Seçim sonuçları ile ilgili yapılan değerlendirmeler, bir taraftan seçim hilelerinin çokluğuna ve yaygınlığına odaklanırken, diğer taraftan AKP’nin “bu defa da başardığı”nı anlatıyorlar. AKP’nin güç kaybettiğini düşünenler bile, YSK tarafından açıklanan rakamlarını temel alarak, bu rakamlarda düşme olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar.
Özellikle burjuva medya, AKP’nin kitle tabanı, çalışma tarzı, kadrolaşma düzeyi vb. üzerinden sınırsız biçimde yorumlar, analizler, tahliller yapıyorlar. “Kitlenin yolsuzluklara inanmadığı”, “hırsızlığı meşru gördüğü”, “yozlaştığı”, “çalıyorsa bizimkiler çalıyor” aymazlığı içinde olduğu”, “iş-aş-sosyal yardım vb. gerekçelerle satın alınabildiği” vb. üzerine, AKP’yi yücelten ve “yenilmezlik” mertebesine oturtan, diğer taraftan kitleleri küçümseyen yorumların haddi hesabı yok.
Tipik küçük-burjuva aydın tutumu, seçim sonuçları üzerinden bütün karamsarlığı ile kendisini kusuyor. Seçim öncesinde AKP’ye ateş püsküren kimilerinin, hemen ertesinde AKP’ye yaranma çabasına girmeleri, seçimlerin en çarpıcı sonuçlarından biri. Hatta kimi cemaat kalemşörlerinin, “seçim politikamızda hata yaptık” olarak özetlenebilecek değerlendirmeleri, bu dönekliğin ulaştığı son noktayı gösteriyor.
En büyük çelişki ise, “objektif” davranmaya çalışanlarda ortaya çıkıyor. Bir taraftan seçim hilelerini peşpeşe sıralıyorlar; hemen arkasından, “AKP’nin başarısının nedenleri”ni anlamaya-anlatmaya çalışıyorlar. Şu çelişki ise havada asılı kalıyor: Seçimde hile yapıldıysa, AKP gerçek bir başarı elde etmemiş demektir! AKP gerçekten kitleleri kendisine yedeklemeyi başardıysa, o zaman seçim hileleri yapılmadı mı? Hem hilelerin, hem de seçim başarısının birarada olması ihtimali yoktur! Bu söylem, yaşamın doğasına aykırıdır.
AKP’nin gerçek oyu yüzde 30’un altında
Seçimlerin en somut sonucu, AKP’nin gerçek oylarında yaşanan büyük düşüştür. AKP’nin, belediyelerde yüzde 45, il genel meclisinde yüzde 43 civarında oy aldığı açıklanmıştır; bu rakamlar bile, bir önceki seçimlerde yüzde 49 oy alan AKP açısından, birkaç puanlık düşmenin göstergesidir. Diğer taraftan alt alta dizilen seçim hilelerine bakıldığında, AKP’nin gerçek oyunun yüzde 30’un altına düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu seçim hilelerini belli başlıklar altında tasnif etmek mümkün:
Birinci sıraya, “ölü seçmenlere oy kullandırılması”nı yazmak gerekiyor.
CHP Konya milletvekili Atilla Kart, bir önceki seçimlerde tespit edip, belgesiyle kamuoyuna açıkladığı yaklaşık 12 milyon “ölü seçmen”in varlığı son derece önemlidir. Önceki seçimlerde, Fetullah Gülen, “ölüler bile mezarından çıkıp AKP’ye oy vermeli” talimatını verdiğinde, bunun bir ironi olduğu düşünülmüştü. Gerçekte ise, AKP, hükümet olduğu 10 yıllık dönem boyunca, seçim hilesi yapmakta, her seçimde biraz daha ustalaşmış; her seçimde ölü seçmen sayısını artırmıştı. 2010’ların başına geldiğimizde, “AKP’ye oy veren ölü seçmen” sayısı 12 milyona ulaşmıştı. Sistem basit işliyordu; AKP kadrolarına çok sayıda seçmen kartı dağıtılıyor, otobüslerle seçim sandıkları arasında seferler düzenleniyor, böylece tek bir kişinin çok sayıda oy kullanması sağlanıyordu.
Türkiye’de toplam seçmen sayısının 52 milyon olduğunu hatırlayalım; 12 milyon seçmen, her türlü seçim hesabını altüst edecek büyüklükte bir rakamdır.
Bu türden seçim hilelerinin önündeki engeller de AKP tarafından adım adım kaldırılmıştır. Mesela son iki seçimdir parmak boyasının kaldırılmış olması, tek tek kişilerin sayısız kez oy kullanmasını garanti altına almaktadır.
Kaldırılan bir başka engel ise, seçim öncesinde asılan seçmen listelerinden “adres” bölümünün silinmesidir. Geçen seçimlerde, insanlar kendi adreslerinde ya da boş arsalarda onlarca seçmen kaydının olduğunu tespit etmişti. Kimilerini seçmen listesinden sildirmeyi başardılar, kimilerini ise basına duyurdular. Böylece bunların bir kısmının oy kullanması engellenmiş oldu. Bu nedenle AKP, bu seçimlerde adres kaydını ortadan kaldırarak, sahte seçmen tespitini de zorlaştırdı.
Seçim hileleri içinde en etkili olanı, 12 milyon ölü seçmene oy kullandırılmasıdır. Ancak bununla sınırlı olmayan ve özellikle kritik yerlerde seçim sonuçlarını değiştirmede etkili olan çok değişik seçim hilesi de, AKP tarafından oldukça yaygın biçimde kullanılmıştır.
İkinci sırada 52 milyon seçmene rağmen, 173 milyon oy pusulasının basılması vardır.
