Ekonomi nereye

kemer-sikma

17 Aralık yolsuzluk operasyonunun ardından, bir anda ekonomik verilerin tepetaklak olduğu bir döneme girdik. Doların hızlı tırmanışı, borsanın değer kaybetmesi vb unsurlar, “piyasaların operasyona refleksi” olarak yorumlandı, hatta neredeyse ekonomideki inişin nedeni olarak, yolsuzluk operasyonu gösterildi. Oysa durum tam tersiydi. Operasyon, krizin görünür hale gelmesini sağlamıştı; gerçekte ekonomik krizin ciddi belirtileri, bir süredir kendisini hissettirmekteydi. Devletin ağzından, Türkiye ekonomisinin en parlak dönemini yaşadığı, sağlam altyapısı sayesinde hiçbir krizden etkilenmeyeceği demagojileri peşpeşe sıralanırken; gerçekte içten içe krizin etkileri büyümüştü. Ekonomik kriz, giderek güçlenen bir siyasi krizin de temel nedeni ve zeminiydi. İktidar dalaşı, bu durumu açığa çıkaran bir patlama noktası oldu.

 

Kurdaki artış ne diyor

Kurdaki artış, bunun göstergelerinden biri. Aslında doların tırmanışı, ABD Merkez Bankası’nın Mayıs 2013’te yaptığı, gevşek para politikasını sıkılaştıracağı, faizi artıracağı açıklamasının ardından başlamıştı. Türkiye’deki sıcak para bu dönemde yavaş yavaş çıkmaya başladı. Öyle ki, bu açıklamadan bir ay önce, Nisan 2013’te borsada ve bankalarda 166 milyar dolar yabancı yatırım varken, 2 Ağustos’ta yabancıların yatırımı 141.5 milyar dolara kadar düştü. Bu çıkışı artıran önemli bir unsur da Haziran direnişinin yarattığı etkiydi. Haziran direnişi, AKP hükümetinin konumunu sarsmış, yabancı sermaye için Türkiye piyasaları “güvenilir” olmaktan çıkmıştı.

Bu dönemde, bir taraftan dışarı çıkan sıcak paranın dolar talebi, diğer taraftan içerideki “yatırımcı”nın “güvenli liman” olarak dövize sığınması, doların artmasına, TL’nin değer kaybına neden oldu. Dolardaki artış, Mayıs-Aralık 2013 döneminde yüzde 13’e, Ocak 2013’te ise yüzde 20’ye yükseldi. Yani dolardaki artış, 17 Aralık sonrasında hız kazanmakla birlikte, gerçekte yaz aylarında başlamıştı.

Ağustos sonrasında, sıcak paranın dışarıya çıkışı hız kesmedi. Ocak 2014’te, Türkiye’deki yabancı yatırımın (sıcak paranın) değeri 127 milyar dolara kadar düştü. Özellikle 17 Aralık sonrasında, bu paranın çok daha hızlı bir biçimde dışarı kaçış başladı. Ancak sıcak paranın bir kısmı, gitmek istediği halde, zarar etmemek için mecburen kalıyor, doların düşeceği uygun bir fırsatı bekliyor. Yine de, Türkiye’de doların daha da yükseleceği ve geciktikçe daha fazla zarar etme olasılığı, önemli bir kesimin, zarar etme pahasına dolar satın alıp gitmesine neden oluyor. Benzer biçimde doların daha yükseleceği beklentisi, döviz borcu olan özel sektörün de dolar almasına ve vadesi gelecek olan borcu için hazırlık yapmasına yol açıyor. Bu da doları hızla yukarı itmeye devam ettiriyor.

