26-27 Nisan’da İstanbul’da “Uluslararası Hapishaneler Sempozyumu” yapıldı. Sempozyumda hasta tutsaklar başta olmak üzere tutsakların durumu konuşuldu. Türkiye’deki hapishanelerde kadın tutsaklar içinde en uzun süre kalan Nevin Berktaş da sempozyuma konuşmacı olarak katıldı. Nevin Berktaş’ın yaptığı konuşmayı yayınlıyoruz. Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur.
Hepiniz hoşgeldiniz arkadaşlar,
Hapishaneler söz konusu olunca örgütlenmenin anlamı daha da büyüyor. Bu ve benzer bir araya gelmelerle, tutsakların sorunlarını örgütlü bir güçle yenmek mümkün olabiliyor. Elbette bu sistem içinde sorunları tümüyle ortadan kaldıramayız, ama en aza indirmek ve koşulları düzeltmek de örgütlenmekten geçiyor. Tutsaklar en zor koşullarda dahi mutlaka örgütleniyorlar, ama dışarı ayağı eksik kalırsa, onları büyük zorluklar bekliyor. Dışarıdaki bizler ne kadar örgütlü olursak, onların sorunları da o oranda azalabiliyor. İşte şimdi bunu yaratmaya çalışıyoruz ve eminiz ki başaracağız.
Öncelikle bize büyük bir direniş mirası bırakan ve Ölüm Oruçlarında, katliamlarda ölen ama yenilmeyenlerimizi saygıyla anıyorum. Sizleri ve içerideki arkadaşlarımızı buradan selamlıyorum.
Bize deniyor ki, “özellikle AKP döneminde hapishanelerde hatta şubelerde işkence ortadan kalkmıştır”(!) Ne sadece AKP döneminde, ne de daha önceki dönemlerde işkence eksilmedi oysa. Koca bir 12 Eylül dönemini, ‘90’lı ve ‘2000’li yılları da hapishanede geçirmiş biri olarak bunu tereddütsüz söyleyebilirim. 2007’de tahliye oldum, ama 2010 yılında kısa da olsa tekrar tutuklandım. Dolayısıyla ne ‘90’lar ne de ‘2000’lerde işkencenin ortadan kalkmadığını bizzat kendi yaşantımda da gördüm. Gerilettiğimiz zamanlar oldu, hatta koşullarımızı düzelttiğimiz ve yüksek haklar aldığımız zamanlar da oldu. Ama bütün bunlar büyük bedeller uğruna başarıldı. Yani politik tutsaklar ve onların yakınları başardı. İlk fırsatta da bu haklar gaspedilmeye çalışıldı.
İşkence, 12 Eylül dönemine has bir uygulama değildir. Kaldı ki o dönem de işkencenin olmadığı söyleniyordu. Biz direnerek ve büyük zorluklarla kamuoyuna duyurarak, işkencenin varlığını gösterebilmiştik. Bir fark var ki, o dönem gizleyebiliyorlardı, ama bu dönem hem çok pervasızca yapıyorlar, hem de zaten duyurma olanaklarımız daha çok…
“Duyurma olanaklarımız çok” dedimse, bu yine onların lütfu değil, aksine tutsakların direnci ve yaratıcılığı sonucudur. Ayrıca 12 Eylül işkenceleri öylesine teşhir edilmiştir ki, şimdi “o dönem işkence yapılmamıştır” diyemez hale geldiler, ama bu sefer de gelen her hükümet, işkence sanki o döneme özgüymüş gibi davranarak, kendi döneminde işkence yapılmadığı yalanına başvurmuştur.
İşkence devam ediyor: “Hapishaneler İzleme Kurulu” üyeleri olan TTB, DİSK, KESK, TİHV, İHD, ÇHD ve TAYAD’a 2011 yılında hapishanelerden gelen mektuplardan, avukatları ve aileleri aracılığıyla yapılan veya da şahsi başvurulardan ve yazılı–görsel basından elde edilen bilgilerden derledikleri veriler var.
İşkence ve kötü muamele-724
Sağlık Hakkı ihlali ve tedavisi yapılmayanlar-617
Disiplin Cezası ve Görüş yasağı-629
Sevk uygulamaları ihlali (sürgün ve sevk istemleri reddedilenler dahil)-698
İletişim, haberleşme ve Anadil uygulamalarından doğan ihlaller-407
Beslenme, ısınma ve fiziki koşullardan doğan hak ihlalleri-316
Diğer yaşanan hak ihlalleri-128
Hapishanede ölümler-44
Bunlar üç yıl önceye ait, ama daha geçenlerde Adana’da, basın açıklamasına benim de katıldığım, ‘Kürkçüler Hapishanesi’nde Gezi Tutsakları ESP PM üyesi Murat Akıncı ile SDP üyeleri Bedrettin Akdeniz ve Mahmut Yiğit’e işkence yapıldı. Bir arkadaş ring aracından inerken, gardiyanları yaşlı bir adli tutsağı döverlerken görüyor ve müdahale ediyor. Olay bu. Arkası geliyor. Önce müdahale eden arkadaş revirlik olacak kadar çok dövülüyor. Hücresine götürüldüğünde hücre arkadaşları bu durumu protesto edince, bu sefer topluca dövülüyorlar. Hem de bu dövülme öyle basit bir arbede esnasında olmuyor. Aksine son derece organize bir işkence seansı yaşıyor arkadaşlarımız. Robokop elbiseleri içinde 30 kişilik ekiple işkence yapılıyor. Ve saldırıya uğrayanlara “bize saldırdınız” diyerek kağıt imzalatmaya kalkıyorlar. Davacı olmak istediklerinde de savcılığa başvurmaları engelleniyor.
Daha geçen ay da Tekirdağ hapishanesinde de bir MLKP tutsağı özel bir hücreye alınarak SEGBİS (Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi) ile ifade vermeye zorlandı. Bu şekilde ifade vermeyi reddedince, 26 Mart 2014’de saldırıya uğradı ve SEGBİS hücresinde kamera ile görüntü alındı. Hücrede yerde oturur vaziyette olan Ali Haydar Saygılı’nın başında 5-6 gardiyan vardı. Bütün bunlar hakim talimatı ile ve yatağından zorla kaldırılıp yapılıyordu.
Yine bu yılın Şubat ayında Bolu T Tipi Kapalı Hapishanesi’nde Bilal Alanta ve arkadaşları işkenceden geçirildi. Yöntem hep aynı… Hapishanede “A Takımı” olarak adlandırılan “Robokop” giyisili gardiyanlar, koğuşa dolmuş ve koğuşta bulunan tutsakları darp etmeye başlamışlar. Yüz üstü yere yatırılmış; kafalarına, sırtlarına, karın boşluklarına, kollarına ayakları ile basarak-vurarak işkence yapmışlardır. Tutsaklar koğuşlarında sırt üstü yere yatırılıp, darp ve küfür eşliğinde koğuşlarından sürüklenerek “süngerli oda ve güvenlik odası” diye tabir edilen hücrelere götürülmüşler.
2000’li yıllarda “hücre tipi” hapishanelere geçilmesiyle birlikte, söylenenin aksine işkence artmıştır. Verdiğim bu son örnekler ise, son birkaç ay içinde olan işkencelerdir. Özellikle “robokop giysili işkence ekipleri” ile işkence yapılmaktadır. Çıplak arama ise, çok can yakmaya devam ediyor bugün de. Sürgünler ve sevklerde “hoş geldin” dayakları, sayımda nizama geçiş uygulaması, hazırola geçiş isteme, ayakta sayım almayı zorlama, aniden hücrelere girip işkence yapma… Bunların, bizim de yaşadığımız 12 Eylül uygulamalarından hiç farkı yok.
