2001 yılında ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının ardından, emperyalistler arasında yeni bir “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılması” mücadelesi, başka bir deyişle, “imparatorluk” tahtına kimin oturacağına ilişkin bir hegemonya mücadelesi başlamıştır. Dünya tarihinde iki defa yaşanmış olan büyük paylaşım savaşlarının üçüncüsü, bu süreçle birlikte şekillenmiştir.
Emperyalist paylaşım savaşları, biraz şekilci bir yaklaşımla, pek çok ülkenin fiili savaş durumunda olması olarak algılanmaktadır. İlk iki paylaşım savaşının bu biçimde yaşanması, adeta bir şablon oluşturmaktadır. 11 Eylül ile birlikte başlayan paylaşım savaşı ise, ilk ikisiyle biçimsel farklılıklar taşımakla birlikte, ekonomi-politik açısından özsel olarak aynıdır. Bu aynılık, literatürdeki tanımında kendini göstermektedir. İlk iki paylaşım savaşı da, “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı” ve dünyanın imparatorunu belirleme temel amacına uygun bir biçimde gerçekleştirilmişti. Üçüncüsü de benzer biçimde, dünyayı yeniden şekillendirmeyi hedeflemektedir. Yaşanmakta olan; ABD ile Çin arasındaki hegemonya kavgasıdır. Dünya pazarlarının hegemonyası, ABD’den Çin’e doğru geçmektedir; ABD’nin çabası bunu durdurmaktır.
İki emperyalist savaş ile bugünkü savaş arasında şekilsel farklılıklar elbette ki vardır. En başta, saldırgan emperyalistin niteliği farklıdır. İlk iki emperyalist savaşta, gelişip güçlenmekte olan emperyalist, gelişimine uygun biçimde, yeni pazar alanları elde edebilmek amacıyla, savaşı ilk başlatan olmuştu. Bu defa ise, ilk harekete geçen ve savaşı başlatan, pazar alanları tehlikeye girmiş “eski” emperyalist güç ABD’dir. Amacı, yeni gelişmekte olan emperyalistin (Çin’in), güçlenerek hak iddia edecek noktaya ulaşmasından önce savaşı başlatmak, rakibini güçsüzken yok etmektir. Zaten bu nedenle savaşın ismini “önleyici savaş konsepti” olarak koymuştur.
İkinci farklılık, büyük savaş başlamadan önce, hazırlık ve rakibini kontrol anlamına gelen, bölgesel çarpışmaların süresi ve biçimidir. II. Emperyalist Savaş, resmi olarak 1 Eylül 1939’da, Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başlamış olmakla birlikte; gerçekte Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı, İtalya’nın 1935’te Habeşistan’ı, Almanya’nın 1938 Mart’ında Avusturya’yı, hemen ardından Çekoslovakya’yı işgali, savaşın hazırlık aşaması ve ön çarpışmaları olarak görülmektedir. Hatta bazı kaynaklar, II. Emperyalist savaşın başlangıcını, 1936’daki İspanya İç Savaşı olarak geçirmektedir. Çünkü İspanya’daki faşist saldırı, görünürde ‘iç savaş’, gerçekte ise, bir tarafında Alman faşizminin, diğer tarafında enternasyonal birliklerin bulunduğu; diğer emperyalist ülkelerin ise seyretmekle yetindiği bir savaştır. Bu yanıyla emperyalist savaşın provası niteliğindedir.
Bugünkü savaşta ise, NATO’nun 2001’de Afganistan’ı işgali başlangıçtır. Farklılık, bu “önsavaşlar”ın uzamasındadır. Bunun nedeni şudur: II. savaşta, bir bütün olarak emperyalistlerin asıl hedefi sosyalist SSCB’dir. Faşizmin güçlendirilmesi ve önünün açılması, bütün emperyalistlerin ortak amacıdır. Almanya’nın asıl olarak SSCB’ye saldırması beklenmekte, Almanya buna yönlendirilmektedir. Bu nedenle ilk savaşlar bir anlamda görmezden gelinmiştir. Hegemonya arayışında olan Almanya ve müttefiklerine, adeta ‘pazar alanı’ olarak sosyalist topraklar gösterilmiştir. Almanya sosyalist ülkeyi zayıflattıktan sonra, diğer emperyalistler de devreye girmeyi planlamıştır. Bu nedenle, Almanya ve müttefikleri, ilk işgalleri sırasında, emperyalist ülkelerden kayda değer bir tepki görmemiştir. Bugünkü savaşta ise, paylaşılmakta olan bütün bir kapitalist dünyadır. Rakip iki emperyalist güç de, kendi hegemonyasındaki toprakları kıran kırana savunmaktadır. Savaş, imparatorluk için yapılmakta, imparatorluk savunulmaktadır. Bu nedenle son derece sert ve kazananı hemen ortaya koyamayacak biçimde uzun süreli yaşanmaktadır.
Bununla bağlantılı olarak, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda gelişip güçlenmekte olan emperyalistler, yeni askeri teknikleri (Almanya’nın “Yıldırım Savaşları” gibi) ile önemli başarılar kazanmıştır. İşgal edilen ülkelerin egemen sınıfları, hemen işbirliği yapmakta, halkların direnişi ise bu yenilginin ağırlığı altında cılızlaşmaktadır. Bugünkü savaşta, ABD güçsüzleşen emperyalist ülkedir. İşgal ettiği ülkeler ise, rakip emperyalistin hegemonya alanlarıdır. Bu durum, işgal edilen ülkelerin egemen sınıflarının, rakip emperyalistlerden önemli ölçüde askeri-siyasi-ekonomik yardım da alarak direnmesine, kitle direnişinin de buna bağlı olarak hızla yükselmesine neden oldu. Rakip emperyalistlerin desteği ile işbirlikçilerinin direnci ve daha önemlisi işgal altındaki halkların direnişi, ABD’nin bu savaşları bir türlü sonuca ulaştıramamasının ana sebebidir. Kıyaslandığında çok küçük sayılabilecek bu yerel savaşları bile kazanamayan ABD’nin, büyük bir emperyalist savaşa başlaması, giderek zorlaşmaktadır. Çin cephesinden ise, ABD’nin buralarda güç kaybetmesi, nihai hegemonya savaşı başladığında en büyük avantajı olacaktır. Tabloya bakarak, Çin’in “cepheyi önden kurduğunu”, savaşı kendi topraklarından çok uzaklarda, başka ülkelerin topraklarında vermekte olduğunu söylemek, durumun en özet ifadesidir.
Üçüncü farklılık, savaşın taraflarının resmi olarak netleştirilmemesidir. Bu savaşta “itilaf”, “ittifak”, “müttefik” gibi net emperyalist saflaşmalar yoktur. Mutlaka bir ayrışma yapılacaksa, ABD önderliğindeki NATO, ya da “Batı emperyalizmi”, ile Çin önderliğindeki Avrasya cephesi diye özetlenebilir. Ancak bu saflaşmanın kendi içinde geçişleri (Irak savaşı başlarken ABD’nin AB’yi dışlayıcı tutumu gibi) , dönemsel ittifakları, tek tek kesitler üzerinde görüş ayrılıkları sözkonusudur. Kaldı ki, II. Emperyalist Savaş sırasında da, ABD’nin Almanya’ya gizli desteği, Almanya’nın İngiltere ve SSCB ile Saldırmazlık Paktı, SSCB’nin Almanya ile savaşta müttefiklerinden yardım alamaması, ancak Almanya’yı yeneceği kesinleştiğinde müttefiklerinin savaşa girmesi gibi, sınırlı da olsa geçişler sözkonusuydu.
Tarihte tekerrür yoktur; tüm savaşların aynı biçimde yaşanacağını düşünmek, diyalektiğe aykırıdır. Bu nedenle benzerlikler kurarken biçimden çok, işin özünü dikkate almak gerekir. Bu sürecin özünde de, “imparatorluk tacı”nın el değiştirmesi, “paylaşılmış topraklar” üzerinde yeni bir paylaşımın gerçekleştirilmesi çabası vardır.
Bir önceki dönemin imparatoru ABD, gücünü yitirmekte; devasa büyümesiyle Çin, yeni hegemonya alanları oluşturmaktadır. Çin, ekonomik olarak ABD’yi geçmiştir; siyasi olarak bir denge durumunda olduğu söylenebilir, ancak bu denge Çin’in lehine giderek bozulmaktadır; askeri olarak ise Çin, henüz ABD’nin gerisinde olmakla birlikte, bu alanda her geçen gün önemli hamleler yapmaktadır. (En son Varyag savaş gemisinin tanıtılması, Çin’in askeri iddialarının bir göstergesidir.) Ve son olarak, ABD’ye bağımlı ülkelerde bile, Çin’in etkinliği artmaktadır.
* * *
Türkiye’nin bu savaştaki rolü, en çok tartışılan konulardan biridir. Türkiye, ABD’ye mutlak bağımlı bir ülke değildir. Her ne kadar II. emperyalist savaştan bu yana ABD’ye bağımlılığı sürüyorsa da, sürgit böyle devam edeceği varsayılamaz. Çünkü tarihsel olarak şekillenmiş ekonomik-siyasi ilişkiler, Türkiye’de işbirlikçi tekelci burjuvazinin içinde farklı emperyalistlerin yer bulmasına yol açmıştır. Türkiye’nin emperyalist ülkelerle ilişkileri, içeride burjuvazinin içindeki klik mücadelesinin düzeyine ve dengesine göre değişmektedir. Dönemsel olarak öne çıkan klik, işbirlikçisi olduğu emperyalist ile birlikte hareket etmekte, onun çıkarlarını yerine getirmektedir.
Yeni emperyalist savaşta Türkiye’nin nasıl konumlanacağı da bu nedenle belirsizdir. Türkiye’yi ABD’nin çıkarları doğrultusunda savaşa sürüklemek isteyen kesim ile, Avrasyacılarla ilişki kurmak ve Çin-Rusya ittifakının arabasına bağlanmak isteyen kesim arasında ciddi bir çelişki vardır. Dünya ölçeğinde ABD ile Çin arasında yaşanmakta olan hegemonya mücadelesi, ülkemizde de paralel biçimde, onların işbirlikçileri arasında yürütülmektedir. Son yıllara damgasını vuran Ergenekon-AKP çatışması, gerçekte Avrasyacılar-ABD’ciler çatışmasından başka bir şey değildir. Bu durum, Türkiye’nin zaman zaman çelişik görünen tutumlarının temel nedenidir.
Ve bugün, Türkiye’nin savaştaki nihai konumlanışı kesinleşmiş değildir; çeşitli biçimlerde yalpalamalar yaşanmaktadır. Kestirmeci bir yöntemle, Türkiye’nin ABD uşağı ve ona ne derse yapmak zorunda olduğunu iddia etmek, emperyalistler arasındaki çatışmayı ve onun ülkeye yansımalarını hiç anlamamak demektir. Bunu anlamak için, her iki emperyalist savaşta ve “soğuk savaş” yıllarında, Türk egemen sınıflarının emperyalistlerle olan ilişkilerine, tarih boyunca bu ilişkilerin seyrine bakmak yeterlidir.
* * *
ABD ile Çin merkezli olarak yaşanmakta olan hegemonya savaşını kaçınılmaz kılan bir başka unsur, ekonomik krizin boyutudur. Dünya tarihinde daha önce yaşanmamış boyutta olan bugünkü kriz, çeşitli biçimlerde ötelenmeye çalışılmaktadır. Burjuvazi, kendi yıkımını en aza indirgemek ve krizin faturasını kitlelere yıkmak için, kurtarma paketlerini devreye sokmakta, sayısız önlem almaktadır. Ancak bunlar geçici çözümlerdir. Krizin boyutu öylesine derindir ki, dünya tarihinde daha önce yaşanmamış boyutta bir yıkım gerçekleşmeden aşılamayacaktır. Çünkü ekonomik krizler, hem üretim araçlarının hem de aşırı üretimin imhası ile aşılabilirler. Bu yıkımı ve imhayı gerçekleştirebilecek en önemli unsur da savaşlardır.
Gerek emperyalist savaş, gerekse ekonomik kriz, dünya çapında büyük kitlesel eylemlerle karşılanmıştır. 2001’de Afganistan’ın işgalinin başlamasının ardından, tüm dünyada savaş karşıtı bir hareket yükselmiş; bu hareket, Irak’ın işgalini bir yıldan daha fazla geciktirmiştir. 2008’de ekonomik krizin patlamasının ardından ise, işçi ve emekçiler, yaşam haklarını savunmak için sokaklara dökülmüşlerdir. Arap ülkelerinde patlayan ayaklanmalar, Avrupa ve ABD’de yaşanan işgaller, genel grevler, kitle gösterileri, bu krizin kitlelerdeki karşılığıdır. İşçi ve emekçiler, burjuvazinin krizin faturasını yıkma çabalarına karşılık, yaşam haklarını savunmak amacıyla sayısız eylem ve grev gerçekleştirmişlerdir. Burjuvazinin pek çok saldırı programı, kitlelerin bu direnişine çarparak yerle bir olmuştur.
Hem savaş, hem de kriz dönemleri, kitlelerin arayışlarını güçlendiren, sistemi sorgulatan dönemlerdir. Böylesi dönemlerde, kitlelerin yaşamı bir “ölüm-kalım mücadelesi”ne dönüşür. Ve sınıfsız-sömürüsüz-savaşsız toplum özlemi, hiç olmadığı kadar büyük bir yankı bulur. I. Emperyalist Savaş döneminde SSCB’nin kurulması, II. Emperyalist Savaş döneminde ise, dünyanın üçte birinin kapitalist kamptan kopartılarak halk demokrasisi devletlerinin kurulması bunun göstergesidir.
11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin işgal ettiği topraklarda ve genel olarak Müslüman ülkelerde dinci gericilikte bir yükseliş yaşandı. ABD’ye karşı etkili biçimde direnen kesimlerin, radikal dinciler olmasının bunda büyük bir payı vardır. Avrupa’da ise eylem yapılan ülkelerde reformizm ve troçkizm güçlenmektedir. Bunda, kapitalizmin krizlerine karşı, “antikapitalist” olarak tanımlanan kesimlerin mücadelesine biçilen rol, belirleyici olmuştur. İşçi sınıfının mücadelesinin ve önderlik misyonunun geri plana itilmesi, yer yer unutturulması, bununla paralel yürümektedir.
Dünyada örnek oluşturabilecek ve çekim yaratabilecek bir sosyalist ülkenin olmaması en büyük dezavantajımızdır. Keza, dünya genelinde güçlü komünist partilerin, Komüntern gibi yol gösterici bir üst yapının olmaması da, devrim cephesini güçten düşüren unsurlardır. Ancak ne radikal dincilik, ne reformizm ve troçkizm, ne de burjuvazinin cephaneliğinden apartılmış herhangi bir ideoloji, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözemez, gerçek kurtuluşlarını sağlayamaz. Dolayısıyla bugün, devrim ve sosyalizm için mücadelenin yükseltilmesi, son derece güncel, somut ve ivedi bir görevdir.
* * *
Bu kitap, TİKB(B) 5. Konferans Belgeleri’nin, Uluslararası Durum ve Türkiye Raporu’ndan oluşan bölümlerle hazırlanmıştır. (…)
Belgelerin hazırlanmasının üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, ortaya konulan görüşler güncelliğini yitirmedi. Tam tersine, zaman, bu görüşleri doğruladı. Bugün ABD ile Çin arasındaki hegemonya savaşı derinleşerek sürüyor ve Çin her geçen gün yeni mevziler kazanıyor. ABD ise, “önleyici savaş”ını kazanmak bir yana, giriştiği her savaşta Çin’in biraz daha güçlenmesine neden oluyor. Bu süreçteki “zafer”leri bile, dönüp kendisini vuruyor. Libya-Bingazi’de büyükelçisinin linç edilerek öldürülmesi, bunun en çarpıcı örneğini oluşturuyor. Keza kendiliğinden kitle hareketenin kriz ve savaş karşıtı yükselişi devam ediyor. Arap dünyasında başlayan kendiliğinden kitle ayaklanmaları, ABD’nin müdahalesiyle rota değiştirmiş olsa bile, Avrupa ülkelerinde işçilerin eylem, grev ve direnişleri giderek büyüyor.
Yaşananlar Konferans’taki görüş ve öngörülerin doğruluğunu kanıtlıyor. Bu yanıyla belgeleri toplu biçimde okumak, çok daha büyük bir önem kazanıyor.
Yayınevimiz, elimize posta kanalıyla ulaşan bu belgelerin bir kısmını, bölüm bölüm yayınladı. Bunların önemli bir kısmı, Proleter Devrimci Duruş dergisinin değişik sayılarında yer aldı. Şimdi ise kitaplaştırarak okurlara sunuyor.
Kasım 2012