Kurdaki artış, en başta enflasyon anlamına geliyor. Doğalgaz ve petrol başta olmak üzere ithalatı yapılan bütün ürünlerin fiyatının kura bağlı olarak artması, bunun da aşırı zamlar olarak kitlelere yansıması sözkonusu olacak. Keza, konuttan otomotive kadar, ithal hammaddeye dayanarak üretim yapılan bütün sektörlerde de benzer biçimde zam yağmuru başlayacak. Bu zamlar, gıdadan giyime kadar her sektörü etkileyen bir hal alacak.para-basiyor

Diğer taraftan, milli gelirin yarısı kadar borçlanmış bir ülke olan Türkiye’de, 2014’te ödenmesi gereken borç miktarı da kura bağlı olarak yükselmiş durumda. Önümüzdeki 12 ayda yaklaşık 200 milyar dolar, vadesi gelmiş dış borç ödemesi sözkonusu. Bu borcun yaklaşık üçte biri özel sektöre ait. Kurdaki her artış, borç ödemesi için satın alınacak dolar karşılığı verilecek TL miktarını yükseltiyor.

Aradaki fark, şirketlerin “maliyeti azaltma” çabasını; kendi dilimizle ifade edersek, işten çıkarma, daha ağır şartlarda çalıştırma ve ücretlerin genel olarak aşağı çekilmesini getirecek, yani doğrudan işçi-emekçilere yansıyacak. Bu elbette salt özel sektör çalışanlarını etkileyen bir durum olmayacak. İşsizlikteki her artış, yedek işgücü ordusunu büyüteceği için, işten atılma-daha düşük ücretle ve daha yoğun çalışma baskısı ile tüm işçi ve emekçileri kapsayacak.

 

Bağımlı ekonomi nereye kadar

ABD’nin en önemli bankaları arasında yer alan Morgan Stanley, Ağustos 2013’te Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye’yi, dış sermaye akışına bağımlı olmaları sebebiyle “Kırılgan 5’li” olarak tanımlamıştı. Ağustos ayı aynı zamanda, yukarıda belirttiğimiz gibi Türkiye’den sıcak para çıkışının hız kazandığı bir dönemdi. Ve sıcak paraya bağımlı ekonomisiyle ayakta duran Türkiye’de sarsıntıların başlangıcıydı.

2002 yılından başlayarak AKP döneminde, Türkiye’nin büyüme rakamı, ortalama 4.8 olarak gerçekleşti. Ancak II. Emperyalist savaşın bittiği 1946 yılından 2002’ye kadar olan dönemde, büyüme rakamı ortalama 5’ti. Üstelik buna, ‘70’li yılların büyüme ortalamasını hızla aşağı çeken şiddetli ekonomik kriz dönemleri de dahildi. Yani AKP hükümeti, ekonomi konusundaki bütün gösterişli demagojilerine rağmen, Türkiye tarihinin ortalamasını bile tutturmayı başaramamıştı. Üstelik büyüme rakamları yanıltıcı, çarpıtılmış ve şişirilmiş olmasına rağmen.

AKP döneminin büyüme rakamları, iki yönüyle gerçek dışı ve kağıt üzerindeydi. Birincisi, sanayideki rakamlara, yani gerçek ekonomiye değil, sıcak paraya dayanıyordu. İkincisi, TÜİK marifetiyle ekonomik parametreler sürekli değiştiriliyor, rakamlar farklılaştırılıyor, böylece ekonomi sürekli büyüyormuş gibi bir görüntü yaratılıyordu.

AKP döneminde ekonomideki refah görüntünün altında yatan, ülkeye düzenli para akışının olmasıdır. Bu para akışı en başta özelleştirmeler üzerinden sağlanmıştır. AKP hükümeti döneminde, 12 yılda yapılan özelleştirmeler, TC kurulduktan sonra 2002’ye kadar geçen 75 yıllık sürede yapılan özelleştirmelerin toplamından fazladır. Kamu işletmeleri ve kamu arazileri, burjuvaziye dizginsiz ve pervasız biçimde peşkeş çekilmiştir.

2000’li yıllarda sanayi ve tarım giderek yıkıma uğratılır, kamuya ait son derece önemli sanayi kuruluşları özelleştirilirken, “düşük kur-yüksek faiz” politikası kullanılarak ülkeye getirilen sıcak paranın yarattığı yanıltıcı hava, sanal ve geçici bir refah dönemi oluşturdu. Geniş halk kitleleri giderek yoksullaşmasına rağmen, tüketici kredileri ve kredi kartları pompalanarak iç talep yaratıldı. Borçla tüketim ve ödünç alınmış refah ortamı, AKP’nin ekonomi masallarının gerçek olduğu yanılsamasını yarattı.