Hapishanelerde yaşanan sorunlar
Kapasite üzerinde tutsak var: Türkiye’de 328’i kapalı olmak üzere 377 cezaevi vardır.
Sadullah Ergin Adalet Bakanı iken yaptığı açıklamada, 5 yıl içinde 153 yeni cezaevi yapacaklarını duyurmuştu. Bunlardan 41’inin yapımının devam ettiğini de açıklamıştı. Yeni yapılan cezaevleri ile, 106 bin 831 kişilik ek kapasite ile daha artmış olacakmış. 2014 yılında da 64 cezaevi açılması hesaplanmaktadır. 2013 yılında hapishanelerde 140 bin 520 kişi bulunmaktaydı. Sadece son yedi yıllık dönemde cezaevlerinde nüfus 2,5 misli artmıştır yani.
Disiplin cezaları: 12 Eylül dönemini aratacak şekilde çok kullanılmaktadır. Ve bu cezalar tecriti ağırlaştırmak ve infaz yakıp daha fazla yatırmak için özellikle verilmektedir. Ama işin özü bundan ibaret değildir. Devrimci tutsakları yıldırmak ve inançlarını zayıflatmak ya da tümden vazgeçirmektir asıl amaç. Ve esas olarak da devrimci tutsakların nezdinde toplumsal bir suskunluk yaratmaktır…
Bir yandan da böylece tutuklu ve hükümlüler, aile görüşü yasakları, mektup yasakları, gazete ve kitap yasakları, telefon yasakları, ortak kullanım alanlarına çıkma yasakları, hücre cezalarıyla dış dünyadan soyutlanmakta ve örgütsüzleştirilmektedir. Ve bu bir 12 Eylül uygulamasıdır. O zaman da üst üste 15 günlük hücre cezası alanların infazı yanıyordu. Hatta üç kez 15 günlük hücre cezası alanlara Adalet Bakanlığı’nın onayı ile altı aylık hücre hapsi verilebiliyordu. Bir de katıksız hücre hapsi vardı. Bu da hücrede sadece günde bir ekmekle yaşamak demekti. Bugün bunu bile uyguladıkları oluyor.
Altı yıl fazladan yatmış biri olarak, infaz yanmasının ya da lehimize çıkan yasaların uygulanmamasının ne demek olduğunu kendi yaşamımdan da biliyorum. İnfaz yanması zaten korkunç bir uygulama, ama “infaz yanması ihtimali” de bundan çok farklı değil. Bu tehdit, hep tutsakların başında “Demoklesin Kılıcı “gibi sallanır. Disiplin cezalarının bir yönü de infaz yakmaya dönüktür. Tahliye olması gerekirken disiplin cezaları nedeniyle dışarıya çıkamayan çok sayıda tutsak var.
Ankara-Sincan 1 Nolu F Tipi Hapishanede politik tutsakların yaptığı ve Adalet Bakanlığı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na gönderdikleri derlemeye göre; 1 Ocak 2013 ile 1 Mart 2014 tarihleri arasında yani sadece son bir yıl içerisinde, 41 tutsağa çoğunluğu 11-15 gün olmak üzere toplam 2 bin 60 gün hücre hapsi cezası verildi. Yine 41 tutsağa 1-2-3’er aylık süreler halinde toplam 197 ay ziyaretten men cezası verildi. 41 tutuklu 1-2-3’er aylık süreler halinde haberleşmeden men cezası ile cezalandırıldı. Haberleşme cezasının süresi toplam 136 ayı buluyor. Ayrıca 33 tutsak da toplam 38 ay boyunca sosyal ve kültürel faaliyetlerden men edildi.
