KIZILDERİLİLER TOPRAKLARINI İSTİYOR

 kizilderili

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak.”

 

Amerika kıtasının asıl sahipleri Kızılderililer, ABD yönetimine başkaldırdılar. 150 yıl önce atalarının ABD ile imzaladığı anlaşmaları 19 Aralık 2007 tarihi itibarıyla feshettiklerini açıklayan Lakota kabilesi, bağımsızlık ilan etti. Kabilenin temsilcisi Russel Means, Washington’da düzenlediği basın toplantısında “Biz artık ABD vatandaşı değiliz ve bizim toprağımızın yer aldığı 5 eyalette yaşamak isteyenler, bize katılmakta özgürler” dedi.

Kuzey Amerika’nın iç kesimlerinde binlerce yıldır yerleşik bulunan “Büyük Sioux Ulusu”nun kuzey kolu olan ve toplam altı Sioux (Siyu) kabilesinden oluşan Lakota Kızılderililerinin temsilcisi Means, kendi topraklarında yaşayanlara, Amerikan vatandaşlığından çıkmaları halinde pasaport ve ehliyet vereceklerini vergi almayacaklarını ve ülke liderinin kabile reisleri tarafından seçileceğini söyledi. Sözkonusu 5 eyalet, Lakotaların bugün halen yaşamakta oldukları Nebraska, Güney ve Kuzey Dakota, Montana ve Wyoming eyaletlerinden oluşuyor.

Kızılderililerin temsilcilerinden oluşan bir heyet, basın açıklamasından birkaç gün önce, ABD Dışişleri Bakanlığına bir mesaj göndererek, Amerikan Federal Hükümetiyle 1851w,1868 tarihleri arasında imzalanan anlaşmalardan tek taraflı olarak çekildiklerini açıklamıştı. Kızılderililer bu anlaşmaları, “değersiz bir kağıt parçasındaki değersiz sözler” olarak tanımlıyor ve bu anlaşmaların kendi topraklarını ve kültürlerini çalmak için ABD tarafından defalarca ihlal edildiğini söylüyorlar.

Kızılderililer, ABD’den bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ABD anayasasına da uygun olduğunu söylüyorlar. Anayasanın 6. maddesi “anlaşmaların anayasanın üzerinde” olduğunu belirtiyor. Buna göre, Kızılderililer, ABD ile imzalanan ve ABD tarafından uygulanmayan anlaşmalarını feshetme hakkını kullanıyorlar.

 

‘Kahraman kovboy’ değil, ‘Katil ABD’

Çocukluğumuzdaki western filmlerinde tanıdık Kızılderilileri. Hep ‘kahraman kovboy’a karşı savaşan, kafa derisi yüzen, vahşiler olarak gösterdiler bize. II. Emperyalist Savaş sonrasında, tüm dünyaya gönderilen Marshall yardım paketlerinin içinde bozuk süt tozları ile birlikte bu filmler de vardı. Gerçekte ise ABD’nin kendini aklama savaşıydı bu propaganda filmleri. İdeolojik bombardımanın en etkili yöntemi olarak Hollywood filmlerine başvurmuştu ABD; çünkü 70 milyon Kızılderiliyi vahşi bir saldırganlıkla katletmişti.

Kristof Kolomb 1492’de Amerika kıtasına ayak bastığında, Kızılderililer yaklaşık 35 bin yıldır burada yaşıyorlardı. 35 bin yıl önce Sibirya’dan, donan Bering Boğazı üzerinden yürüyerek Amerika kıtasına geçmişlerdi. Doğal kaynakları çok zengin, avlanmaya uygun geniş topraklara sahip kıtaya hızla yerleşmiş, çoğalmış ve kıtanın geneline yayılmışlardı.