AKP bunu, “fireler” ve “büyükşehirlerde seçmenin üç oy pusulası kullanması” ile açıklamaktadır. Oysa, seçim sırasında “yanlış oy kullandım, yeni bir oy pusulası verin de yeniden oy kullanayım” deme ihtimali yoktur, böyle diyenlere yeni pusula verilmemektedir. Yani “fire” verme açıklaması gerçeği yansıtmamaktadır. Diğer taraftan, 52 milyon seçmenin tamamı büyükşehirde ikamet etmiyor. Kaldı ki, 52 milyon seçmenin tümünün büyükşehirde olduğunu varsaysak bile, oy pusulası ihtiyacı 156 milyon eder, 20 milyon fazladan oy pusulası basılmış demektir.
Fazladan basılan oy pusulaları, AKP’ye çeşitli çıkar bağlarıyla bağlı olan, ama seçimlerde oyunu başka bir partiye vermeyi düşünen kişiler için bastırılmıştır.
Son bir yıl içinde ülkemize giriş yapan ve sınırdışı edilme korkusu yaşayan 1 milyona yakın Suriyeli bu kapsamdadır.
AKP’den yoksul yardımı, gıda kolisi, yaşlı maaşı vb alan yoksul Alevi kitlenin içinde, AKP’ye oy vermek istemeyen, ama yardımın kesileceği korkusu yaşayan önemli sayıda insan vardır.
Geçtiğimiz seçimlerde AKP, “oyu kullandıktan sonra fotoğrafını çek, getir; yardım devam etsin” diyerek bu kitleyi baskı altında tutmaya çalışmıştı. Ancak kitleler buna bir çare bulmuştu. Bölgeden bir kişi AKP’ye oy veriyor; onun çektiği oy pusulası fotoğrafı, diğerleri tarafından da, sanki kendi oy pusulasının fotoğrafı gibi AKP’lilere gösteriliyordu.
AKP bu durumu farkedince, bu seçimlerde, kendisine oy vereceğine güvenmediği kitleye, önceden mühür basılmış oy pusulaları dağıtmaya başladı. AKP’ye “evet” oyu basılmış olan oy pusulalarını önden veriyor, seçim anında verilen boş oy pusulasının kendisine teslim edilmesini istiyordu. Boş oy pusulası karşılığında, yardım devam edecekti.
İstanbul-Esenyurt’taki seçim tablosu, bu yönüyle oldukça çarpıcıydı. Esenyurt’ta, seçimlerden önce “evet” mühürlerinin ve çok sayıda oy pusulasının çalındığının tespit edilmesi üzerine, İlçe Seçim Kurulu kararıyla, “evet” mühürleri iptal edildi; “tercih” yazılı mühürler basıldı. Esenyurt’taki bütün sandıklara, seçimde kullanılmak üzere “tercih” yazılı mühürler dağıtıldı. Ancak seçim sonuçları açıklandığında, AKP’ye verilen oyların önemli bir kısmında “evet” mührü olduğu görüldü. Esenyurt’un CHP’li belediye başkan adayı Çetin Çapan, bu konuda bir basın açıklaması yaparak seçimin iptal edilmesini istedi. Ama tabi burada da kitleler harekete geçirilmediği için, doğru düzgün duyulmadı bile.
AKP’nin seçim hilelerinin üçüncüsü, doğrudan sandığa yapılan müdahaleleridir.
Burada en başa, 41 ilde yapılan elektrik kesintilerini koymak gerekir. Ülkenin yarısında, seçimler bittikten sonraki sayım aşamasında, elektrikler boşuna kesilmedi. O kesinti sırasında sandıklar değiştirildi, çuvallar değiştirildi, bilgisayar kayıtları değiştirildi. Elektrik kesintileri, AKP’nin oyunun artmasına neden oldu.
Antakya bu yanıyla son derece önemli bir örnek yarattı. Antakya’da, CHP’nin belediye başkan adayı, geçen dönem AKP’den belediye başkanı olan Lütfü Savaş’tı. Aslında dönekler genel olarak sevilmez; Antakyalılar da ona oy verme niyetinde değildi. Ancak, AKP’nin adayı olan Sadullah Ergin, öylesine pervasızca Alevi karşıtı ve savaş çığırtkanı bir seçim kampanyası yürütmüştü ki, Antakya halkı, salt Sadullah Ergin’in seçilmemesi adına, CHP’ye kenetlenme yaşadı. Sonuçlar açıklanmaya başladığında ise, elektriklerin kesilmesi ve AKP’nin oyunun yükselmeye başladığını gördükleri anda oy verdikleri okulların önünde toplanıp protesto gösterilerine başladılar. Bu andan itibaren AKP’nin oyu da yavaş yavaş inişe geçti; sonuçta CHP (eski AKP’li adayla) kazanmış oldu.
Ankara’da Melih Gökçek seçimleri kaybedeceğini anlamış, hatta televizyonda canlı yayında “neden benden desteğinizi çektiniz” diye cemaate sitem ederek ağlamıştı. Ama ağlamakla kalmadı, bu durumu değiştirmek için, AKP’nin tam desteğini de arkasına alarak seçim günü cansiperane çalıştı. Pekçok sandıkta, Gökçek’in çeteleri, oy kullananlar üzerinde terör estirdi. İçişleri Bakanı Efkan Ala ise, Ankara’da İlçe Seçim Kurulu’na giderek iki saatten fazla kaldı; sayıma doğrudan müdahale anlamına geliyordu bu.
Dinci gerici bir üsse dönüştürülen Üsküdar’da CHP’nin oyları önde gidiyordu. Fakat seçimlerin bitmesine az kala, CHP oylarının çok olduğunun düşünüldüğü bölgelerde, üç okula bomba ihbarı yapıldı. İhbar nedeniyle okullar boşaltıldı, sandık görevlileri dışarı çıkarıldı, içeride açık sandıkların başında yarım saat boyunca polisler kaldı.