Oysa sıcak para, kısa sürede büyük kar elde etmek için gelen paradır; yatırım ya da üretimle ilgisi yoktur. Borsa, tahvil vb.ne para yatırılmakta, faiz vb. rant geliri elde edilmekte, kar oranı düştüğü anda da parasını çekip geriye kaçmaktadır.

Sıcak para, ülkenin ekonomik göstergelerini olumlu düzeylere yükseltmektedir. Ancak bu, “yüksek faizle borç alınmış para”dır aslında. Ve ekonomide yarattığı iyi hava, yatırım yapmak, ülke ekonomisini güçlendirmek için değil, tüketimi artırmak için kullanılmaktadır. Zaten karı riske girdiği anda da sıcak para geri kaçmakta, kaçarken kuru ve enflasyonu yukarı; büyüme rakamlarını da aşağı çekmektedir. Para kaçtığında, geride kalan, enkaza dönmüş bir ekonomidir.

Sıcak para ile yaratılan refah ortamında, ekonomide ve tarımda yaşanan yıkım gözlerden gizlenmektedir. Sıcak paranın gelişi ve düşük kur, ithalatı yerli üretimden daha ucuz hale getirmektedir. Böylece üretmek yerine ithal etmek, ekonominin bağımlılığını artırmaktadır. Türkiye, temel tarım ürünlerinde ihracatçı bir ülke iken, ithalatçı konuma düşmüştür. Pirinç, buğday gibi en temel tarım ürünlerinde, artık ithalata bağımlı haldedir. Tarım dışı alanlarda ise, en çok büyüyen sektör, konut ve bağlantılı sektörlerdir. Mobilya, inşaat gibi sektörlerde bir büyüme yaşanmaktadır. Ancak bu büyüme de yine gerçek refaha değil, borçlanmaya dayalıdır; burada şişen balon, ekonomik krizin temel unsurları arasındadır.

AKP döneminde büyüme rakamlarının gerçekdışı ve kağıt üzerinde olmasının ikinci unsuru, parametrelerin sürekli değiştirilerek, rakamların da farklılaştırılmasıydı. Mesela gelir uçurumu göstergeleri, en küçük birime kadar tek tek hesaplanmalıdır. En zengin ile en yoksul arasındaki fark yüzde 20’lik, yüzde 10’luk, yüzde 5’lik, yüzde 1’lik vb. dilimler halinde hesaplandığında, gelir uçurumunun gerçek durumu ortaya çıkar, en zenginle en yoksul arasındaki gerçek fark somutlaşır. Bu fark, bir yanıyla ülke ekonomisinin, diğer yandan ülkedeki “demokrasinin” göstergesidir. En yoksul yüzde 1 ile en zengin yüzde 1 arasındaki fark, sömürünün boyutunu ortaya koyar. Ancak ülkemizde, son yıllarda gelir dağılımı hesaplamalarında küçük dilimler ortadan kaldırılmış, en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20’nin payı ile sınırlanmıştır. TÜİK’in yaptığı bu müdahale, rakamların yuvarlaklaşmasına, gerçek durumun muğlaklaştırılmasına neden olmaktadır.

Benzer tablo, işsizlik rakamlarından enflasyona kadar hemen her alanda kendini göstermektedir. TÜİK’in enflasyon hesaplamalarında “gofret”, “tahıl cipsi”, “tenis topu”, “pırlanta” vardır mesela, ama işçi-emekçilerin en yaygın ihtiyaç kalemi olan “kurufasülye” yoktur. Üstelik de fiyatı geçtiğimiz günlerde 16 TL’ye dayandığı halde. TÜİK’in hesaplamalarına göre gıda ürünlerindeki enflasyon yüzde 9.7’dir, ancak patatesten pirince, yoğurttan süte kadar halkın en çok tükettiği gıda maddeleri dikkate alındığında, mutfak enflasyonu gerçekte yüzde 16.2’dir.