Gelişimin motoru ihtiyaçlardır. Tıpkı Afrikalılar gibi, tıpkı Avustralyalı Aborjinler gibi, Kızılderililer için de yaşam kolaydı. Yemek, barınmak ve yaşamlarını sürdürmek konusunda ihtiyaç duydukları herşeyi, yaşadıkları doğa onlara cömertce sunmuştu. Doğayla ve birbirleriyle barış içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Güney Amerika’da Maya ve Aztek uygarlıkları MS ilk yüzyıllarda daha yeni yeni kurulmaya başlanmıştı. Ama Amerika’nın genelinde ilkel kabileler halinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. İnsanın insanı sömürmesi fikri bile onlara yabancıydı. ‘Beyaz adam’ın Avrupa ve Asya’da geçirdiği değişimleri bilmiyorlardı. 4 bin yıllık sömürü düzeninden ve bu sömürüye karşı verilen mücadelelerden habersizdiler. Toplumsal belleklerinde sınıf savaşımları ve sömürüye başkaldırı yöntemleri değil, sadece ve sadece doğanın bir parçası olarak doğa ile uyum içinde yaşamk vardı. O yüzden ‘beyaz adam’ geldiğinde onu dostça karşıladılar; yemek verdiler, mısır yetiştirmeyi ve dağlarda zor koşullarda hayatta kalmayı öğrettiler. Sahip oldukları zenginlikleri hiç düşünmeden sundular ‘beyaz adam’a. ‘Beyaz adam’ saldırıya geçtiğinde ise, hiçbir şey yapamadan, çaresizce öldüler binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca.

15. yy.da kıtaya ayak basan İspanyollar, Güney Amerika’da birkaç on yıl içinde 300 milyon İnka, Maya ve Aztek yerlisini öldürdü. Arkasından başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinden askerler ve kaşifler, Amerika’ya akın etmeye başladılar. Kolomb’un seyir günlüğüne göre, Kızılderililer “keskin silahları ilk kez gören, kötülüğü hiç tanımayan ve hiç silahı olmayan bir ulus”tu. ‘Beyaz adam’, Kızılderilerin ülkesine ‘demir at’ı, ‘gürleyen çubuk’u, ve ‘ateş suyu’nu getirmişti. O tarihlerde dünya nüfusunun 5’te biri Kızılderiliydi.

kizilderili-yasamAmerika’nın uzak batı kıyılarına 19. ve 20. yy’ın başlarında “vahşi batı” deniyordu. Bu bölge ABD’nin 19. yy. içinde Kızılderili kabilelerinden satın aldığı ya da işgal ettiği topraklardan oluşuyordu. Bu topraklara doğudaki kıyılardan gelen göçmenler yerleştirildi. Ve 20. yy.’ın başlarına kadar buralarda her türlü yasadan ve denetimden uzak bir biçimde kıran kırana bir varoluş ve hegemonya mücadelesi yaşandı. “Vahşi Batı”ya adını veren de bu çatışmalar oldu. Ama aslında sadece uzak batı Amerika için değil, ABD’nin tamamının böyle kurulduğunu söylemek mümkün.

İşgalci ve yağmacı askerlerle başlayan Amerika’nın sömürü tarihi, Avrupa ülkelerinden gelen göçlerle daha da sertleşti. “Yeni dünya”ya gelen göçmenler, kendi ülkelerinden çeşitli nedenlerle kaçan kişilerden oluşuyordu. Suçlular, tutunamamış, bir iş sahibi olamamış serseriler, engisizyon mahkemelerinin eline düşmek istemeyenler, aç kalmış yoksullar, geleneklerin baskısından kurtulmak ve kendisine yeni bir hayat kurmak isteyenler, vb. ABD’ye geldiler. Bu insanların herbiri, her tür yasadan ve denetimden uzak bir biçimde kendi yaşam alanlarını kendi güçleriyle açtılar. Bu alanları açarken de, çevrelerindeki herkesle, diğer göçmenlerle ve Kızılderililerle amansız bir savaşa giriştiler. Bu savaşta, ABD hükümeti her türlü yasadışılığı yasal hale getirerek kıran kırana bir güç mücadelesinin önünü açtı. “Özgürlükler ülkesi ABD”, Kızılderililer başta olmak üzere daha zayıf ve güçsüz olanların kanı ve teri üzerine kuruldu.

 

Vahşi bir katliam ve büyük bir direniş

Cherokee, Apache, Comanche, Chevrolet, Pontiac, Fox, Chayanne; ABD savaş helikopterlerinden, jiplerinden, spor otomobillerinden öğrendik bu isimleri. Gerçekte ise, savaşçı Kızılderili kabilelerinin isimleriydi. Kızılderililer üzerinde en büyük vahşeti uygulayan ABD, onların isimlerini de metalaştırarak pazara sürdü.

70 milyon Kızılderilinin katledilmesi çok uzun ve zorlu bir süreç oldu. ‘Beyaz adam’la ilk karşılaştığında ona son derece barışçı bir biçimde kucak açan Kızılderili kabilelerin birçoğu, karşılaştıkları katliamlardan sonra savaşmaya başladılar. Topraklarını, ailelerini ve yaşamlarını savunmaya çalışıyorlardı. Ancak karşılarındaki düşman o güne kadar bilmedikleri, duymadıkları bir vahşetle saldırıyor, dizginsiz bir terör estiriyordu. Sömürücü sınıfların binlerce yıllık yönetme ve katletme tecrübeleri, Kızılderililer üzerinde bir kere daha uygulanıyordu.

Kızılderililer kısa zamanda işgalcilerin yalan ve demagojiyle neler yapabileceğini anlamışlardı. Bir Kızılderili şefi, “Beyaz adam güzel konuşuyor, ama dili çatal” diyerek bunu ifade etmişti.

1800’lü yıllar, Kızılderili direnişlerinde önemli bir dönüm noktası oldu. İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden ABD yönetimi, kıtanın Güneydoğu ve Doğu bölgelerini Kızılderililerden temizlemeye başladı. 1803’te ABD Başkanı Jefferson, Luisiana’yı satın aldı ve ABD topraklarını büyüttü. Atlantik’e ve Karayip denizine yakın bulunan Missisipi, Alabama, Florida, Luisiana gibi eyaletlerde büyük bir Kızılderili kıyımı başladı. 1809’da Shawnee kabilesinin reisi Tecumseh, Missisipi’nin batısındaki Kızılderili kabilelerini birleştirerek beyazları topraklarında atmaya çalıştı; sonuç büyük bir yenilgi oldu. 1813’de Alabama’da Creek kabilesiyle yapılan savaş, iki taraf için de son derece kanlı biçimde sonuçlandı. 1917’de ABD başkan adayı Andrew Jackson, Florida’daki Seminole kabilesini bölgeden öylesine kanlı biçimde sürdü ki, ‘keskin bıçak’ lakabını kazandı. 1827’de Michigan’da gerçekleşen savaşı kaybeden Winnebago kabilesi’nin reisi Kızıl Kuş, teslim olmasına rağmen hemen katledildi ve halkı kıyımdan geçirildi. 1849’da California’da altın bulununca, ülkenin batısına doğru büyük bir göç dalgası başladı. 1869’da doğudan batıya kesintisiz tren yolculuğu döneminin başlaması, ‘vahşi batı’ya göç dalgasını daha da büyüttü. 1868’de, 7. Süvari alayı, Cheyenne kabilesinin köylerinden birine saldırıyor ve 11’i savaşçı, gerisi kadın ve çocuk 103 kişiyi katletti. 1875’te, altın peşinde koşan madenciler, ordunun desteğini de arkalarına alarak Sioux kabilesinin kutsal bölgesi Kara Tepeler’e girdiler, şiddetli çatışmalar yaşandı.