Yine Üsküdar’da, Ümraniye ilçesine kayıtlı mahallelerin oy kullandığı ortaya çıktı.
Ülke genelinde pekçok sandıkta, “seçim engeli olan” kişilere (zihinsel engelli vb), sandık başkanının “yardımıyla” oy kullandırıldığı ortaya çıktı. CHP’nin kazandığı Yalova’da seçimler, zihinsel engelli bir kişinin oy kullanması nedeniyle iptal edildi.
Polisler, “görev yeri” bahanesini kullanarak, farklı ilçelerde oy kullanabildi.
Zaten sandık tutanakları da, genel olarak AKP’yi yükseltme çabasına uygun olarak yeniden düzenlendi. Onbinlerce tutanakta, CHP’nin oyu azaltıldı, AKP’nin artırıldı; seçim sonuçları doğrudan değiştirildi. Pekçok yerde de, sandık tutanakları doğru yazılmakla birlikte, “birleştirme tutanakları”ndaki toplama sonuçları değiştirildi. Öyle ki, Ankara başta olmak üzere pekçok bölgede, sadece tutanakların düzeltilmesi bile, seçim sonuçlarını etkileyecek kadar büyük farklılıklar gösteriyordu.
Bu tablo, kısa bir özettir. Bazı bölgelere CHP’li seçmenlerin, seçim listelerine yazılmaması ve böylece oy kullanmaya bile gidememesi; bazı bölgelere sandık gönderilmemesi; sandık başında AKP’li müşahitler tarafından terör estirilerek kitleyi etkileme çabası; cuma hutbelerinden televizyon programlarına kadar pekçok alanda yürütülen demagoji bombardımanı… Ya da Antalya’nın bir ilçesinde görüldüğü gibi seçime katılım oranının yüzde 100 çıkması ki, dünyada böyle bir örnek yok! En azından hasta, engelli veya siyasi bakışaçısına göre sandığa hiç gitmeyen mutlaka oluyor. Antalya’da da “biz oy vermedik, bizim yerimize kime oy kullandırdınız” diyerek eylem yapanlar oldu, ama seçimler iptal edilmedi.
Bütün bu seçim hileleri, sadece AKP’nin kaybedeceğini düşündüğü yerlerde yapılmamıştır. AKP’nin ağırlığının olduğu, kazanacağının kesin olduğu bölgelerde çok daha fazla yapılmış, böylece, AKP oylarının Türkiye ortalamasını yükseltmek hedeflenmiştir.
AKP’nin “ustalık dönemi”, seçim hilelerinde ustalaşmayı da kapsamaktadır.
Diğer taraftan, yapılan bütün seçim hilelerine rağmen, AKP’nin aldığı oy düşmüştür. Yapılan hesaplara göre, bugün alınan oylarla milletvekili çıkarılacak olsa, AKP’nin çıkaracağı milletvekili sayısı 284’tür. Oysa son seçimlerde AKP’nin çıkardığı milletvekili sayısı 330’dur. 50 milletvekili kaybetmek, oldukça önemli bir başarısızlıktır.
Bu kadar büyük hilelere rağmen, AKP’nin bu kadar kan kaybetmesi, kitlelerin ona olan tepkisinin ne kadar büyüdüğünün göstergesidir. Yapılan hilelerin AKP’nin oylarını tam olarak ne kadar yükselttiğini kestirebilmek zor. Yine de kabaca bir tahminle yüzde 15’lik bir oynama olacağını öngörmek zor değil. Kitlelerin gerçek oylarının, gerçek tercihlerinin sandığa olduğu gibi yansıdığı durumda, AKP’nin hezimet yaşayacağını öngörmek ise hiç zor değil.
CHP, sistemin güvencesidir
Seçim sonuçlarının böyle çıkmasında, AKP’nin büyük bir zafer kazanmış gibi görünmesinde, CHP’nin önemli bir payı vardır. Bu seçimlerde “kazanmak” için çok çalışıyormuş gibi görünmesine rağmen bu böyledir.
Seçim hilelerine dönük olarak, yazıda kullandığımız bilgilerin çoğu CHP tarafından açıklanan, belgelenen, basında da yer alan bilgilerdir. Mesela 12 milyon “ölü seçmen”in varlığı, doğrudan CHP milletvekilinin açıklamasıdır. Keza geçen seçimlerde boş arsalara onlarca seçmen yazılırken, bu seçimlerde seçmen listelerinden adreslerin silinmesi, seçmen listesine bakan herhangi birinin görebileceği bir durumdur.
Herşey bir yana, salt bu önbilgi bile, seçimleri geçersiz kılmaktadır. Bu önbilgiler üzerinden gerçekten “halkçı” bir partinin, “bu koşullarda seçimlere girmiyoruz; önce seçmen listeleri düzeltilsin” diyerek protesto etme hakkı vardır. Aynı gerekçe salt CHP için değil, kendisine “devrimci” ya da “komünist” diyen reformist partiler için de geçerlidir. Bu noktadan başlayacak bir tepki hareketi, mutlaka sonuç alacak, seçmen listeleri tamamen düzeltilmese ve seçim hileleri tümden ortadan kalkmasa bile, önemli bir kalem baştan durdurulmuş olacaktır.
Ancak ne CHP, ne de reformist partiler buna karşı en küçük bir adım atmamışlardır. Çünkü düzen partileri için en önemli unsur, seçimleri kendisinin kazanması değil, kitlelerin düzene olan bağlılığının, sisteme olan güveninin, sandığın tek çözüm yöntemi olduğu düşüncesinin sürmesidir. Bu yüzden CHP seçim öncesinde seçmen listeleri konusundaki itirazlarını ve tavrını tırmandırmamış, homurdanmaların ötesine geçmemiştir.
BDP Genel Başkanı Demirtaş’ın seçimlerin ertesi günü Ankara’da kitleler sokaklara dökülmüşken “seçimlerde bize destek de köstek de olmadılar” demesi, sorunu katmerlendiren bir açıklamadır. Bütün ülkede seçim hilesi yapan AKP’nin, Kürdistan’da BDP karşısında hile yapmamış olması ihtimali yoktur. Zaten Demirtaş’ın sözlerinden sadece birkaç saat sonra, hem Urfa’da hem de ilçelerinde kitleler sokaklara döküldü, eylemlerin gücü karşısında sokağa çıkma yasağı ilan edildi. BDP ise, kitlelerin talebi doğrultusunda seçimlerin takipçisi olmak yerine, kitleleri yatıştırmayı seçiti. BDP’nin Urfa adayı Osman Baydemir, “oylarınıza sahip çıkamadık, hakkınızı helal edin” diyebildi. Bu son derece vahim bir durumdur; sahip çıkamıyorsanız, kitleleri neden sandığa, oy vermeye çağırıyorsunuz? Dahası kitleler kendi oylarına sahip çıkarken, bunun için sokaklara dökülmüşken, onları yatıştırıp evlerine gönderiyorsunuz? Böyle bir durumda kitle neden “hakkını helal etsin” ve neden sandığa güvensin!
Bunun sonuçlarını yakında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde somut olarak göreceğiz. 30 Mart seçimlerinde, seçime katılım oranı bir rekor kırarak yüzde 90’lara dayanmıştı; cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katılımın yüzde 70 civarında kalması bekleniyor. Bu kadar büyük ve çok yönlü seçim hileleri karşısında, hiçbir partinin somut bir adım atmadığını, oyların çöpe gitmesine gözyumduğunu gören kitleler, sonraki seçimlere katılmak için özel bir çaba sarfetmeyecektir. Kitlelerden oy isteyen her parti, bu seçimlerde oylara neden sahip çıkılmadığı sorusunu yanıtlamakla karşı karşıya kalacaktır.
CHP’nin ikinci önemli zaafı, seçim gününe ilişkin politikası konusunda çarpıcı biçimde kendini göstermiştir. Sandık müşahitlerinin genel olarak tutumu son derece önemlidir. Müşahitlere sandık başındaki olasılıklardan, tutanakları takibe kadar her aşamanın önemi konusunda önceden eğitim verilmesinden, seçim günü temel ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar, her aşaması özel olarak örgütlenmelidir.
Ancak CHP bazı istisnalar olmakla birlikte, genel olarak müşahitleri yönetme konusunda son derece yetersiz ve beceriksiz davranmıştır. Müşahitler içinde “18 saat boyunca tek bir CHP’li gelip ilgilenmedi, sandığı bırakıp tuvalete bile gidemedim” diyenler vardır.
Tutanakların takibi ise CHP açısından tam bir fiyaskodur. CHP en iddialı olduğu illerde bile, müşahitlerinin ezici çoğunluğu, son ana kadar sandık başında kalmamıştır. 16 Nisan tarihli Cumhuriyet.com.tr’nin haberine göre, CHP ülke genelinde toplam 194 bin 704 sandıktan, 78 bin 12 sandık tutanağını kendi sistemine geçirebildi. Yani sandık sonuç tutanaklarının sadece yüzde 40.22’si CHP’nin eline geçebildi. Bu, CHP’nin müşahitlerinin yüzde 60’ının, sandık sayımları gerçekleşmeden sandığı terkettiğini gösteriyor.
İllere göre dağılıma baktığımızda ise, bu tablo daha da vahim hale geliyor. CHP’nin doğru düzgün varlık göstermediği illeri bir kenara bırakalım; iddialı olduğu illerde bile, CHP’ye ulaşan sandık tutanaklarının oranı içler acısı bir halde. Mesela Eskişehir’de, sandık tutanaklarının sadece yüzde 49.53’ü CHP’ye ulaşmış. Hatay’da tutanakların yüzde 48.48’i, İstanbul’da yüzde 27.34’ü, İzmir’de yüzde 56.49’u CHP’nin kayıtlarına girebilmiş. Sadece Ankara’da yüzde 99’a ulaşabilmiş; onu da seçim sonrasındaki itiraz sürecinde reformist partilerden topladığı tutanaklarla gerçekleştirdiği biliniyor. Duruma bakınca, CHP’nin kazandığı yerleri bile, kendi çabası ile kazanmadığını söylemek, yanlış değildir.
CHP’nin üçüncü hatası ise, oyların peşine düşerek sonuçları düzeltme konusundaki umarsızlığıdır. Üsküdar’da CHP’li adayın tek başına bırakılması, Esenyurt gibi son derece çarpıcı ve somut hile yapılan bir yerde bile yüklenmemesi, İstanbul kadar iddialı olduğu bir alanda, doğru düzgün bir açıklama bile yapmadan geri çekilmesi, CHP’nin gerçekte durduğu yeri, “sistemin cansimidi” konumunu göstermektedir.
Farklı iki yer, Antakya ve Ankara’dır. Buralarda da aslında CHP’nin durdurmaya çalıştığı, kitle basıncıyla kısmen harekete geçmek zorunda kaldığı bir durum sözkonusudur. Antakya’da kitlenin eylemi, seçim sonuçları değiştirinceye kadar sürmüş, Ankara’da ise, YSK önündeki eyleme polis saldırısının arkasından, CHP’nin yangınsöndürücülüğü ile bitmiştir. Zaten Ankara’da, CHP’nin ilk açıklaması, seçimleri kaybetmeye razı olduğu yönündedir. Günün ilerleyen saatlerinde, Melih Gökçek’ten mutlaka kurtulmak isteyen kitlenin eylemi giderek yükselince, CHP mecburen harekete geçmek zorunda kalmıştır; ve ilk fırsatta da bu kitle yüzüstü bırakılmıştır.
CHP genel olarak bu seçimleri kazanmak için uğraştı denebilir. Burjuvazinin desteğini arkasına aldı, cemaatle ve MHP ile bu doğrultuda gizli ittifaklar kurarak önemli bir seçim çalışması yürüttü. Ancak bütün düzen partileri gibi, kitlelerin sisteme olan bağlılığının sürmesini, kendisinin seçimleri kazanmasından daha önemli gördü, görüyor. Bu nedenle, öncesinde seçmen listelerine güvensizlik oluşturacak adımlar atmadığı gibi, sonrasında seçim hileleri üzerine yüklenmedi. Kaybettiği yerlerde, sonuçları değiştirmek için genel olarak uğraşa girmedi. Kitlelerin seçim sonuçlarına güvensizleşeceği hiçbir adımı atmadı. Verilen oyların çöpe gittiğinin; daha çok oy alanın değil, daha fazla hile yapanın kazandığının görülmemesi için CHP de özel olarak uğraştı. Kitlelerin gözünde sistemin yıpranmaması için, kendisinin yıpranmasını; kitlelerin sisteme güvensizleşmesi yerine, kendisine güvensizleşmesini göze aldı. Ki bu sosyal-demokrasinin tarihsel misyonudur.
“Sosyal demokrasi”nin lanetli rolü
Burjuva aydınlardan reformist partilere, düzen kurumlarından devrimci yapılara kadar çok geniş bir kesim, AKP’nin “başarısı”nı ve “kitle profilini” tahlil etmeye çalışıyorlar. Oysa, AKP’nin resmi “zafer”i bile öylesine bıçaksırtında sonuçlara dayanıyor ki; mesela, bütün seçim tablosu aynı kalsa, sadece Ankara’da CHP yüzde 1 artış gerçekleştirerek seçimi kazanmış olsaydı, bütün tartışmalar tersine dönecek, herkes farklı konuşacaktı. Bu defa bütün kesimler, “CHP’nin başarısı”nı tahlil etmeye girişecekti. Sadece Ankara’daki 1 puanlık fark üzerinden… Çünkü “AKP’nin başarısı” tahlilleri böylesine dayanaksız, böylesine yüzeyseldi.
Diğer taraftan, ülkemizde “sol tabanın olmadığı” ya da “solun hiçbir zaman yüzde 25’leri aşamadığı ve aşamayacağı” yolundaki iddialar yeniden ısıtıldı. “Sosyal demokrat” ve reformist partilerin seçimlerde yaptığı hataların “suçu” kitlelerin üzerine atıldı, “bu halk adam olmaz” argümanı yeniden “tahlil”lerin dayanağını oluşturdu. Genel olarak söylenen, halkımızın dinci-gerici, muhafazakar, sağcı vb olduğu iddialarına, kitlelerin bilincinde hırsızlığın ve yolsuzluğun meşrulaştığı iddiaları da eklendi.
Ülkemizde seçimleri genel olarak “merkez-sağ” ya da “dinci-gerici” partilerin kazandığı, “sol-sosyal demokrat” partilerin en fazla ana muhalefet partisi olabildiği doğrudur. Ancak bunun sebebi, kitlelerin durumu değil, faşist diktatörlükle yönetilen ülkemizde, burjuvazinin tercihleri ve partilerin de buna uygun konumlanmasıdır.
Ülkemizdeki “sosyal demokrat” parti, sınıf mücadelesinin dinamikleri sonucunda kurulmuş bir parti değildir. TC’nin kurulduğu anda, kurtuluş savaşının yarattığı atmosfer içinde, doğrudan devlet partisi olarak kurulmuştur. TC’nin kuruluş dönemi katliamlarından, II. Emperyalist savaş dönemi ve sonrasındaki faşistleşme sürecinin tüm baskı ve terörü, bu devlet partisinin omuzlarındaki yüktür. Tek partidir, devletin tüm kararlarının, bürokrasideki tek uygulayıcısıdır.
Dünyadaki yaygın tanımıyla “sosyal-demokrat” kimliğini ise, sonrasında, kitle mücadelesinin yükselişinin bir evresinde, özellikle ’68 hareketinin yükselişi döneminde edinmiştir. Bu aşamadan sonra öncelikli görevi, ’68 hareketinin devrimci dalgasının kitleler üzerindeki etkisini kırmak, kitleleri sisteme-düzeniçi çözümlere entegre etmektir. Zaten aldığı en yüksek oy da, ‘70’lerin devrimci yükseliş dönemindedir. Ve gerek ‘70’lerde, gerekse sonrasında, en büyük katliamlar, ekonomik ve siyasi yaptırımlar, bu “sosyal demokrat” partilerin hükümet ortağı olduğu dönemlerde gerçekleştirilmiştir.
“Sosyal demokrasi”nin tarihsel görevi zaten budur. Almanya’da, I. Emperyalist savaş sonrasında yaşananlar bunun en somut, en çarpıcı örneğidir. Savaşı kaybetmenin suçu doğrudan sosyal demokrat partinin üzerine yıkılmış; burjuvazinin savaş politikaları gözlerden gizlenerek sosyal demokrat partinin “beceriksizliği” gibi gösterilmiş, oluşan atmosferde Hitler’in büyümesi sağlanmıştır.