Ekonomideki bütün rakamlar bize, Türkiye’de son yıllarda büyüyen tek şeyin yoksullaşma olduğunu, sanal refah ortamının ise, emperyalist sermayeye bağımlı olduğunu, bu sermaye ülkeden çekildiği anda yaşanacak yıkımın son derece büyük olacağını göstermektedir.

 

Masalların sonu

İMF’nin Ekim 2013 tarihinde revize edilen World Ekonomic Outlook (Dünya Ekonomik Görünümü) raporunda, Türkiye ile ilgili veriler, tabloyu çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. Rapora göre, İMF’nin 2013 yılı için “yükselen piyasa ekonomileri”nde (ekonomik olarak Türkiye’nin dengi olan ülkeler böyle tanımlanıyor) büyüme hızı tahmini ortalama yüzde 4.5’tir; Türkiye için tahmini yüzde 3.8’dir.

2014 yılında, dünya genelinde büyüme hızının artması beklenmektedir. “Yükselen piyasa ekonomileri”nde beklenti yüzde 5.1’dir; Türkiye için büyüme tahmini yüzde 3.5’tir.

2012 yılında Türkiye’deki büyüme yüzde 2.2 olarak gerçekleşmişti. Yani son üç yılda Türkiye’de büyüme hızı yüzde 3 civarında ve Türkiye tarihindeki genel ortalamanın çok altındadır.

Üstelik bütün bu değerlendirmeler, TÜİK’in “iyimser” (çarpıtılmış) verilerine dayanarak yapılıyor. Tüketici fiyatları artış hızı, bunu daha somut olarak göstermektedir. Asya ülkelerinde bu artış yüzde 5.0’dır. Türkiye’nin 2013 yılı için hedefi 6.8’dir; Kasım 2013 itibariyle gerçekleşmesi yüzde 7.32’dir; yani TÜİK’in resmi rakamlarına göre bile hedef çoktan aşılmıştır.

Büyüme hızından daha önemli olan unsur, büyümenin nereden kaynaklandığıdır. Ülkemizde üretime dayalı gerçek bir büyüme değil, sıcak para girişine dayalı sanal ve kağıt üzerinde bir büyüme olduğunu söylemiştik. 2013 yılında büyümeye üretim açısından bakıldığında, en önemli kalemi inşaat, ticaret dahil bazı hizmetler oluşturuyor. İmalat sanayisi ile tarımın, gerçek ekonomiyi oluşturan üretimin payı giderek azalıyor. İmalat sanayinin GSYH (Gayri safi yurtiçi hasıla) içindeki payı 2000 yılı öncesinde yüzde 24 düzeyinde iken, 2012 yılında yüzde 15.6’ya kadar düşmüştür; 2013 yılında daha da düşeceği beklenmektedir. Tarım sektöründe durum daha da vahimdir. Geçmişte ülke ekonomisinin en önemli kalemini oluşturan tarımın payı, bugün yüzde 7’lere kadar gerilemiş durumdadır. İhracat artışının ve özel sektör makine-teçhizat yatırımlarının büyümeye katkısı yok denecek kadar azdır. 2013 yılında ihracatta artış olmadığı, makina-teçhizat yatırımlarının da azaldığı tahmin edilmektedir.

AKP hükümeti, büyümesini ancak ve ancak dış kaynak girişiyle gerçekleştirmekte, yılda ortalama 40 milyar dolar dış kaynak çekerek bu çarkı döndürmektedir. Ancak bunun da sonuna gelinmiştir.

2008 yılında patlak veren ekonomik kriz öncesinde, bu kaynaklar asıl olarak batılı emperyalistlerden gelmekteydi. Kriz sonrasında, bu kaynaklarda azalma oldu. AKP hükümeti, oluşan açığı kapatmak ve çarkı döndürmeye devam etmek için başka bir yol buldu: Ortadoğu’daki savaş ortamı.