Yaşanan katliamın boyutunu anlamak için, dünyaya kendilerini “demokrasinin temsilcisi” olarak lanse eden ABD başkanlarının sözlerine bakmak bile yeterli. ABD’nin kurucusu ve ilk Başkanı George Washington, Kızılderililer için “Bu vahşi hayvanların tamamen imha edilmesi gerekiyor” demişti. Bir başka ABD Başkanı Theodore Roosvelt ise, “Ben en iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir demek istemiyorum, ama 10’da 9’u öyledir” demişti. Kızılderililere soykırım gerçekleştirdikleri için suçlandıklarında ise, “Sonuna kadar öldürmedikçe soykırım sayılmaz” diyecek kadar da pervasızdılar. Ama soykırımı en korkunç yöntemlerle uyguladılar.

kizilsavasKafa derisi yüzme alışkanlığının Kızılderililere özgü olduğu yayılır ABD propagandasında. Ama ilk olarak Amerika’ya ayak basan işgalcilerin, Kızılderililerin kafa derisini yüzerek, uzun siyah saçlarını peruk olarak sattıkları, kafa derisi yüzmeyi Kızılderililerin onlardan öğrendikleri yolunda söylendiler de az değildir. Kafa kesme işini ABD’lilerin yaptığı ise tartışmasızdır. Devlet, Kızılderili kafası başına 5 dolar ödeyeceğini açıklayınca, ortalığa dökülen bütün serseriler, askerler, altın arayıcıları, Kızılderilileri yakalayıp kafalarını kesmeye başladı. Devlete ait binaların bodrumları, Kızılderili kafataslarıyla dolup taşmıştı. Tarihte ilk biyolojik silah, Kızılderililer üzerinde uygulanmıştı. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak binlercesinin ölmesi sağlanmıştı. Kızılderililerin başlıca yiyecekleri olan bizonların toptan öldürülmesi, Kızılderililerin açlıktan ölmesi hedefini taşıyordu.

Kızılderili Reisi Algiysi’nin sözleri, halkının yaşadıklarını çarpıcı bir biçimde anlatır:

“Atalarınız bizden küçük bir toprak parçası istedi. Onlara acıdığımız için dileklerini geri çevirmedik. Aramızda yer aldılar. Onlara mısır ve et verdik. Onlar buna karşılık bize zehir (içki) sundular. Beyazlar bir kez memleketimizi tanıyınca, hemen sağa sola haber verdiler. Yeni yeni insanlar geldi. Biz onların dostça geldiğini sandığımız için hiç korkmadık. Çünkü bize ‘kardeşim’ diye sesleniyorlardı. Sözlerine inandık. Bu kez onlara daha geniş bir yer verdik. Kısa zamanda sayıları arttı. Daha çok toprak istemeye başladılar. Sonunda bütün yurdumuzu istediler. Gözlerimiz açıldı. Savaşlar oldu. Beyazlar bizimle savaştırmak için içlerinden kimilerine paralar verdi. Halkımızın büyük çoğunluğu öldürüldü. Beyazlar bizi içkiye de alıştırdılar. İçki yüzünden de binlerce Kızılderili kırılıp gitti. Kardeşlerim eskiden bizim topraklarımız çok genişti. Sizinkiler ise çok küçük. Şimdilerde siz büyük bir ulus oldunuz. Bize yatağımızı serecek kadar bile bir toprak parçasını çok görüyorsunuz.”

Kızılderililerin yaklaşık dört yüzyıl boyunca yaşadıkları katliamları ve acıları anlatmak sayfalar alır. Ancak bunların içinden iki tanesi, vahşetin büyüklüğü ile Kızılderililerin belleklerinde açtıkları derin izler nedeniyle daha özel bir yer tutar. 

Birincisi 1838’de 18 bin kişilik Cherokee kabilesinin Georgia’dan Missisipi’nin batısına uzanan “Gözyaşı Yolu”dur. Cherokee’lerin toprakları, bugünkü Kuzey ve Güney Caroline, Georgia, Tennessee ve Alabama eyaletlerinin tamamını kaplıyordu. Beyazlar gelmeden önce 30 bin kişiydiler. Önce beyazlardan kaptıkları hastalıklar nedeniyle binlerle öldüler. ABD Başkanı George Washington, onların yerleşik düzene geçmeleri, “uygarlaştırılmaları” için emir verdi. Evleri, okulları ve kiliseleri olacak böylece geniş topraklara ihtiyaçları kalmayacaktı. Topraklarını beyazlara sattıktan sonra da o topraklarda tarım işçisi olarak çalıştırılabileceklerdi. Cherokee’ler bu plana uyum sağlamak için epey uğraştılar. Yerleşik düzene geçtiler, okullara gittiler, isimlerini ve dinlerini değiştirdiler, çiftçi, tüccar, avukat vb oldular, hatta “Cherokee Phoenix” adında bir de gazete çıkardılar. 1822 yılında “yüksek mahkeme” kurdular, bir müzeye, bir de fikir klübüne sahip oldular, 1827’de federal yasalara uygun bir anayasa kabul ettiler. Onlar Amerikalılaşmaya hazırdılar. Ama hala onların mülkiyetinde olan Georgia topraklarında zengin altın damarları bulununca, Amerika’nın onları asla kabul etmeyeceği bir kere daha ortaya çıktı. 1930 yılında ABD senatosu Cherokee’lere ait 400 bin hektar toprağa el koydu. Sadece 16 bin kalmış olan Cherokee ile birlikte toplam 100 bin Kızılderili ise Missisippi Nehri’nin ötesindeki Oklahoma’ya sürülecekti. 28 Ağustos ile 4 Aralık 1938 tarihleri arasında her biri 1200 Cherokee’den oluşan 13 konvoy insan Georgia’dan sürüldü. Silahlı askerler, üç koldan yürütülen sürgüne yol gösteriyorlardı. Kuzey Güzergahı, 1500 kilometrelik bir yoldu, en ağırı ve en çok ölü bıraktıkları yol burasıydı. Bu nedenle Gözyaşı Yolu dediler buna. Missisippi’yi aşıp Oklahama’ya vardıklarında, kafiledeki 16 bin Cherokee’den 12 bir kişi kalmıştı. 20. yy’ın başlarında ise bu defa Oklahoma topraklarında petrol bulundu. Cherokee’lere yeniden sürgün yolu gözüktü.

Bir diğer katliam öyküsü ise “Yaralı Diz” (Wounded Knee) adını taşımaktadır. Kızılderililer arasında giderek yaygınlaşan bir inanışa göre, bir kahraman gelecek ve kendilerini “beyaz adam”ın esaretinden kurtaracaktır. Bu inanışın, bunun için edilen duanın simgesi “hayalet dansı” olarak tanımlanan bir dansa dönüşmüştür. ABD devleti, bu dansın Kızılderililer arasındaki özgürlük özlemleri nasıl güçlendirmekte olduğunu görür ve korkar. Böylece dans yasaklanır. Sioux kabilesinin reisi büyük savaşçı Oturan Boğa’nın (Tatanka İyotake) öldürülmesinin ve Hayalet Dansının giderek güçlenmesinin arkasından, son özgür Kızılderili kabilesi olan Minneconjoi Siouxları, ABD hükümeti tarafından kendilerine zorunlu iskan için tahsis edilen Pine Ridge kampından ayrılılar. Wounded Knee Deresine geldiklerinde, Reis Koca Ayak önderliğindeki 400’ü aşkın Kızılderili, ABD ordusunun 500 kişilik 7. Süvari alayı tarafından sıkıştırılır. Askerlerin kuşatması altında Kızılderililer Hayalet Dansı’na başlarlar. Ordu katliama başlar. Kadın, çocuk, yaşlı, 300’den fazla Kızılderili öldürülür. Katliamdan kurtulan bir Kızılderili, ölmeden önce şunları anlatır: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü görebiliyorum. Bir halkın düşü öldü orada. Bir ulusun umudu kırıldı, paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.” Tarih 29 Kasım 1890’dır. Bu katliam, Kızılderili özgürlüğünün sembolik olarak sonudur.

Bu katliam aynı zamanda, Kızılderili direnişinin de bayraklaştığı bir andır. Yüzyıllar boyunca süren Kızılderili direnişi, sadece katliamlarla değil, çok büyük kahramanlık hikayeleriyle de doludur. Kızılderili kabilelerin bir kısmı, özellikle silah kullanmayı öğrendikten sonra, ABD ordusu karşısında gerçekten önemli direnişler yaratmıştır. Kızılderili reisleri ise, sadece yaşamı organize etmede değil, direnmede de lider olduklarını defalarca ve görkemli biçimlerde kanıtlamışlardır.

 

HAYALET DANSI

 

Kartal mesajı getirdi

Güneşin çocuklarına

Bufalonun dönüşü için,

Ve güzel günler yakında

Sen bedenimi öldürebilirsin

Ruhuma lanet okuyabilirsin

Senin tanrına inanmadığım için

Dualarım karşısında durma şansın yok

Sevgime karşı durma şansın yok

Onlar yasakladılar Hayalet Dansı’nı

Fakat biz tekrar yaşayacağız

Kız kardeşim yukarıda

Kızıla boyanmış o Yaralı Diz’de

Öldürüldü, bir azize o şimdi

Büyük davulun var senin mesafeler ötesinden

Gökyüzünde siyah kuş

Duyduğun bu ses ve müzik bufalonun ağlamasıdır

Çılgın At gizemliydi

Kendinden geçmenin en iyisini bilirdi.

Ve Oturan Boğa büyük havariydi

Hayalet Dansı’na gelin Comanchee’ler

Gelin Karaayaklar

Gelin Shoshone’ler

Gelin Cheyenne’ler

Biz tekrar yaşayacağız

Gelin Arapaho’lar

Gelin Cherokee’ler

Gelin Paiute’ler

Gelin Sioux’lar

Tekrar yaşayacağız

 

Adı western filmlerine de sıkça konu olmuş olan Oturan Boğa’nın (Tatanka İyotake) hikayesidir birisi. 1831’de Güney Dokato’da, savaşçı Sioux kabilesinin bir üyesi olarak doğdu Oturan Boğa. 14 yaşında ilk kez savaşa katıldı ve çok kısa zamanda savaştaki cesareti, yaşamdaki cömertliği ve bilgeliği ile nam saldı. 1867’ye kadar olan dönem, beyazlara karşı kabilesinin savaşları ile geçti. Oturan Boğa, savaştaki kahramanlıkları ile nam salıyordu. 1867’de Oturan Boğa, Sioux kabilesinin reisi oldu. Kısa bir zaman sonra, Oturan Boğa, anlaşmayı imzalamayı reddetmiş olmasına rağmen ABD hükümetiyle barış yapıldı. Anlaşma Kara Tepeler’in sonsuza dek Sioux hakimiyetinde kalacağını söylüyordu. Ancak 1870’lerin ortalarında tepelerde altın olduğu ortaya çıkınca, maden arayıcıları buraya akın etti ve ABD ordusunun güvencesini arkalarına alarak Kızılderililerle çatışmalar yaşamaya başladılar. 1876 yılında Kızılderililere, bölgeyi terketmeleri ve koruma altına alınmış alanlara yerleşmeleri emredildi. Sioux kabilesi, bu emre uymayı reddetti. 17 Haziran’da yaşanan Rosebud Savaşı’nda ABD birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. 25 Haziran’da tekrar Kızılderililerle çarpışan ordu, ağır kayıplar vererek yenildi. Böylece Oturan Boğa, Amerikan 7. Süvari Birliği’ni yenen Sioux kabilesinin 3 bin 500 savaşçısının lideri olarak tarihe geçti. ABD hükümeti onu rahat bırakmadı. Oturan Boğa, önce kabilesini korumak için Kanada’ya kaçtı, ancak yaşadıkları açlık yüzünden geri döndü. Montana’da bir ABD birliğine saldırınca yakalandı. İki yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Halkının ona olan saygısı ve bağlılığı her geçen gün biraz daha büyüyordu.1885’te Buffalo Bill’in ‘Vahşi Batı Gösterisi’ne katılıp Birleşik Devletler ve Kanada’yı dolaştı. Bu dönem, Hayalet Dansı da Kızılderililer arasında yaygınlık kazanmaya başladı. Dansı Oturan Boğa’nın gezerek yaygınlaştırdığı yönünde söylentiler vardır. 1889’da kendi bölgesine geri döndüğünde, Hayalet Dansı bütün kabilelere yayılmıştı. Bu durumda, hükümet dansı yasakladı. Oturan Boğa, bu yasağa uymadığı için 15 Aralık 1890’da kendisini kuşatan polislerle çatışırak öldü. Kendisini öldüren polis, bir zamanlar Oturan Boğa ile birlikte beyazlara karşı savaşan, fakat sonra beyazların yönetimine girerek yerli polisi olan Kızılderililerden biridir. Kızılderili kimliğini her koşulda savunan ve ölümünün ardından anısına granit bir sütun dikilen Tatanka İyotake’nin beyazlar üzerine yaptığı konuşma çarpıcıdır:

“…sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar. Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve diğer süprüntüleriyle çirkinleştiryorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor…”

Bir başka kahramanlık destanı ise, Apache savaşçısı Geronimo (Gokhlayeh)’nun hikayesidir. Apachelerin son savaşçılarından biriydi Geronimo. Beyazlara karşı verdiği mücadele ve kahramanlıklarıyla tanınıyordu. 1829’da New Mexico olarak adlandırılan bölgede doğmuştu. O sıralarda Amerikalı göçmenlerin dışında İspanyollar da bölgeye akın etmeye başlamıştı. 1858 yılında eşi, annesi ve çocukları İspanyolların kabilesine düzenlediği bir katliamda öldü. İntikam ateşiyle tutuşan Apache kanı, onun bütün beyazlara saldırıya geçmesine neden oldu. Arizona ve New Mexico’da yaşayan beyaz yerleşimcilerin korkulu rüyası oldu. Cesareti ve kahramanlığıyla sadece Apache savaşçılarının değil şeflerinin de büyük saygısını kazanmıştı. 1870’de yakalandı ve San Carlos’a götürüldü. Ancak Geronimo özgür ruhlu bir Kızılderiliydi, asla tutsak yaşayamazdı. Defalarca kaçtı, defalarca yakalandı. En son 1885’te kaçtı ve 1894 yılına kadar yakalanmadı. Dumanlı Dağlar’a sığınmıştı ve dağları didik didik arayan süvariler onun izine bile rastlayamıyordu. Askerler, onu yakalayamamanın hırsıyla köylere saldırmaya, kadınları ve çocukları öldürmeye başladılar. Halkını korumak için tek yolun bu olduğunu düşünen Geronimo teslim oldu. Onun teslim olması Kızılderililere yapılan katliamları bitirmedi. 1909 yılında Geronimo Oklahoma’da işkence ile öldürüldü. Ama ölümünün sonrasında Apacheler, onun Dumanlı Dağlarda yaşamaya devam ettiği yolunda efsaneler anlatmaya devam ettiler.

 

ABD’nin “ulusal sorun”u

Kızılderililer, 150 yıl önce yapılan anlaşmalardan sonra da rahata ermediler. 1840’lardan 1952 yılına kadar “rezervasyon” adı verilen toplama kamplarında tutuldular. Halen önemli bir kısmı bu kamplarda yaşamaya devam etmektedir. 20. yy’ın başlarında ABD’nin dört bir tarafında Kızılderililer için açılan ve kilise tarafından yönetilen yatılı okullarda okuyan çocuklar, sistemli bir asimilasyon politikası, büyük bir psikolojik, fiziksel ve cinsel istismar ile karşı karşıya kalmışlardır. 

Bugün ABD’de hükümet tarafından resmen tanınan 554 Kızılderili kabilesi, 300’den fazla Kızılderili yerleşim bölgesi vardır. Günümüzde NewYork’ta yaşayan Kızılderili sayısı 85 bin civarındadır. Kızılderililer ekonomik olarak ABD’deki yaşam standartlarının epeyce altında bir yoksullukla ve işsizlikle boğuşarak yaşamak zorundadırlar. 44 yaş ortalamasıyla, dünyanın en kısa ömürlü insanları Kızılderililerdir. “Rezervasyonlar”da yaşayan gençlerin arasında intihar oranı ABD ortalamasının yüzde 150 fazlasıdır. Bebek ölümleri ABD’dekinden beş kat, tüberküloz vakaları 8 kat daha fazladır. Yaptıkları iş, asıl olarak kumarhane ve benzin istasyonlarında çalışmaktır.

Bugün artık Kızılderililer, yüzlerce yıllık acılarının hesabını sormak, bağımsızlıklarına kavuşmak istiyorlar.

Kızılderililer ilk olarak 1974’te benzer bir girişimde bulundular ve ABD’nin Britanya’da Bağımsızlığı Deklarasyonu’nu andıran bir bağımsızlık ilanı hazırladılar. 1977’de yerli haklarının ele alındığı ilk uluslararası konferans düzenlendi. Eylül 2007’de BM Genel Kurulu yerli haklara dair karar tasarısını kabul etti. Ancak ABD’nin karşı çıktığı bu karar, zaten yaptırım da içermiyordu.

Kızılderililerin kendi içlerindeki bütünlüğü sağlayamamış olmaları da önemli bir sorun. Robebud Sioux Kabilesinin lideri Rodney Bordeaux bağımsızlık ilanının dışında duruyor ve “Anlaşmalar gerekli, çünkü federal hükümetle ilişkimizin temelini oluşturuyor” diyor. Lakota Sioux’larının lideri Means ise onları II. Emperyalist Savaş sırasında Fransa’da Nazilerle işbirliği yapan Vichy hükümetine benzetiyor.

Artık ABD’nin de bir ulusal sorunu ve bağımsızlık talebi olan bir azınlığı var. Kızılderililerin sonsuz topraklar üzerinde özgür biçimde, doğa ile içiçe ve kardeşçe yaşadıkları günler sadece birkaç yüzyıl geride duruyor. Bu nedenle toplumsal belleklerinde son derece canlı ve taze. ABD’nin gerçekleştirdiği katliamlar, halkı kırımdan geçirdi ama umutlar kırılmadı. “Hayalet Dansı” bütün canlılığı ve coşkusuyla sürüyor, Kızılderililerin özgürlüğe olan inancı daha da güçleniyor. Bugün sadece Venezüella ve Bolivya’dan destek alıyorlar. Ama dünya halkları, Kızılderililerin taleplerini elde etmelerine ve bu uğurda verdikleri mücadeleye destek olacaklardır.

 

 

 

Bir Kızılderili Şefinin Konuşması

“Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum…

Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz çünkü kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington’daki büyük beyaz reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük beyaz reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. O’nun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir! Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz kızılderililer. Bu kentlerde “huzur” ve “barış” yoktur! Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum!

Biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo’dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! Biz sadece yaşayabilmek için avladık buffaloları! Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır!.. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. Yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak…”

 

Bu mektup 1854 yılında, bir Kızılderili reisi olan Seattle tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na yazılmıştır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …