Çalışma Bakanlığı, Ocak 2014 tarihinde çalışan ve sendika üyesi işçi istatistiklerini açıkladı. Resmi gazetede yayınlanan istatistiklere göre, 11 milyon 600 bin 554 işçiden, 1 milyon 96 bin 540 işçi sendika üyesi. Yüzdelik oranla söylersek, çalışanların yüzde 9,45’i sendikalı.
Açıklanan 2014 istatistiklerine göre barajı yeni aşan üç sendika ile birlikte, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK konfederasyonlarına bağlı 46 sendika ile 1 bağımsız sendika barajı aşan sendikalar oldu. Temmuz 2013 istatistiklerinde, 11 milyon 628 bin 806 işçiden, 1 milyon 32 bin 166 işçinin sendikalı olduğu belirtilmişti. Buna göre 2014 Ocak tarihi itibariyle işçi sayısı 28 bin civarında azalırken, sendikalı işçi sayısında 46 bin 374 kişilik bir artış görünüyor. Ayrıca 2014 Ocak ayı döneminde 7 yeni işçi sendikasının daha kurulduğu belirtiliyor.
Bununla birlikte barajı geçen Devrimci Sağlık-İş sendikası, barajın altında gösterilmiş. Oysa Dev Sağlık-İş, bir yetki üzerine Ankara 12. İş Mahkemesi’nde başvurduğunu ve üye sayısının kayıtlara 7899 olarak geçtiğini belgelemiş durumda. Buna göre yüzde 2.81’lik bir örgütlenme oranına sahip ve barajı aşan sendikalar içinde yer alması gerekiyor.
Bütün bu eksik gösterimlere rağmen sendikalı işçi sayısı oldukça az. Bırakalım “kayıtsız çalışan”ları kayıtlı gösterilen çalışanlar içerisinde bile sendikalı olanların oranı çok küçük bir dilimi oluşturuyor. Bu tablo, işçi sınıfının ne kadar örgütsüz olduğunu bir kez daha ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Kaldı ki bu rakamlar, barajın yüzde 1 olduğu dönem için geçerli. Barajın yükselmesi ile beraber, hem barajı aşan sendika sayısı, hem de sendikalı işçi sayısı düşecektir.
Sendikalaşmanın önündeki engeller
Elbette verilen bu rakamlar -özellikle işçilerin sayısı yönüyle- gerçeği yansıtmıyor. Nasıl ki, işsizlik rakamları çarpıtılarak eksik gösteriyorlarsa; enflasyon, rakamsal hilelerle düşük ilan ediliyorsa, şimdi de “çalışanlar” dedikleri işçilerin sayısını eksik gösteriyorlar. Çünkü hesap, sadece kayıtlı işçiler üzerinden yapılıyor. Oysa bu ülkede çok büyük oranda “kayıtsız çalışma” yapılmaktadır. Ve “kayıtsız çalışma” işçilerin sendikal hakkınının gaspı demektir aynı zamanda.
“Kayıtsız çalışma” ile kayda girmeyen milyonlarca işi var. Resmi olarak bile “kayıtsız çalışma”nın yüzde 40 ila 50 civarında olduğu kabul edilmektedir. Yani çalışanların yaklaşık yarısı “kayıtsız” durumdadır. Gerçekte ise bunun daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü kapitalist sistem, “azami kar” esasına dayalıdır. Patronlar, “azami kar” elde etmek için, işçileri sigortasız güvencesiz çalıştırırlar.
Ama bu durum sendikalaşma oranının azlığını ortadan kaldırmıyor. Aksine “kayıtsız çalışanlar” da eklendiği zaman sendikalaşma oranının verilen rakamlardan çok daha düşük olduğu sonucunu doğuruyor.
Peki sendikalı işçi neden bu kadar az?