Savaş ekonomisinin rantını yemeye başladı. Kaynak girişinin önemli bir kısmı, İran’ın parasını dünya ekonomisine entegre etmek oluşturuyordu. İran’da zaman zaman gevşeyerek de olsa bir biçimde süren ABD ambargosu, İran’ın petrol satışını da, ticaretini de doğrudan etkiliyor, sınırlandırıyordu. Bu sınırları AKP bozdu. Tonlarca altın ve on milyarlarla ifade edilen döviz kaçak yöntemlerle Türkiye’ye getiriliyor, Halkbank başta olmak üzere çeşitli biçimlerde aklanarak ekonomiye giriyordu. Bu sadece İran ekonomisini değil, Türkiye ekonomisini de rahatlatıyordu.

İkinci ve daha gelişkin kaynak, Suriye savaşı üzerinden oluşturuldu. Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerden ya da doğrudan ABD’den gelen para, Suriyeli muhaliflere Türkiye üzerinden ulaştırılıyordu. Suriyeli radikal islamcı çetelere, sadece silah değil, para da sınırsız biçimde akıtılmaktaydı ve musluğun başını Türkiye tutmuştu. Hatay’da, herhangi bir minübüste ya da markette, Suriye’de savaşmak için gelmiş bir radikal islamcı olduğu belli olan birisinin cüzdanı açıldığında, içinden çıkan tomar tomar dolarların kaynağı belliydi. Ve bu dolarlar, ülke ekonomisine kaçak giren ve ekonomik göstergeleri olumlulaştıran paraydı.

Örtülü ödenekten yapılan harcamalar bile, toplamda ekonomik verilere etkide bulunuyor. Suriye savaşının başladığı 2011 yılından itibaren, Başbakan’ın kontrolünde olan ve hiçbir biçimde hesabı sorulamayan örtülü ödenekten yapılan harcamalarda fahiş tırmanışlar sözkonusudur. 2013 yılında örtülü ödenekten yapılan harcama, 1 milyar 243 milyon TL olarak açıklandı. Tansu Çiller, örtülü ödenekten 5 milyon TL harcama yaptığında eleştirilmişti; şimdi Erdoğan, dizginsiz biçimde bu kaynakları kullanıyor.

* * *

Haziran Ayaklanması, AKP hükümetinin son yıllara damgasını vuran “yenilmezlik” mitini sarsmış, Erdoğan’ın adım adım inşa ettiği “saltanatı”nı altüst etmişti. Bir taraftan kitle üzerinde estirilen terör, bir taraftan burjuva liberal aydınlarla reformistlerin hareketi geriye çeken ideolojik bombardımanı, ama asıl olarak da devrimci-komünist bir önderliğin olmayışı, kurulu düzeni yerle bir edecek hamlenin gelmesini engelledi. Hükümetin istifasından devrime kadar ilerleme potansiyeline sahip olan hareket, somut zafer elde edemeden geriye çekildi.

Ancak Haziran Direnişi, aynı zamanda kriz sonrasında Türkiye ekonomisinde oluşmuş olan kırılganlıkları da tetiklemeyi başardı. Ekonomik krizin etkileri artınca, burjuvazinin kendi içindeki rant kavgası 17 Aralık operasyonuyla patlak verdi.

Ekonomik krizin nedeni, kapitalist sistemin aşırı üretim yasasıdır. Türkiye gibi kendi ekonomik altyapısını kuramamış, sanayi ve tarımda kendine yeterli olmayan, emperyalizme bağımlı ülkelerde, krizin etkileri daha da şiddetli hale gelmektedir.

Bugün burjuvazinin kendi içindeki klik çatışmaları, ekonomik krizin temel nedeni gibi gösteriliyor. Oysa ekonomik kriz, klik çatışmalarını, pazar kavgasını derinleştiriyor. Bu kavga, işçi ve emekçiler sokaklara çıkarak kendi haklarını savunmadığı, kendi kavgalarını vermediği sürece, şu ya da bu kliğin kazanması ya da kliklerin uzlaşması ile sonuçlanır. Ancak işçi ve emekçiler kendi sınıf çıkarları doğrultusunda harekete geçtiklerinde, pervasızca saldıran diktatörlükleri yıkmayı, burjuvazinin iktidarını yerle bir etmeyi başaracaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …