esad’lı çözüm” konusunda giderek daha esnek bir politikaya geçerken, hatta bazı ABD’li yetkililer “Esad en iyi alternatif” diyecek kadar çaresiz bir duruma düşmüşken; Erdoğan, “Esad mutlaka gidecek” diyor. ABD, Öcalan ve PKK üzerinden Suriye Kürtlerini de kazanmaya çalışıyor; buna karşın Erdoğan, El Kaideci çetelerin PYD ile savaşması ve yoketmesi için uğraşıyor. ABD, El Kaide gibi radikal islamcı unsurların Suriye’deki rolünü zayıflatmak, asıl olarak daha “laik-batı yanlısı” güçlerle (ÖSO’nun çoğunluğu) Esad’a karşı iktidar savaşını yürütmek istiyor; Türkiye ise, El Kaidecilere kendi topraklarında üs ve her türden lojistik olanağı veriyor, güçlenmelerini sağlıyor.
El Kaideci çetelerin, Antep’te karargahları, Hatay’da üç noktada istihbarat üsleri bulunduğu biliniyor. Cihatçıların Suriye’ye giriş rotasının Türkiye üzerinden geçtiği biliniyor. Suriye ve Katar’dan gelen silah ve para’nın Türkiye tarafından El Kaidecilere ulaştırıldığı da biliniyor. El Kaide, Konya’da sanayide havan mermisi üretip tırlarla Suriye’ye taşıyor. El Kaidecilerin Suriye’de gerçekleştirdiği katliamlar açığa çıkıp radikal-islamcı cihatçılar dünya kamuoyunda teşhir oldukça, Erdoğan’a dönük eleştiriler de artıyor. Artık emperyalist ülkelerdeki çeşitli kesimlerden Erdoğan’a “pişman olacak”, “frankeştayn yarattı” türü uyarılar açıkça geliyor. Keza ÖSO, sadece Esad’a değil, Esad’dan ele geçirilen bölgelerin hakimiyeti için El Kaide’ye karşı da savaşmak zorunda kalıyor.
Bugün ABD’nin güçlendirip Esad’ın üstüne saldığı ÖSO, savaşma gücünü her geçen gün kaybediyor, silah-yiyecek-teçhizat stoklarını El Kaideci cihatçılara kaptırıyor ve hatta El Kaide’ye karşı Esad ile birlikte savaşmayı savunan çatlak sesler çıkıyor. ABD ise, Suriye’de yönetimin El Kaideci’lere geçmesinden öylesine tedirgin oluyor ki, Esad’ın devrilmesi planından bile vazgeçerek, Esad’ın cihatçıları yenmesini istiyor.
İkincisi, İran’a uygulanan ambargo, Türkiye tarafından deliniyor; İran’la kurulan ilişki, ABD’nin uyarısına rağmen derinleşiyor.
Türkiye’de 2010 yılından bugüne kadar 2 bin 116 İranlı şirket kurulmuş. Oysa 1954 yılından 2010 yılına kadar kurulan toplam İranlı şirket sayısı sadece 1514. Son üç yılda iki kat artan şirketler, İran’a dönük ambargoyu deliyor. Kullanılan en etkili yöntem ise, doğalgaz karşılığında altın ticareti yapmaktır. Türkiye, doğalgazın parasını TL olarak İran’ın Türkiye’deki hesaplarına yatırıyor; İran hükümeti de, bu parayla altın alarak kendi ülkesine götürüyor. Bu alışveriş genel olarak Dubai üzerinden yapılmış. Ayrıca, kara para transferi için yasal altyapı da 2010 yılında oluşturulmuş. AKP, 29 Aralık 2010 tarihinde Resmi Gazete’de, “külçe altından verginin kaldırıldığı” kararını yayınlatarak İran’la bu ilişkinin zeminini yaratmış.
17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonunda, bunun yöntemlerine ilişkin epeyce veri çıktı ortaya. Mesela bu ticaretin, ABD’nin denetim sisteminin dışındaki tek banka olan Halkbank üzerinden yürütülmesi sözkonusu. Keza, protokolde Erdoğan’dan sadece birkaç sandalye ileride oturacak kadar koruma altında olan İranlı Reza Zarrab (Türkçeleşen adıyla Rıza Sarraf), altın ihracatını gerçekleştiren en önemli isim. Ve bu ihracat, kayıtdışı ekonominin en pervasız yöntemleriyle gerçekleştiriliyor. 2013’ün ilk günlerinde İstanbul’da bir uçakta 1,5 ton kaçak altın yakalanmıştı, 18 gün boyunca uçak bekletilmiş, ancak rüşvetlerin devreye girmesiyle, uçak kaçak altınıyla birlikte Dubai’ye uçmuştu. Uçaktaki “işadamı” ise, Zarrab’ın İran’daki ortağı Babek Zencani’ydi.
Bu tarzda altın ihracatının Türkiye’ye bir faydası daha vardı. Altın satışı, doğalgaz alımından ayrıldığında, Türkiye’nin altın ihraç ettiği yanılsaması ortaya çıkıyor, bu da ihracat rakamlarını yükseltiyordu. Böylece genel olarak ekonomik veriler, olduğundan çok daha iyi görünüyordu. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizi perdelemenin araçlarından biri olmuştu bu ilişki.
Geçtiğimiz aylarda ABD birçok defa Türkiye’yi, ambargoyu delmekten vazgeçmesi ve bu ilişkiyi bitirmesi konusunda uyarmış, ancak AKP hükümeti bunu dikkate almamıştı.
Üçüncüsü; Erdoğan son dönemde giderek artan bir biçimde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne alınma talebini dile getiriyordu. En son Kasım ayının sonunda Rusya’ya yaptığı ziyaret sırasında gündeme geldi bu talep. Erdoğan, doğrudan Putin’e, Şanghay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) önemsediklerini ve girmek istediklerini tekrarladı.
ŞİÖ’nün kurucuları Çin, Rusya Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan. Sonrasında Özbekistan da katıldı. İran, Moğolistan, Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Türkmenistan ise gözlemci üye olarak ŞİÖ içinde yeralıyorlar. Bu ülkelerin herbiri, ABD ile sorun yaşayan, farklı güç odaklarına dayanmak isteyen ülkeler. Sonuçta ortaya çıkan birlik, hem insan gücü hem de ekonomik kapasitesiyle, batılı emperyalist dünyada oldukça kaygı uyandıran bir güce ulaşmış durumda. Birliğin askeri olarak da NATO’ya alternatif olma çabası sürüyor.
Türkiye ise, bu birliğe 2000’lerin başından beri bir biçimde istemesine rağmen alınmıyor, gözlemci olmasına bile izin verilmiyor. Özellikle Çin, Türkiye’yi “güvenilmez” olarak tanımlıyor. Türkiye’nin ABD’nin savaş politikalarına entegre olması, “Ergenekon” operasyonu ile “Avrasyacılar”a darbe vurulması gibi unsurlar, Çin’in de Rusya’nın da Türkiye’ye karşı temkinli olmasına neden oluyor. Erdoğan ise, özellikle ABD ile ilişkilerinin sancılı hale geldiği her dönemde, bir alternatif olarak ŞİÖ’yü yeniden gündeme getiriyor. Böylece ABD’ye karşı pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor.
Dördüncüsü; ABD’nin kesin vetosuna rağmen, Çin’den dev bir hava savunma sistemi alımı konusunda, Çinli firma CPMIEC ile anlaşma yapılmasıdır. Bu durum, ABD’yi fazlasıyla tedirgin eden unsurlardan biridir. Çünkü bu anlaşma ile Çin, ilk defa bir NATO ülkesine gelişmiş savunma sistemi sağlamış olacak. Zaten Çin basını, bu anlaşmayı “yeni bir dönem başlıyor” olarak duyurdu.
Teknolojik silahlar, kendilerine yüklenen programlar nedeniyle “dost-düşman” ayrımı yapabiliyor, yazılımın değiştirilmesiyle “dost-düşman” tanımını da değiştirebiliyor. Çin aynı füze sistemini İran, Kuzey Kore ve Suriye’ye de satıyor. Bu durumda, Türkiye mesela İran’la bir savaşa giriştiğinde füzeler İran’ı “düşman” olarak tanımlamadığı için; ya da tersten, ABD’nin füze sattığı İsrail’i “düşman” olarak tanımlayacağı için ciddi sorunlar çıkacak. ABD, Türkiye’nin Çin’den füze savunma sistemi almasını, üstelik bu sistemi ABD’den alınan füze savunma sistemine entegre edeceğini açıklamasını, ABD doğrudan kendisinin Ortadoğu’daki savaş politikalarına karşı büyük bir tehdit olarak gördü. Ve tek başına bu füze sistemi anlaşması bile, Erdoğan’a tepki göstermesi için önemli bir sebep oluşturdu.
Üstelik bu arada, Türkiye’nin ABD’den helikopter satın alması ile ilgili sözleşme, Türkiye’nin “sanayi katılımı” adı altında fahiş destek payı belirlemesinden dolayı bir türlü imzalanamıyor. Böylece helikopter satışı gerçekleşemiyor. Türkiye bu konuda adeta, Çin ile olan ilişkisini, ABD’ye karşı bir dayatma ve pazarlık unsuru olarak kullanıyor.
Beşincisi, Irak merkezi hükümetinin ve ABD’nin karşı çıkışına rağmen, Güney Kürdistan petrolünün Türkiye’ye satılması için Barzani ile anlaşma yapılmasıdır.
Kasım ayının son günlerinde, Barzani’nin Türkiye ziyareti sırasında Kürdistan-Türkiye arasında petrol anlaşması imzalandı. Buna göre, Kürdistan’dan Türkiye’ye uzanan petrol boru hattı tamamlanmak üzereydi ve tamamlandığında, ilk olarak günde 400 bin varil ihraç edilecek, hızla kapasite günlük 1 milyon varile çıkarılacaktı. Boru hattında sevkiyat tam kapasiteye ulaştığında, taşınacak petrolün yıllık değeri, 38 milyar dolara ulaşacak.
2013’ün Ocak ayında, Kürdistan’dan Türkiye’ye tankerler yardımıyla petrol ihracatına başlanmıştı. Ancak tankerle yapılan miktar çok sınırlı kaldığı için, petrol boru hattı inşaatı gündeme geldi.
Kürdistan petrolü, Irak merkezi yönetimiyle Kürdistan arasındaki en önemli sorunlardan biri. Çünkü Irak’taki toplam petrolün en büyük kısmı Kürdistan topraklarında bulunuyor. Ve Kürdistan yönetimi, petrol anlaşmalarını tümüyle kendi kontrolünde tutmak istiyor. Zaten Irak yönetimi, anlaşmaya ilk tepkisini, Kuzey Irak hava sahasını Türk uçaklarına kapatarak gösterdi. Bu yasak, tam da Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Erbil’e yapacağı ziyaret öncesinde gündeme gelmişti. Arkasından Irak Ulaştırma Bakanı, “Türk Enerji Bakanı önce Bağdat’a gelmeli, ardından Kürdistan’a gidebilir” açıklamasını yaptı. Irak, petrol anlaşmasını onaylamadığını, anlaşma hayata geçerse tutumunun sert olacağını göstermiş oldu.
ABD’nin tutumu ise, bu konuda, merkezden yana. Çünkü Irak’ın bölünmesi, bölgede Şii etkisini güçlendirecek bir unsur olduğu için, ABD Irak’ın bölünmemesi konusunda çok kararlı. Merkezi yönetimi buna ikna etmede en önemli unsur da, Kürdistan petrolünün (Irak Anayasası’nda yazdığına uygun olarak) merkezi hükümetin tasarrufunda olması. Yani petrolle ilgili anlaşma yapma hakkı merkezi hükümette olacak, Kürdistan ise satıştan payını alacak. Üstelik petrol hakimiyeti uğruna bütün Ortadoğu’yu kana bulayan ABD, Irak petrolünün tek bir litresinin bile kendi kontrolü dışında pazara sürülmesini istemiyor. Irak’la bir petrol anlaşması yapılacaksa, bunun merkezi hükümetle ve kendi petrol şirketlerine kar getirecek biçimde yapılmasını dayatıyor. Yani, Erdoğan ile Barzani’nin imzaladığı anlaşma, hayata geçmeyecek olması bir yana, ABD’yi daha fazla kızdırmaktan başka bir işe yaramadı.
Altıncısı, Mısır’da Müslüman Kardeşler’e (MK) verilen destek, doğrudan ABD karşıtı bir pozisyona bürünmeye başladı. Bugün emperyalist ülkeler genel olarak Mısır’daki darbeyi kabullenmiş görünüyorlar. Hatta müslüman ülkelerde de genel olarak artık darbenin üstüne gitmeyen, yeni yönetimle ilişki kuran bir tablo var. Sadece AKP, MK’yı, üstelik tüm kesimleri karşısına almaktan çekinmeden, savunmaya devam ediyor. Üstelik, büyükelçisinin Mısır’dan kovulması pahasına. En son MK’nın Türkiye’de “Rabia” adlı bir televizyon kanalı kurduğu, bu kanalın yayına başladığı ve verdiği vaazlarla sürekli katliam çağrısında bulunan İhvan liderinin artık bu kanal aracılığıyla sesleneceği duyuldu.
Yedincisi, Erdoğan ve Türkiye artık “ılımlı İslam dünyasının model lideri-ülkesi” olarak Ortadoğu’ya pazarlanamayacak kadar yıprandı. 11 Eylül 2011 saldırılarından bugüne, ABD’nin başlattığı her savaş radikal islamcıların güç kazanmasına neden oldu. Afganistan, Pakistan gibi dinci-gerici ülkeler bir yana, Tunus gibi, Libya gibi İslam dünyasının görece “modern-laik” ülkeleri bile, radikal islamcı yönetimlere, şeriatçı anayasalar mahkum oldular. Toplamda dinci gericilik arttı, müslüman ülkelerin çoğu “bir adım sağa” geçti. Dinci gericilik, birçok yerde anti-ABD’cilikle aynı anlama geldi.
ABD’nin hedefi ise, radikal islamın karşısına “ılımlı islam” modeliyle çıkmak, kendi kontrolüne alamadığı bu aşırı dinci tabloya bir alternatif yaratabilmekti. Erdoğan’a biçilen rol buydu, bu doğrultuda palazlandırıldı. Ancak bugün Erdoğan, iç politikada “laik-batılı” yaşama sürekli darbeler vuruyor; türbanı ilkokullara sokmaktan içki yasağına, “kızlı-erkekli evler”den kadına dönük politikalarına kadar her alana müdahale ediyor ve dinci gericiliği güçlendiriyor. Dış politikada ise genel olarak radikal İslamın sözcülüğünü üstlenmiş durumda. Mısır’da, Suriye’de, Libya’da, Tunus’ta en gerici kesimlerin yanında yer alıyor, onları destekleyen açıklamalar yapıyor. Son olarak Bangladeş’te, radikal dinci bir örgüt liderinin idamı öncesinde, Erdoğan şahsen devreye girerek idamı durdurmaya çalışmış, Bangladeş yönetiminin de tepkisini çekmişti. Bu tablo, ABD’nin “ılımlı islam” projesinin çöküşünü de tanımlıyor.
Hegemonya savaşını kaybetmek
Doğrudan ABD’den icazet alarak seçilen Erdoğan’ın bugün içinde bulunduğu durum çarpıcıdır. Birçokları bunu, “Türkiye’nin ABD uşağı olduğu, hizadan çıkanların da hemen yine ABD tarafından hizaya sokulduğu” yolundaki görüşlerinin doğrulanması olarak yorumlayacaktır. Ancak gerçek durum bu değildir.
En başta, gerçekte Türkiye, ABD uşağı bir ülke olsa ve ABD etkisi bu kadar tartışmasız olsa, “hizadan çıkmak” bu kadar kolay ve bu kadar boyutlu bir hal almazdı. İşler bu kadar çığırından
çıkmadan önce ABD resti çeker, Erdoğan’ın “hizadan çıkma” “girişimleri”ni anında cezalandırırdı. Yerine birini bulmak da son derece kolay olurdu. Oysa yukarıda koyduğumuz tablo, birçok yönden üstüste binen, uzun yıllara dayanan (1 Mart 2003’te, meclisteki tezkere görüşmelerini ve Irak savaşı sırasında Türkiye’nin tutumunu da katabiliriz bu tabloya) ve çok yönlü bir aykırı duruşu göstermektedir. Üstelik bu kendi içinde, ABD’nin füze savunma sistemini Malatya’ya kurmak gibi kritik ABD işbirlikçisi adımların da olduğu çelişkili bir süreçtir.
Sen bozacaksın oyununu bezirganın Yalanın, dolanın, paranın, Üstüne oynanan kumarın Biraz daha doğrulsan yerinden Evinden çıkıp yürüsen Üstüne üstüne karanlığın. Berrin Taşan |
Ayrıca, “Ergenekon” adı verilen kapsamlı bir operasyonla “Avrasyacılar”a ciddi bir darbe vuran, adeta ayaklarını kesen de yine Erdoğan hükümetidir. Yani Erdoğan’ın ABD’den uzaklaşıp Çin ya da Rusya’ya yanaştığını söylemek de aynı derecede zordur.
Aslında sorun tümüyle ABD’nin şu anda içinde bulunduğu durumdan kaynaklanmaktadır. ABD dünya üzerindeki hegemonyasını kaybetmiştir; bu nedenle en sadık uşakları bile ona karşı çıkma gücünü bulabilmektedir. Venezüella gibi geçmişte doğrudan ve mutlak ABD işbirlikçisi olan ülkelerde, köklü bir yönetim değişikliğinin ardından bu durum ortaya çıkarken; Türkiye gibi zaten farklı emperyalistlerle tarihsel bağları olan, burjuvazisinin farklı emperyalistlerle olan ilişkilerine göre kliklere ayrılmış olduğu ülkelerde, aynı yöneticilerin değişken-farklı tutumları rahatlıkla görünebilmektedir. Bugün yaşadığımız da budur.
Dünya genelindeki hegemonya savaşında, 2000 yılından bu yana bütün taşlar yerinden oynamıştır. Eğer hegemonya değişikliği, kısa bir süre içinde ve mutlak bir tarzda (klasik I. ve II. Emperyalist savaşlar gibi) gerçekleşmiş olsaydı; yeni hegemonyanın kurulduğunu, taşların da yer değiştirerek başka yerlere oturduğunu söyleyebilirdik. Oysa emperyalist paylaşım savaşı (biraz da Çin’in “savaş sanatı” yöntemlerinden dolayı) zamana yayılmış bir yıpratma savaşına dönüşmüş durumdadır ve hegemonyanın yeni sahibini netleştirecek nihai çarpışmayı kademeli olarak ertelemektedir. Bu durumda “taşlar havada”dır, nereye oturacakları ise belirsizdir. Başta Türkiye olmak üzere, birçok bağımlı ülke “belirsizlik” olarak gördükleri bu durumdan “faydalanma” çabasına girişmişlerdir.
Erdoğan’ın da yaptığı her hamle, “sahipsiz” görünen “pasta”dan kendi payını artırma çabasıdır. Biraz da “köylü kurnazlığı” yaparak, her bir emperyalistle kurduğu ilişkiyi, başka emperyalistle pazarlık yapmada kozunu artırma unsuruna çevirmeye çalışmaktadır. Böylesi geçiş dönemlerinde oldukça fazla olan boşluklardan yararlanarak, kendine çıkar alanları yaratmaya çalışmaktadır. Irak petrollerini ele geçirmek için tüm dünyayı karşısına alarak bir savaş vermiş olan ABD’nin üzerinden atlayarak, Barzani ile petrol anlaşması yapabileceğini düşünmek, tam da buna örnektir.
Ancak Erdoğan’ın hesaba katmadığı iki unsur var: Birincisi, Türkiye emperyalist bir ülke değildir; bu nedenle emperyalistler arası hegemonya savaşında onları atlayarak kendi hegemonyasını kurması mümkün değildir. Buna uygun ekonomik altyapısı yoktur. İkincisi, ABD emperyalizmini karşısına alması, doğrudan Çin ve Rusya’nın kendisine kucak açmasıyla sonuçlanmaz; tarih o kadar kolay temizlenmez, onların güvensizlikleri o kadar kolay giderilmez.
Aslında ABD burjuvazisinin kendi içinde de klik çatışmaları vardır ve bir kesiminin Erdoğan’a desteği sürmektedir. Ancak Erdoğan sözkonusu olduğunda, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden daha önemli bir unsur devreye girmiştir: Kitlelerin gücü! Erdoğan’ın ayağını kaydıran asıl unsur ABD destekli cemaat değil, ‘Haziran Ayaklanması’dır. Kitle desteğini kaybetmiş, kitlelere teşhir olmuş hiçbir diktatör, emperyalistlerin tercihi olamaz.
II. Emperyalist savaş günlerini yaşamamış bizler için, Hitler ağzından salyalar akıtarak sağa sola bağıran bir karikatürden ibarettir. Onun yazdığı kitaptan fiziksel özelliklerine kadar her yönüyle dalga geçilir, “bu karikatür adam, milyonlarca insanı nasıl etkilemiş” diye şaşılır. Oysa yükseliş döneminde Hitler, bütün Avrupa’yı “fethetmiş kudretli bir önder” gibi görünmektedir. Ta ki sosyalist Sovyetler Birliği’ne çarpana kadar…
Son 12 yılda, Erdoğan yağcıları, onun “meziyetlerini” öven, ondan “Ortadoğu’nun lideri” olarak sözeden sayısız aydın, siyasetçi çıkmıştır. Oysa sonradan dönüp bakıldığında, görülecek olan şey, benzer bir karikatür olacaktır.