“Sosyal demokrasi” için aslolan, burjuvazinin iktidarının sürmesi, kitlelerin kontrol altında tutulmasıdır. Bu nedenle, CHP’nin seçimleri kaybettiği koşulda itiraz etmemesi, kitleleri sokaklara dökerek seçim sonuçlarını değiştirmeye çalışmaması, hatta seçim hilelerinin bile üzerine gitmemesi, son derece anlaşılır bir durumdur.
Mücadele gücümüz,
tarihsel birikimlerimizdedir
Düzenin ideologları, ülkemizde “sol”un zayıflığını, halkın durduğu yeri, seçimlerde hangi partiye oy verildiğine bakarak değerlendirmeye çalışıyorlar. Oysa eğer seçimlerdeki tercihler üzerinden bir değerlendirme yapmak gerekecekse, partilerin durdukları yerden değil; vaatlerinden-söylemlerinden yola çıkmak, kitlenin tahlilini de buna bakarak yapmak gerekir. Ülkemizde genel olarak “solcu”, ya da “halkçı” partilere değil, ama “solcu” ya da “halkçı” söylemlere oy verilmektedir.
Mesela AKP gerçekte dinci-gerici ve başlangıçta takiyyeci bir partidir. Ancak AKP’nin 2002 yılında seçimleri kazanırken kullandığı slogan “değişim” ve “demokrasi” olmuştur. Öyle ki, AKP Türkiye’yi nihayet AB’ye sokacak ve ülkeye demokrasiyi getirecek tek güç olarak lanse edildi. Başta Kürt hareketi olmak üzere, birçok devrimci-reformist çevre bile, AKP’nin “statükocular”a karşı “değişim”i temsil ettiğini iddia edebilmişti. Keza anayasa referandumunda, “hayır” oyu verenleri “12 Eylül cuntasını mı destekliyorsunuz” diye yargılayacak kadar sahtekardı.
‘90’lı yılların ortalarında, Refah Partisi’nin seçim sloganı “adil düzen”di. Üstüste gelen ekonomik krizler, hak gaspları, artan yoksullaşma, Kürt halkına dönük vahşi saldırılara duyulan tepki vb üzerinden, “adil düzen” sloganı geniş kitleler üzerinde son derece etkili olmuştu. Oysa Refah Partisi de gerçekte, “iktidara tatlı mı geleceğiz, kanlı mı” diyen dinci-gerici bir partiydi.
1992 yılında Demirel, 12 Eylül öncesinde kitlelere dönük hak gasplarında en saldırgan başbakanlardan biri olan Demirel, “demokrasi” vaadederek ve çok büyük bir kitle desteğiyle seçimleri kazanmıştır.
1983 yılında ANAP, 12 Eylül askeri faşist cuntasının çıkardığı ve desteklediği adaya rakip olarak çıktığı için, 12 Eylül’e karşı olan bütün bir halk tarafından desteklenerek ezici çoğunlukla seçimleri kazanmıştır.
Daha tek partili dönemin bitip Demokrat Parti’nin yeni kurulduğu dönemde, DP’yi yönetime taşıyan, “Yeter! Söz milletin” sloganıdır.
Buna benzer sayısız örnek sözkonusudur. Bugüne kadar hiçbir parti, “ülkeye şeriat getireceğim”, “dini yaşam tarzını hakim kılacağım”, “faşizmi yaygınlaştıracağım”, “liberal ekonomiyi güçlendireceğim” diyerek seçimleri kazanamamıştır, kazanma ihtimali de yoktur. Ekonomik ve siyasi açıdan daha iyi bir yaşam sunacağını, diğerlerinden daha etkili biçimde propaganda etmeyi başaran parti, seçimleri kazanmaktadır. Hatta ANAP’ın ya da Demokrat Parti’nin ilk seçim başarılarında da net olarak görüldüğü gibi, kendini “sistem karşıtı” göstermeyi başaran parti, kitlelerin geniş kesimlerinin desteğini alabilmekte, seçimleri ezici çoğunlukla kazanabilmektedir. Bu tablo, kitlelerin gerçekte devletin kurulu düzenine karşı tepkilerinin büyüklüğünü göstermektedir.
Ülkemizin en büyük eksikliği, mücadele birikimlerinin ve kazanımlarının, birçok ülkenin proletaryasının gerisinde olmasıdır.
Mesela Yunan halkı, 1970’lerde Albaylar Cuntası’nı devirmekle övünen, anti-faşist geleneklere sahip bir halk olarak ayrı bir yere sahiptir.
Mesela Fransa “devrimler ülkesi” olarak anılmaktadır. İlk burjuva devrim olan Fransız İhtilali de, ilk proleter devlet Paris Komünü de, Fransa’da gerçekleşmiş, Fransa 1848 devrimlerinin de kalbi olmuştur.
Mesela Şili’de diktatörlük, kitle eylemleriyle yıkılmış, diktatör yargılanmıştır.
Bizim tarihimizde böylesine görkemli zaferler yoktur. Bu durum ülkemiz işçi ve emekçilerinde bir özgüven eksikliği oluşturmaktadır.
Aslında ülkemizde sınıf mücadelesi tarihinde, son derece büyük ve önemli kazanımlar vardır, ancak bunlar çok sınırlıdır. Mesela 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde, yüzbinlerce işçi sokaklara dökülmüş ve devlet sendika yasasını geri çekmek zorunda kalmıştı. Keza 1976 sonrasında Profilo ve DGM direnişleri başta olmak üzere, proletaryanın önemli eylemleri, direnişleri, işgalleri ve kazanımları sözkonusudur. 2010 yılında Taksim’in 1 Mayıs’a açılması ve resmi tatil ilan edilmesi, 2004 yılından itibaren başlayan Taksim direnişlerinin sonucudur. 1991’de, Turgut Özal’ın tahtını sallayan ve onun önlenemez inişini başlatan unsur, büyük Zonguldak işçi direnişi ve Ankara yürüyüşüdür. Erdoğan’ın yediği ilk darbe de, yine işçilerden, 2010 Ocak ve Şubat aylarına damgasını vuran Ankara Tekel direnişinden gelmiştir.
Proletarya önemli bir güce sahiptir ve bu gücü ortaya koymayı başardığı dönemlerde, burjuvazinin planlarını altüst etmeyi, kendi mücadele tarihine önemli başarılar kaydetmeyi başarmıştır. Ancak bu tarih, kendi içinde sürekliliği olan bir akışa sahip değildir. Devrimci önderliklerin zayıflıkları, bunun en önemli nedenidir.
Haziran’da gerçekleşen ayaklanma da, bu direniş tarihinin doğrudan uzantısı konumundadır. Ülkenin dört bir yanında, milyonlarca insanın sokaklara dökülmesi, Taksim başta olmak üzere birçok kentin meydanlarında iki hafta süren işgali son derece önemlidir. Kitleler ayaklanmış, kendiliğinden yönetim organları oluşmuş, devlet işleyişi altüst olmuştur. Erdoğan’ın ve AKP’nin güç ve otoritesinin ciddi bir sarsıntı yaşaması, burjuvazinin ona olan desteğinin de zayıflaması, Haziran Ayaklanmasının somut sonuçları arasındadır. Kitleler Haziran Ayaklanmasında AKP’yi fiilen yerle bir etmiş, ancak resmi olarak hükümeti düşürmeyi başaramamıştır. Bunun belirleyici nedenlerinden birisi, yine devrimci önderliğin zayıflığıdır.
Haziran Ayaklanması
kitleleri dönüştürdü
Haziran direnişi, somut görünen kazanımlar elde etmeden, ileri sürdükleri taleplerin önemli bir kısmı karşılanmadan bitmişti. Üstelik de vahşi bir polis saldırısıyla dağılmıştı.
Ancak gerçek kazanımlar sonradan ortaya çıkmaya başladı. Devletin Taksim Gezi Parkı’nın güzelleştirmesi ilk hamleydi. Mahkemelerin herbiri, kitlelerin baskısıyla güçlenmiş, istenen düzeyde olmasa bile devletin teşhiri ve polislerin yargılanması konusunda adımlar atılmıştı. Mahkeme, Taksim’le ilgili “betonlaştırma” projelerini iptal etmişti.
Ayrıca daha önemli ve daha somut gözle görülmeyen sonuçları da vardı. Mesela Suriye’ye savaşa girme hazırlıkları, genel olarak Haziran direnişinin, özel olarak da Antakya’daki direnişin etkisiyle boşa düşmüş; kitle desteğini arkasına alamayan hükümet, savaşa girme cesaretini gösterememişti.
Mesela, genel olarak kitlelerin havası değişti. Hem gençler, hem de işçi ve emekçiler, daha cesur, daha rahat, özgüveni daha yüksek bir profil çizmeye başladı. Öncesinde toplu ulaşım araçlarından kent meydanlarına kadar kamunun her alanında dinci gerici kesimler, daha pervasız davranırken, kısa şort giydi diye kızlar saldırıya uğrarken, her ortamda irticacı tipler “dini nasihat”leri yüksek sesle anlatılırken, Ramazan ayında oruç tutmadığını göstermek büyük bir cesaret isterken, Haziran sonrasında bu hava değişiverdi. Daha laik, daha serbest, gençlerin daha özgür davrandığı, dini söylemlerin rahatlıkla eleştirilebildiği bir ortam oluştu. Böyle olması doğaldı da; Haziran ayaklanmasına katılan milyonlarca kişi, devletin baskısına başkaldırırken, “mahalle baskısı”na karşı da mücadele etmeyi öğrenmişti. Yanlız olmadığını görmüş, kendi gücüne güvenmiş, yanındakilerle birlikte “başarmayı”, birbirine destek olarak direnmeyi kendi pratiğiyle sınamıştı.
Berkin’in cenazesine 3 milyon kişinin katılması, Haziran’da bir kere özgüvenini kazanmış kitlelerin, öfkesinin taşmasıydı.
1 Mayıs’tan iki gün önce, İstanbul’da gaz maskesi satan dükkanların önünde kuyruk oluşması da, bu öfkenin, kazanma hırsının ve devlete olan tepkinin ifadesiydi.
Devlet; sosyal demokratıyla, faşist saldırılarıyla, burjuva aydınıyla, liberal yazarlarıyla, polisiyle, gaz bombasıyla, kısacası elindeki bütün olanaklarıyla, bu kitle direnişini bastırmaya çalışıyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla ortaya saçılan pisliklere karşı tepkinin, eylemle değil oy kullanarak gösterilmesinin zorlanması, bu çabanın ürünüdür. Ancak bu da boşa düştü. Sandıktan, kullanılan oylar değil, yapılan hileler çıktı.
Seçim sonuçlarına seçim hilelerinin damgasını vurması, kitlelerin devlete karşı güvensizliğini pekiştiren bir unsur oldu. Ankara’da YSK önünde yapılan eylem sırasında, bir kadının, “ayakkabı kutularınız sizin olsun, benim oyumu geri verin” haykırısı oldukça çarpıcıydı.
Sandığa çağıran her kesim kaybetti
En büyük kayıp, cemaat-CHP ittifakına aittir. Seçim öncesinde büyük umutlar vaadeden bu ittifakın başarısız olması, kitle hareketinin geleceği açısından, aslında iyi bir sonuçtur. CHP’nin kendisi elbette burjuvazinin hizmetinde bir düzen partisidir. Ama tabanı, içinde ulusalcılar da olmakla birlikte, asıl olarak AKP’ye tepki duyan, laik, demokrat-emekçi bir kitledir. Ve bu kitle Haziran direnişi sırasında AKP’ye karşı sokaklara dökülmüş, çatışmış, AKP’yi yerle bir etmek için tüm gücüyle uğraşmış bir kitledir. CHP bu kitlenin önüne, AKP’ye alternatif olarak cemaati koymuştur; bir dinci-gerici partiye karşı başka bir dinci gerici tarikat, bir Amerikancı partiye karşılık bir başka Amerikancı güçtür sözkonusu olan. Dinci gericiliğin bir kanadını, dinci gericiliğin başka bir kanadından destek alarak yenmeye çalışmış, kitleleri de buna yedeklemeye çalışmıştır. CHP-Cemaat ittifakı kazanmış ve AKP’yi yenmiş olsaydı, laik-demokrat kesimlerde bile, cemaate karşı hoşgörü, dinci-gerici yapılanmaya karşı “borçluluk” duygusu oluşacaktı.
Seçim sonuçlarının yenilgi getirmesi, durumu tersine çevirmiştir. Cemaatin aslında yansıttığı kadar güçlü olmadığının görünmesi, kitlelerde bu kesimlere karşı küçümseme oluşturmuştur. Buna ek olarak 17 Aralık operasyonu sürecinde “dinciliği kullanarak her pisliği yapıyorlar” düşüncesi de çok geniş kesimlere yayılmıştır. Bu ikisinin birleşmesi, genel olarak dinci-gerici kesimlerin sesinin kısılmasına, onların pervasızlığının törpülenmesine, geniş kitlelerde laik eğilimlerin güçlenmesine neden olmuştur. Önümüzdeki dönemde, bu daha belirgin olarak kendisini gösterecektir.
CHP ise, MHP ve cemaat ile yaptığı ittifaka ilişkin büyük bir çalkantı yaşamaktadır. Seçim öncesinde başlayan rahatsızlık, “AKP’yi yenme” konusuna odaklanıldığı için, fazla su yüzüne çıkmamıştı. Bu ittifaka karşın başarısızlık, CHP içindeki demokrat kitlenin büyük tepkisini çekmiş, seçimlere de CHP’ye de güvensizleştirmiştir. Seçim hilelerine karşı somut adım atılmaması da, bu güvensizliği derinleştirmektedir.
HDP-BDP, bu seçimlerden güçlü çıkmış olarak görünmektedir. Gerçekte ise, BDP’nin, kendi başarısından çok, konjonktürden faydalanarak ilerlemesi sürmektedir. Suriye ve savaş ortamı, Kürt kitlesinin zorunlu olarak BDP’ye yönelmesine neden olmaktadır. Belediye sayısındaki artış, bunun göstergesidir. Diğer taraftan, seçimlerde oy hilelerine karşı BDP’nin de direnmemesi; Öcalan ve Sırrı Sakık’ın MİT’e dönük övgüleri; her kritik aşamada BDP’nin AKP’ye destek olması; kitlelerin genel olarak tepkisini çekmektedir. Seçimlerde büyük bir hezimetle karşılaşan, kendinden beklentileri karşılayamayan ve BDP’nin geleneksel oyunu aşmayı başaramayan HDP, tartışmalı bir pozisyona girmiştir. Bu, BDP’nin de HDP’ye katılma kararı almasına, birlikte daha etkin bir parti kurulması kararına rağmen böyledir. Kurulacak olan parti, devrimci-demokrat-reformist kimi kesimleri, Kürt hareketine yedeklemek, Kürt hareketinin metropol ayağını oluşturmak amaçlıdır. Bazı kesimler, buna hızla enterge olacaktır elbette. Ancak Kürt hareketinin AKP ile işbirliği yaptığı dönemlerde, bazı bileşenler için tartışmalı bir durum oluşacaktır.
AKP ise, seçimlerde hegemonyasını kurmasına rağmen, kitleler üzerinde hegemonya kurmayı başaramamasıyla kaybetmiştir. 1 Mayıs’ın, estirilen bütün teröre rağmen bu kadar cesur, militan ve kararlı geçmesi, bunun göstergesidir.
* * *
“Genel oy hakkı birşeyleri değiştirecek olsaydı, onu da kaldırırlardı” sözü; egemenlerin tercihlerinin dışında seçim sonucu olmayacağını (sadece AKP’nin hileleri yönüyle değil, CHP’nin itirazsız kabullenişi yönüyle de) çok çarpıcı olarak bir kez daha kanıtlandı. Kitleleri sandığa ve sisteme bağlamak için o kadar büyük uğraşlar verilmesine rağmen, kitleler sandıkta çözüm olmayacağını bir kere daha gördüler. Ve bu koşullarda, gerçek başarıyı elde ettikleri tek noktaya, sokağa yeniden bakmaya başladılar.
Haziran direnişi, kitlelerde önemli bir direniş kültürü, dayanışma bilinci, haklarını kopartarak alma iradesi oluşturdu. Berkin’in cenazesi, Haziran sonrasındaki ilk görkemli eylemdi. 1 Mayıs, seçimlerde elde edemediğini, “kavga günü”nde elde etmek için sokaklara dökülen kitlelerin direnişiydi. Bu tablo, kitlelerin direniş ve eylem gücünün, bundan sonra daha da artacağının; sorunlarını kendi elleriyle çözme, taleplerini kendi eylemiyle gerçekleştirme çabasının büyüyeceğini gösteriyor.
Burada en büyük eksiklik, devrimci önderlik zayıflığıdır. Kitlelerin eylemini yönetecek, doğru hedeflere seferber edecek, ülkemiz mücadele tarihine görkemli zaferler kazıyacak olan tek unsur, ayağa kalkmış kendiliğinden kitlenin, devrimci öncüsüyle buluşmasıdır.