Öte yandan, son yıllarda mobese ile tutsakların her anını gözleme uygulaması var. Yine aynı derlemeye göre tutsakların bulundukları hücrelerin havalandırmalarına takılan mobese uygulamasını kabul etmeyip kameraları kıran, söken ve görüntü almasını engelleyenler, sürekli disiplin cezalarıyla cezalandırılmakta ve tahrip edilen mobeselerin ücretleri tutsaklardan alınmaya çalışılmaktadır…
Onur kırıcı çıplak arama: 12 Eylül hapishanelerinin en ünlü işkencelerinden biri de çıplak arama idi. Bugün bu uygulama boyutlanarak sürmektedir. Üstelik tıpkı 12 Eylül’ün askeri hapishanelerinde olduğu gibi işkenceciler “yavuz hırsız” misali üste çıkmakta ve karşı davalar açmaktalar. İşkenceyi yapan onlar, ama sanki tutsaklar onlara saldırmış gibi “görevliye mukavemet”ten tutsaklara dava açılmaktadır. Bu da 12 Eylül uygulamasıdır. Metris Askeri Hapishanesinde, 1983 yılında bana da aynı şeyleri yapmışlardı. Çıplak arama yapan ve işkence eden kadın polislere ben saldırmışım gibi dava açtılar ve askeri mahkeme de bana 6 ay hapis cezası ile para cezası vermişti.
Çıplak arama bugün özellikle de sürgün sevklerde, hatta olağan sevklerde de uygulanmaktadır. 2012 yılında İzmir Şakran ve Adana-Karataş hapishanelerinde kadın tutsaklara yapılan uygulama hatırlardadır. İşkenceli, tacizli, çıplak şekilde askerlere de göstererek yapılan bu onur kırıcı uygulama, İHD raporlarında da ayrıntılı olarak geçmektedir.
Ama bu uygulama öyle büyük bir yaygınlıkla kullanılmaktadır ki, İHD raporlarına göre de, sadece 2013 yılının ilk dokuz ayında, çıplak arama ve bu arama esnasında yapılan onur kırıcı muamele ve şiddet kullanılmıştır. Aynı zamanda tükürük örneği alma, hücrelere yapılan baskınlarda yaşatılan darp ve kötü muameleler başta olmak üzere toplam 544 kişi işkence ve kötü muamele ile karşılaşmıştır.
Sürgün sevkler de çok fazla artmıştır. Olağan sevkler bile büyük bir işkenceye dönüştürülürken sürgün sevklerde yapılan işkence korkunç boyutlara varır. Çıplak aramanın yapılması başlı başına tüyler ürpertir. Sürgünler tek başına tutsakların yaşamını alt-üst etmiyor aynı zamanda ailelerin de yaşamını derinden etkiliyor.
Görüşçüler: Görüşçülere yapılanlar da tutsaklara uygulanan baskı ve işkencenin bir parçası olarak on yıllardır devam ediyor. Ailelerimiz, yakınlarımız, avukatlarımız, kapılarda aşağılandı, dövüldü, hatta çeşitli gerekçelerle gözaltına alındılar. Benim aileme de on yıllar boyunca yapılanlar, neredeyse bana yapılanlara denk düşmüştü. Hatta yapılan her ne olursa olsun, onlar için daha ağır bir uygulama olduğunu söylemeliyim.
Tahliye olduktan sonra, tutuklanan bir yoldaşımın “üç arkadaş görüşçü”sünden biri bendim. Bir görüşçünün neler yaşadığını izleme fırsatım da doğdu böylece. Yani ben hapishanedeyken ailelerimizin bizleri görmek için geldiklerinde nelerle karşılaştıklarını bizzat yaşayarak da gördüm. Her zaman olduğu gibi İstanbul-Metris hapishanesinde iki ay gözetimde tuttuktan sonra, ta Karadeniz’e gönderdiler yoldaşımı. İşkenceleriyle ünlü Metris’te ‘80’lerde uğradığım işkencelerden yaklaşık otuz yıl sonra oraya görüşe gitmek, başlı başına bir işkence oldu benim için. Retina taraması ile de burada karşılaşmış oldum ayrıca. Metris’ten sonra Trabzon’a gidip gelmeye başladım. Uçak çok pahalı olduğu için otobüsle gidiyordum. Yirmi saat gibi uzun ve yorucu bir yolculuk yaptıktan sonra öğleden sonraya kadar da kapıda bekliyordum. Sonra saatler süren arama ve bekleme faslı başlıyordu. X-R araması yetmiyor ayrıca kadın gardiyanlar tarafından aramaya tabi tutuluyorduk. Bu sözde normal aramaydı, ama üst araması bile çirkin bir şekilde yapılıyordu. Görüşçülerimize getirdiğimiz giyisilerin, ihtiyacı karşılamayan, çok sınırlı olması yetmezmiş gibi, mutlaka mağazadan yeni alınmış olması şartı koşuluyordu.
Bugün görüşçülere yapılan uygulamalar tam bir işkencedir. Ziyaretçilere kayıt esnasında onur kırıcı şekilde davranılmaktadır. Hakaret edilmekte, gözaltı tehditlerine maruz kalmaktadırlar. Ziyaretçilerin kayıt işlemleri sırasında alınan bilgiler, Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’ne verilmektedir. Kadın görüşçülerin iç çamaşırlarına kadar bakılmakta, bazen giysileri soyulmaktadır. Duyarlı kapıdan geçerken metale karşı duyarlı cihaz en ince ayara alınmış durumdadır. Öyle ki kemer-ayakkabı bir yana, iç çamaşırlarındaki teller, saç tokaları dahi alarm verebilmekte, avukatlar üzerlerindeki metal eşyaları hatta sutyenlerini dahi çıkarmaya zorlanmakta ve defalarca bu kapıdan geçmek zorunda kalmaktadır. Ayrıca ayakkabılar duyarlı kapıdan geçmeden önce çıkarılmakta X-R cihazından geçirilmekte ve duyarlı kapıdan terlikle geçilebilmektedir. Duyarlı kapıyı geçebilme başarısını gösterenler için elle üst araması aşaması başlamaktadır. Avukatlar veya insan hakları gibi kurumlardan heyet şeklinde gelenler, X-R cihazından geçilmesine rağmen, onur kırıcı, aşağılayıcı, taciz boyutuna varan elle aramalara tabi tutulmaktadır. Elle arama sırasında ayakkabı çıkartılması ve aranması istenmektedir.
Sağlık: Hapishanelerde aile hekimliği uygulamasına geçilmiştir ve aile hekimleri hapishanelere haftada iki kez gelmektedir. Yani tutuklu ve hükümlüler aile hekimini beklemek zorundadır. Revirlerde her zaman doktor olmuyor. Revirlerden polikliniklere ve polikliniklerden 3. Basamak sağlık hizmetlerine sevk işlemlerinde aylarca sıra bekleniyor.
Zorlukla bir hastaneye sevk gerçekleşirse bu sefer de kelepçeli olarak, asker ve gardiyanların önünde muayene dayatması söz konusu. Sağlıksız ring araçlarıyla hastaneye götürülüyor. Ring aracına mobese takılıyor ve doğal olarak tutsaklar bu uygulamaya karşı çıkıyor. Çünkü ring aracının içinde bile gözetlenmek, son derece rahatsızlık veriyor insana. Öte yandan tedavi sürecinin kesintiye uğraması ve farklı farklı doktorlara götürülmesi de tedaviyi engelliyor.
2010 yılında Bakırköy Hapishanesinde kalırken, Özgür Gelecek dergisi yazarı ve çevirmen olan Suzan Zengin arkadaşımızın bu tür uygulamalar nedeniyle tedavi olamadığına tanık oldum. Tahliye olduktan hemen sonra Suzan’ı kaybettik biliyorsunuz.