Elbette bunun başlıca nedeni, devletin sendikalara yönelik saldırılarıdır. Genel olarak örgütlenmeye karşı, özelde ise sendikalaşmaya karşı devletin çok yönlü saldırısı sözkonusudur. Devlet yasaları, yasakları, propaganda araçları vb. ile toplumu örgütsüzleştirmek için yıllardır var gücüyle yüklenmektedir.
Sendikalaşmanın önü de bir dolu yasal engellerle kapatılmış durumda. Bakmayın siz, sendikanın “anayasada bir hak” olarak konulduğuna! Ki anayasaya girmesi için işçi sınıfı geçmiş yıllarda nice mücadeleler vermiş, nice bedeller ödemiştir. Buna karşın diğer haklarda olduğu gibi sendikalaşma hakkı da kağıt üzerinde tanınmış, ancak fiiliyatta bir dizi engelle çepeçevre sarılarak iyice zorlaştırılmıştır.
En başta patronlar, işçilere sendikadan uzak durmalarını telkin etmekte ve işten çıkarma tehdidini savurmaktadır. Bu bir tehdit olmanın da ötesinde yaşanan somut durumdur. Son yıllarda işten atılan ve direnişe geçen birçok işçinin, sendikalaştığı için atıldığı bilinmektedir. Yani sendikalaşmak, işten atılma tehlikesini göze almak demektir.
Bu tehlikeyi göze alarak sendikal örgütlülüğü sağladığınızda ise, karşınıza işkolu ve işyeri barajı dikilir. Sendikanın yetkiyi alması beklenir. Yetkiyi aldınız, bu kez patronların yetkiye itirazı, işkoluna itirazı vb. engeller çıkarılır.
Diğer yandan, esnek çalışma biçimleriyle sendikalaşma oldukça zorlaştırılmıştır. Özelleştirme-taşeronlaştırma saldırısıyla, sendikalı işçi sayısı sürekli düşürülmüştür. Taşeronlaştırma, yoğun sömürünün yanı sıra, işçilerin birlikte hareket etmesini, örgütlenmesini engelleyen en önemli faktördür. Yeni sendikalar yasasından güç alan taşeron şirketler, yaptıkları tek taraflı SGK bildirimlerinde, işçileri ayrı ayrı işkollarında göstererek sendikal örgütlenmeninin yolunu önden kesmektedirler. Bu yüzdendir ki, esnek çalışmanın bir versiyonu olan taşeronlaştıma patronların baş tacıdır.
Kısacası bir işyeri yoktur ki, işçiler sorunsuz bir şekilde sendikalarda örgütlenebilsin; sendikalaşan işçiler, işten atılmasın! Buna rağmen işçiler tüm engelleri aşarak sendikalaşmaya çalışıyor ve sendikalaşma çabası hiç bitmiyor. Ama bu kez de işbirlikçi sendikaların ihanetleriyle karşılaşıyorlar ve sendikalara olan güvenlerini yitiriyorlar.
İşbirlikçi sendikaların rolü
Sendikalaşma oranındaki düşüklüğün bir diğer nedeni de, sendika konferadasyonlarının başına çöreklenmiş işbirlikçi bürokrat sendikacılık anlayışıdır.
Burjuvazi, saldırı cesaretini en çok işbirlikçi sendikacıların tutumundan almaktadır. Bunlar işçi sınıfının mücadele araçları olan sendikaları, burjuvazinin hizmetine sokmuştur. Kendileri de yaşam ve düşünüş olarak işçi sınıfından kopmuşlardır. Sendikaları mücadele aracı değil, para kazanmanın, bir statü elde etmenin, ardından miletvekili olmanın araçları olarak görmektedirler.
Sendikalara ticaret şirketi, üyelere de “müşteri” muamelesi yapıyorlar. Konfederasyon ve genel merkez yönetimlerinde bulunan birçok sendikacı, şirket sahibidir aynı zamanda. Bu bürokratik işbirlikçi anlayış -sınırlı sayıda devrimci demokırat sendikacıları saymasak- neredeyse bütün sendikacılara sirayet etmiş durumdadır. İşyerlerine gidip örgütlenme faaliyetinde bulunmazlar. Kendi çabasıyla örgütlenerek sendikalara gelen işçilerle de ilgilenmezler. Komünist ve devrimcilerin önderliğinde gelişen örgütlemeleri ise hiç istemezler. Devrimcilerin etkisini kırmak için her türlü çabayı sarfederler. Buna patronlarla işbirliği de dahildir. İşçilerin tabandan örgütlenmesine, işbirlikçi sendikacılık anlayışlarını eleştirmelerine, muhalefet etmelerine hiç tahammülleri yoktur.
Toplu sözleşme dönemlerinde ise, çoğu kez işçilerin haberi olmadan imza atarlar. Nerede bir militan mücadele gelişmişse, sendikacılar onu pasifleştirme geri çekme çabasında olmuşlardır. Tekel işçilerinin militan eyleminin nasıl geriye çekildiği, satıldığı hatırlardadır. Nerede bir politik eylem gelişmişse, onu düzen içerisine çekme çabasına girmişler, işçileri uzak tumaya çalışmışlardır. Haziran ayaklanmasında en ilerisinin göstermelik grev kararı aldığı, fakat buna uygun bir pratik sergilemedikleri bilinmektedir.
Sendikacıların bu tutumundan dolayıdır ki, işçilerin sendikalara güveni zayıflamıştır. Sendikalı çalışan ile sendikasız çalışanlar arasında ekonomik ve sosyal haklar arasında farklar da giderek azalmaktadır. Bunlar, sendikaları işçiler için bir “çekim merkezi” olmaktan çıkaran faktörlerdir.
Oysa sendikalar, Marks’ın da belirttiği gibi, “işçi sınıfının örgütlenmesinin odak noktası” olmuşlardır. Sermaye ile emek arasında süregelen günlük savaşın vazgeçilmez araçlarıdır. Ama bugün ne yazık ki, bu misyonun uzağına düşmüşlerdir.
Sınıf sendikacılığını yükseltelim!
Tüm bu olumsuz tabloya rağmen işçilerin sendikalaşma çabası sürüyor. Sendika yönetimlerinin büyük oranda uzlaşmacı, işbirlikçi tutumları, sendikaları işçi sınıfının halen temel mücadele aracı olduğu gerçeğini değiştirmiyor çünkü. Sorun, bir örgütlenme ve mücadele aracı olarak sendikanın kendisinde değil, sendikalara çöreklenmiş olan işbirlikçi yöneticilerde düğümleniyor.
O halde sendikalaşma çabamızı sürdürmeli ve sendikalarımıza sahip çıkmalıyız. Bunun için de tabanda örgütlenmeli, başta işyeri komiteleri olmak üzere çeşitli komiteler oluşturarak sendikalar üzerinde basınç oluşturabilmeliyiz. Ve devrimci işçileri sendika yönetimlerine seçmeliyiz. Sendikaları, sınıfın çıkarlarını savunan, sınıf sendikacılığı yapan kurumlar haline getirmeliyiz.
Diğer yandan örgütlenmemizin önünde bunca faşist yasa varken, mücadelemizi ekonomik mücadeleyle sınırlamak doğru olabilir mi? En ufak bir hak arayışında, karşımıza bu yasalar ve devletin kolluk güçleri çıkıyorsa, ekonomik mücadeleyi siyasal mücadele ile birleştirmek zorunda değil miyiz?
Patronlar karşımıza sınıf olarak çıkıyorlar. Bizde sınıf olarak hareket etmek zorundayız! Sadece kendi patronumuza karşı değil, sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. Hedefimize ücretli kölelik sistemini çakmalı, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak devrim ve sosyalizmle gerçekleşeceğini bilmeliyiz.
Burjuvazi, örgütlülüğümüzden çok korkuyor. Çünkü biliyor ki, örgütlüysek güçlüyüz ve herşeyiz, örgütsüz isek, hiçbirşey! O halde her biçimde örgütlenmeli ve korkularını gerçek kılmalıyız!