Kelepçelerin doktor muayenesinde çıkarılmaması, ölümleri artıran bir uygulama. Devrimci tutsakların bu onur kırıcı uygulamayı kabul etmesi düşünülemez. Bu uygulamaya, Hipokrat yemini yapmış olan fakat yemine uygun davranmayan bazı hekimler de hiç karşı çıkmıyorlar. Oysa doktor ve hasta ilişkisi özeldir. Tutsaklar muayene olurken odada ne bir kimse bulunmalıdır, ne de kelepçeli muayene edilmelidir.
Hasta tutsaklar serbest bırakılmalıdır
Ölümler ve hasta sayısı ürkütücü boyutta. İHD ve THİV verilerine göre, 163’ü yaşam tehlikesi olmak üzere 544 hasta tutuklu var. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, son 13 yılda 2 bin 300 tutuklu, hapishanede yaşamını yitirdi. Ocak 2013’de yapılan yasal değişiklikle, siyasi hasta tutsakların bırakılması, Adalet Bakanlığı’nın “siyasi tutsakların topluma karşı bir tehdit oluşturdukları” dayanak gösterilerek daha da zorlaştırılmıştır.
İnsan Hakları Dernekleri (İHD), ağır hasta tutsak sayısının 550 civarında olduğunu söylüyor. Adalet Bakanlığı’na göreyse bu sayı 330. Ağır hasta ve kendine bakamaz durumda bulunan tutsaklardan 115’i ciddi anlamda ölüm sınırında. 2012’de hapishanelerde 262 tutsağın öldüğü belirtiliyor. Haftada 5 tabut çıkmaktadır hapishanelerden. Bu da demek oluyor ki, devlet, hapishanelerde açıkça cinayet işliyor.
Diyebilirim ki, hiçbir dönem hapishanelerde bu kadar çok hasta olmadı. Çok fazla katliam yaşandı bizde. Çok fazla Ölüm Oruçları yapmak zorunda bırakıldık. 1982 Diyarbakır, 1984 İstanbul Metris-Sağmalcılar Ölüm Orucu, 1996 ve 2000’de ülke çapında yapılan Ölüm Oruçları ve Diyarbakır, İzmir-Buca, Ümraniye, Ankara-Ulucanlar gibi katliamlarda ve başka şekillerde ölenlerimiz oldu. Şimdi de hücrelerde hastalıklara bırakarak cinayet işliyorlar. Bu ‘hücre tipi hapishaneler’in ürünü.
Ocak 2013’te kanuna “ağır hastalık veya sakatlık nedeniyle cezaevinde hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen tutsakların cezasının, iyileşinceye kadar geri bırakılacağı” hükmü eklendikten sonra, Mayıs 2013’e kadar 460 tutuklu ve hükümlü tahliye talebiyle başvuru yapmıştır. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında cezaevinde 14 kişi rapor beklerken ölmüştür. Rapor için başvuruda bulunan on kişiden sadece birine yanıt verilmiştir. Toplam rapor için başvuruda bulunan 460 başvurudan 417’sine ret verilmiştir.
* * *
Bunlar en temel sorunlar, ama sorunların tamamı değil. Görüldüğü üzere eğer biz onların sorunlarına sahip çıkmazsak hapishanelerde çok fazla ölüm yaşanacak.
İçeride ve dışarıda hücreleri parçalamanın yolu da örgütlenmekten geçiyor. Bunun ilk ayağı olarak, merkezi bir örgütlülüğe bağlı olarak çok miktarda gönüllülerden oluşan “tutsaklara özgürlük komiteleri” kurulmalıdır. Öncelikle uluslararası merkezi bir örgütlülük yaratmak gerek ve bu sempozyum ilk adım olabilir.
Çok ağır bedeller ödendi; ama biz biliyoruz ki, Jose Marti’nin dediği gibi “Pencereden dışarıya baktığınızda güneşi engellemiyorsa gökyüzü sizden, onursuzluğun sancısı ağır bir tokat gibi inmiyorsa suratınıza, birileri yaşadığınız günlerin bedelini ödediği içindir.”
Proleter Devrimci Duruş Dergisi Yazarı
Nevin Berktaş