Trump Ortadoğu’yu karıştırdı

arka-logo

Trump daha göreve başlamadan önce, ABD’nin dış politikasında önemli değişmeler yaşanacağı ifade ediliyordu. Buna göre, Rusya ile yakın ilişkiler kurulacak ve Çin hedef tahtasına çakılacaktı.

ABD’nin kendisine rakip olarak asıl Çin’i gördüğü biliniyor. 2000’lerin başından itibaren bütün siyaset belgelerinde Çin’in yükselişini durdurmak, en önemli dış politika unsuru oldu. Ancak Çin’in politik manevraları, ABD ile Çin’in doğrudan karşı karşıya gelmesini engelledi.

Trump’ın ısrarlı Çin karşıtlığı ise, yeni bir dönemin başladığı duygusunu yaygınlaştırdı. ABD’nin Çin’e savaş açmak için bahaneler arayacağı, Suriye’de Rusya ile uzlaşacağı gibi yorumlar da arttı.

Oysa bu yorumlar iki yönüyle de gerçekçi değil. Çünkü masadaki hesaplar, alandaki çatışmalara uymuyor.

Öncelikle ABD’nin Rusya ile uzlaşması kısa ve orta vadede mümkün görünmüyor. Gerek Suriye topraklarındaki somut çıkar çatışmaları, gerek Baltık ülkeleri başta olmak üzere NATO’nun Rusya’yı tehdit eder pozisyonu, Rusya-ABD “yakınlaşması”nda “umutlar”ın gerçekçi olmadığını baştan kabul etmeyi gerektiriyor.

Diğer taraftan, Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın asıl taraflarının ABD ve Çin olduğu, dünya savaşının bu iki ülke arasında geçeceği-geçmekte olduğu, tartışmasız bir gerçektir. Ancak bu savaşın doğrudan-yüzyüze bir savaşa dönüşmesi ihtimali henüz yakın görünmüyor. ABD 2001’de Afganistan işgalinden itibaren savaşın tarafı olduğunu gösterdi; savaşa doğrudan girdi. Çin ise, baştan itibaren savaşın bir tarafı olmasına rağmen, bugüne kadar vekalet savaşı yürütmeyi tercih etti.

Bu gerçek ışığında Trump’ın Çin’le olan savaşını Ortadoğu’da, İran üzerinden verdiğini görmek zor değil. Daha göreve gelmeden İran’ı hedefe çakması, tüm açıklamalarında İran’la didişmesi, son günlerde yaptığı Ortadoğu ziyaretinde de İran karşıtlığını başat hale getirmesi, bu politikanın sonucudur. Trump, İran üzerinden Çin’le savaşmaktadır.

 

Suudi Arabistan ziyareti ve silah anlaşması

Trump, göreve geldikten sonraki ilk yurtdışı gezisini 20 Mayıs günü Suudi Arabistan’a gerçekleştirdi. Bu ziyaretin, ABD açısından büyük bir önemi var. Suudi Arabistan’la ABD arasındaki ilişkiler, Obama döneminde gerilimli bir hale dönüşmüş ve zayıflamıştı. Trump’ın ziyareti, hem Suudilerle ilişkileri tamir etmek, hem de Körfez ülkeleri üzerindeki baskıyı artırmak amacını taşıyordu. Ziyaret sırasında Riyad’da 3 ayrı zirve gerçekleştirilecek olmasının nedeni de buydu.

Ziyaret sırasında Arabistan sokaklarına daha önce hiç olmamış şekilde Trump’un fotoğraflarının ve ABD bayraklarının asılması; Trump’un kızı İvanka’ya Suudi talip çıkması, Trump’un “kılıç dansı” gibi magazinel kesitlerle öne çıkartıldı. Suudi kralın Trump’a madalya takması ve Trump’un kral önünde eğilmesi gibi ayrıntılar bir tarafa bırakılırsa, ziyaretin en önemli sonucu iki ülke arasında 350 milyar dolarlık askeri anlaşma paketi imzalanması oldu. Bu rakam, Türkiye’nin 2016 yılındaki toplam dış ticaretinden daha fazla.

Trump’ın Riyad’daki ilk icraatı, Suudi Kral Salman ile birlikte, “Küresel Aşırılık Yanlısı İdeolojilerle Mücadele Merkezi”nin açılışını yapmak oldu. IŞİD’in ve bilumum “aşırılık yanlısı” radikal İslamcı çetelerin finansörü Suudi Arabistan, radikal İslamcı çetelerin koordinatörü ABD ile birlikte, onlara karşı mücadele edeceklermiş!

Ardından ABD-Arap ve İslam Ülkeleri Zirvesi, İran’ı hedefe çakmanın seremonisi şeklinde yürütüldü. Ortadoğu genelindeki tüm sorunların, savaşların ve çatışmaların sorumlusu, İran ilan edildi. Zirveye katılan 55 ülkenin önüne bir de görev koydu Trump: “İran’ın üzerindeki baskının artırılması ve tecrit edilmesi.” Ve bu görevi yerine getirmek üzere, bir Arap NATO’su kurulması kararı, zirvenin sonuç deklarasyonuna kaydedildi.

  1. Arabistan ziyareti, ABD için birçok yönüyle kazançlı bir sonuç yarattı. En başta S. Arabistan ile ABD arasında uzun zamandır yaşanan sıkıntıların geride bırakıldığı ilan edildi. Ki bu durum, iki ülke açısından da giderek daha yaşamsal bir hale dönüşmüştü. Suudlar ABD kalkanına daha fazla ihtiyaç duydukları için; ABD ise, Körfez’de İran-Suriye-Rusya ittifakına karşı güçlü bir odak oluşturmak için, ilişkileri düzeltmeleri gerekiyordu.

Bu yanıyla hedefine ulaşmış görünmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da bir süredir planladığı Şii eksene karşı Sünni direniş gücü oluşturma çabası, Arap NATO’su kararıyla hayatı geçmiş sayılır. Keza bu Arap NATO’sunun İran’a karşı tutum belirlemiş olması da Trump’ın çizdiği çerçeveye uygundur.

Üstelik bunu göreve gelir gelmez 7 Müslüman ülkeye vize yasağı kararı alan, Müslüman göçmenleri sınırdışı etme tehdidi savuran bir ABD başkanı gerçekleştirmiştir. Daha birkaç ay önce bu tehditle karşı karşıya kalan İslam ülkelerinin, zirve sırasında ABD güdümünde bir ittifak kurup ABD’nin istediği hedefe yönelmeleri de ayrıca utançlarıdır.

İkincisi, Suudi parası da petrolü de ABD için vazgeçilmez finansal kaynaklar arasındadır. Son yıllarda ABD piyasasındaki petro-dolarlarda azalma sözkonusuydu; Trump’ın yaptığı anlaşma ile bu açık önemli oranda kapatılmış oldu.

Trump’ın seçim vaatlerinden birisi, ABD’nin 19 trilyon dolar olan dış borcunu, Körfez ülkelerine ödetmekti. Seçilmesinin ardından Kasım 2016’da yaptığı bir konuşmada, “Ortadoğu ülkelerine 6 trilyon dolar harcadık, bu parayla kendi ülkemizi iki kere yeniden kurardık” sözlerini sarfetmişti. Şimdi Körfez ülkelerinden bu parayı tahsil etmeyi hedefliyor.

Suudi Arabistan’ın ne doğru düzgün bir ordusu, ne de savaş gücü vardır. Öyle ki Yemen’de savaşan Husi güçleri, birçok defa Suudi topraklarında Suudi askeri üslerini bombalamış, kimisini ele geçirmiş, en son Trump bölgeye gelmeden hemen önce bir Suudi uçağını düşürmüşlerdir. Yani Yemen gibi bir ülkede, direnişçi güçler Suudları askeri olarak zorlamaktadır. Böyle bakıldığında, S. Arabistan’ın 350 milyar dolarlık silahlanma anlaşmasına ihtiyacı yoktur. Ancak ABD’nin 350 milyar dolara ihtiyacı vardır. Bu anlaşma, ABD’nin dış borcunu hafifletmeye dönük “küçük bir katkı”dır.

İmzalanan anlaşmalara, sağlanan başarılara bakıldığında, Trump’ın kılıçla dansetmesinde de, kralın önünde eğilmesinde de, kızı İvanka’nın “Suudi Arabistan’daki kadın hakları” hakkında övgüler dizmesinde de şaşılacak bir durum yoktur elbette.

 

Katar’da çıkartılan kriz

Trump’ın Suudi Arabistan’da Arap ülkelerini İran’a karşı kışkırtmasının ardından, çok geçmeden Katar krizi gündemin ortasına düşüverdi. Suudilerin başını çektiği 7 Arap ülkesi, Katar’a karşı yaptırımlar ve ambargo kararı aldıklarını açıkladılar. Sonrasında bu kervana katılan ülke sayısı 11’e yükseldi.

Yaptırım nedeni olarak ileri sürülen unsurlar, Katar’ın İran’la yakın ilişkiler kurması, Ortadoğu’da Şii milisleri desteklemesi, Müslüman Kardeşler’in yönetici kadrolarını ülkesinde barındırması ve ülke dışında da destek vermesi; hepsinin özeti olarak “Ortadoğu’da terörün desteklenmesi” biçiminde açıklanmıştı.

Aslında Katar’ın, Suriye savaşının başından itibaren IŞİD’e ve genel olarak radikal İslamcı çetelere destek verdiği sır değildi zaten. Suriye savaşının arkasında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın olduğu, onları da ABD’nin desteklediği, sayısız belge ve bilgiyle 2011’den bu yana medyada fazlasıyla yer aldı. ABD’nin yönettiği bir IŞİD gerçeği vardı ve bu IŞİD, Türkiye’nin lojistik olanakları, Katar ve Suudi dolarları ile Suriye’de savaşma gücü elde etmişti. Benzer biçimde, adına ÖSO denilen yapının içinde yer alan pek çok radikal İslamcı çete de bu destek ağından faydalanmaktaydı.

Yani Katar, “Ortadoğu’da terörün desteklenmesi” faaliyetini, yıllardır ABD ve Suudi Arabistan ile birlikte yapıyordu; bu yeni bir durum değildi.

Yeni olan, Katar üzerinden İran’ın hedefe çakılmasıydı.

Başlangıçta ABD bu işin dışında görünmeye çalıştı, ama Katar’a bu saldırı S. Arabistan ile ABD’nin ortak saldırısı olarak gelişti. Zaten ABD ile bu kadar büyük bir anlaşma imzalayan Suudilerin, ABD’nin inisiyatifi dışında bir adım atması ihtimali de yoktu. Yapılanın özeti, Katar’a had bildirme ve hizaya çekme operasyonuydu. Bu arada İran da bir kere daha suçlanmış oluyordu.

Katar’la ilgili bir sorun çıkacağı, daha Trump’la yapılan Arap Zirvesi sırasında belli olmuştu. Yazılanlara göre, ABD’nin dış borcunu Arap şeyhlerine ödetmek isteyen Trump, petrol zengini ülkelerin hepsinin önüne bir bedel koymuştu. 350 milyar doları Suudiler üstlendi, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün 100 milyar doları paylaştılar. Katar ise, kendisi için biçilen miktarı fazla bulduğunu belirterek ödemeyeceğini söyledi. İplerin koptuğu nokta da bu oldu.

Katar’ın bu muhalefeti ve itirazı üzerine, Suudilerin önayak olduğu saldırı kampanyası başlatıldı.

Suudilerin Katarla geçmişten gelen çelişkileri sözkonusuydu. Suudi Arabistan, genel olarak yarımadadaki ülkeleri kendi doğal hegemonya alanı olarak görür. Katar gibi “ufacık” ülkelerin, kendisine kafa tutmasını bir kenara bırakalım, ayrı bir politika izlemesine bile tahammül edemez. Ancak Katar da bölgenin en zengin ülkelerinden biridir ve “boyuna bakmadan”, bu zenginliğin pervasızlığıyla hareket etmektedir. El Cezire televizyonunun bölgenin en etkin televizyonu haline gelmesi, Suriye savaşında aktif rol oynaması, İhvan ve Hamas gibi örgütlere hamilik yapması, İran ve Rusya ile kurduğu ilişkiler gibi unsular, Suudilerin tepkisini çekmekteydi. Katar adeta Körfez’de Suudi Arabistan’la bir bilek güreşine, bir “patronluk” yarışına girişmiş; Suudi Arabistan’daki karargahını Katar’a taşıyan ABD de, bu yarışta Katar’a destek sunmuştu. Tabii yakın zamana kadar.

ABD’nin Katar’la sorunları ise, son dönemde giderek arttı. Mesela Katar, ABD seçimlerinde Trump’u değil, Clinton’u desteklemişti. Mali olarak ABD’nin istediği parayı aktarmayı reddettiği gibi, bölgede ABD’nin en önemli hedefi olan İran’a dönük saldırgan tutumu zayıflatan bir rol oynuyordu. ABD’nin İran’a karşı kurduğu Arap NATO’su içinde yer almayı da, Yemen’de Suudi ordusunun yanında savaşmayı da reddetmişti.

Katar, dış dünya ile olan ilişkilerinde, devasa doğalgaz kaynaklarının getirdiği zenginliği kullanarak, giderek daha fazla ABD’nin kontrol alanının dışında hareket etmeye başladı. Mesela Rusya’nın en büyük tekelleri arasında yer alan petrol-doğalgaz şirketi Rosneft’in hisselerinin bir kısmını Katar satın aldı. Keza Almanya’nın devasa tekelleri ile ortaklıkları vardı. Deutsche Bank’ın yüzde 10 hissesi Katar’ın elindeydi.

İran ile olan ilişkiler ise, başından itibaren farklı dinamikler taşıyor. Katar ve İran, Basra Körfezi’nin iki yakasında karşı karşıya ama birbirlerine çok yakın ülkeler. Aynı doğalgaz sahasını kullanıyor, bu doğalgazı belli anlaşmalar doğrultusunda çıkarıyorlar. Dahası, asıl olarak İran’ın kontrolünde bulunan Basra Körfezi’ni İran ile uyum içinde kullanmak zorunda kalıyor. Bu durum, Katar’ın İran’la ilişkileri hep dengede tutmasını gerekli kılıyor. Bu denge ilişkisi, sadece Katar için değil, Körfez’e kıyısı olan diğer ülkeler için de sözkonusu. Mesela 2010 yılında Umman ve Katar, İran ile ortak savunma anlaşması imzaladılar. Keza Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran’la ekonomik anlaşmaları var.

Sonuçta Katar’ın ne İran ile olan ilişkileri, ne İhvan’ı koruyan tutumu yeni değil. Yeni olan, Katar’a had bildirme ihtiyacı. Bu doğrultuda Suudi önderliğinde Arap ülkeleri harekete geçirildi.

Ancak bu kuşatma çabası, ABD açısından sıkıntılı yeni bir durum oluşturdu. Almanya, Rusya, İran gibi ülkeler, Katar’a sahip çıktı. Bugün Katar, İran hava sahasını kullanarak uçaklarını diğer ülkelere gönderebiliyor. Rusya ve İran, Katar’a “insani yardım” yapmaya başladılar. Ve Katar, beklendiği gibi ABD karşısında hemen geri adım atmış görünmüyor.

ABD’nin hegemonyasının daha güçlü olduğu bir dönemde bu kuşatma gerçekleşmiş olsaydı, Katar da hizaya sokulabilirdi. Ancak bugün, Ortadoğu’nun dengeleri ABD’nin kontrolü altında değil. Tersine, Rusya ve İran’ın giderek artan gücü, bölge ülkelerinde “alternatifsiz değiliz” etkisi yaratıyor. Katar’ın ABD karşısında geri adım atması elbette mümkün. Ancak bu krizde, İran’ı tercih etmesi ihtimali de oldukça yüksek ve böyle olursa, Suriye savaşı başta olmak üzere Ortadoğu politikasında çok fazla taş yerinden oynayacaktır. ABD emperyalizmi de bu durumun farkına sonradan varmış olmalı ki, Katar üzerindeki baskıyı hafifletmeyi, Suudileri dizginlemeyi hedefleyen açıklamalar yapıyor.

 

Asıl hedef İran

İran üç cephede birden (Suriye, Irak ve Yemen) ABD’ye ve onun tetikçilerine karşı savaşmakta ve bu savaşlarda üstünlüğünü korumaktadır. Ve Çin’in Ortadoğu’daki çıkarlarının temsilcisi, Çin’in hegemonya savaşının baş aktörüdür. Bu konumuyla, Trump döneminde ABD’nin öncelikli hedefi konumuna yükselmiştir.

Geçtiğimiz ay yapılan seçimlerde Ruhani’nin kazanması, ABD’nin tepkisini artıran bir diğer unsur oldu. İran, Ruhani döneminde Obama ile nükleer anlaşmayı imzalayarak önemli bir adım atmıştı. Bu adım, hem devletlerarası ilişkilerde yeniden masaya oturmasını sağlamış, hem de İran’a dönük ambargonun kaldırılmasını getirerek ekonomik rahatlama oluşturmuştu.

Savaşta İran’a güç yetiremeyen ABD, iki hamle birden yaptı. Birincisi Katar krizi ile İran’ı sıkıştırmaya çalıştı. İkincisi, İran’da patlayan bombalar, sadece patladığı noktaları değil, siyasal olarak bütün İran’ı sarstı.

İran bugüne kadar kendisini “güvenlik ve istikrar merkezi” olarak tanımlıyordu. Öyle ki, 1970’lerden bu yana, İran’da tek bir bomba patlamamış, Arap ayaklanmaları İran’a ulaşmamıştı. 2014’ten bu yana dünyanın dört bir yanında patlayan IŞİD bombaları bile, İran’a girmeyi başaramamıştı. İstihbarat ağının ve devlet kontrolünün çok güçlü olduğu İran’da, hem mecliste hem de İran’ın “kurucu önderi” konumundaki Humeyni’nin mezarında IŞİD bombalarının patlaması oldukça önemliydi.

Elbette patlayan bombalar, İran’ın Ortadoğu’da yürüttüğü savaşı sekteye uğratacak değil. Tersine bundan sonra daha saldırgan ve daha etkin politikaların izleneceğini söyleyebiliriz.

 

“Kuzey koridoru” değil,

“doğu koridoru”

Türkiye’nin en büyük korkusu ve şovenizmi kışkırtma argümanı, Suriye’deki Rojava ile “Akdeniz’e uzanan Kürt koridoru”nun kurulacağı idi. Aslında başından beri bu fikrin hayata geçmesi ihtimali yok denecek kadar zayıftı; bunu da sürekli belirttik. Çünkü “Kürt koridoru”nun Akdeniz’e ulaşabilmesi için, ya Türkiye’den Hatay’ı, ya da Rusya’nın askeri üssünün bulunduğu Lazkiye’yi almaları gerekiyordu. Her iki ihtimal de, gerçekleşmesi son derece şiddetli siyasal altüst oluşları gerekli kıldığı için, fazlasıyla uzaktı.

Diğer taraftan, bugün yeni bir koridorun oluşturulmakta olduğunu görüyoruz. Bu, Suriye ile Irak arasındaki sınırı ele geçirmeyi hedefleyen “doğu koridoru”. Rojava’nın batı yönünde sınırlarına ulaştığını, daha fazla ilerleyemeyeceğini gören ABD, Irak sınırını kontrol altına almak için güneye doğru bir akın başlattı. YPG’nin önderliğindeki SDG’nin yürüttüğü Rakka savaşı, bunu hedefliyor.

YPG Rakka’yı ele geçirdiğinde, yani Türkiye sınırından Rakka’ya kadar uzanan Suriye’nin doğu sınırı ABD’nin kontrolüne geçtiğinde, bunun en önemli sonucu Irak-Suriye bağının zayıflaması olur. Doğrudan etkisi de, Şam-Bağdat hattını koparmak, İran’ın Akdeniz’e uzanan yolunu kesmek olacaktır.

Irak ve Suriye’deki savaşa müdahil olan, hatta burada savaş alanlarına askeri birlikler gönderen İran, Akdeniz’e kadar uzanan coğrafyayı kendi kontrolü altında tutmayı planlıyor. İran doğalgazının ve her türden ticaretinin Akdeniz’e uzanması, İran için çok önemli bir ekonomik çıkar anlamına geliyor.

ABD ise, hem Irak’ta hem de Suriye’de çok önemli mevzileri kaybetmiş olduğunun farkında. Özellikle Rusya’nın savaşa dahil olmasının ardından, ABD’nin etkinliği ve savaş inisiyatifi her geçen gün azaldı. 2014’te büyük bir gövde gösterisiyle sahaya sürülen IŞİD’in artık “yenilmekte-yokolmakta olan” bir güce dönüşmesi, bunun en net ifadesi. Bu koşullarda ABD, stratejik noktaları elinde tutmaya kilitlendi. Kürt hareketiyle kurduğu ilişki, bu stratejik hedeflerden birisi. ABD, Türkiye’nin bütün muhalefetine rağmen YPG’ye askeri yardımını artırıyor ve Rojava’ya kurduğu 4 askeri üssü etkin biçimde kullanıyor.

Yanısıra, IŞİD’in başkenti konumunda olan Rakka’nın da el değiştirmesini istiyor. Çünkü Suriye Ordusu, mutlaka Rakka’yı alacak. Suriye’den önce Rakka’yı ele geçirmesi gerekiyor. Rusya’nın yaptığı açıklamaya göre, Rakka’daki IŞİD’çi çetelerin Deyr ez Zor’a çekilmesi, kentin YPG’ye bırakılması için anlaşma yapıldı. Anlaşmayı bozan unsur, Rakka’dan çekilen IŞİD’in Rusya tarafından vurulmuş olması. Uçsuz bucaksız çöl ortamında çekilmeye çalışan IŞİD’çi çeteler, Rus uçakları için açık hedef haline geldi. Üstelik Suriye Ordusu da Rakka’yı ele geçirmek için büyük bir savaş veriyor. Bu koşullarda bir taraftan ABD destekli YPG’nin, diğer taraftan Rusya destekli Suriye Ordusu’nun Rakka’yı ele geçirme savaşı, tüm hızıyla sürüyor.

Sınırın kontrolünü ABD’ye bırakmama konusunda Irak ve İran da harekete geçmiş durumda. Irak sınırında da İran destekli Haşdi Şaabi güçleri konumlandı. Musul’u IŞİD’den kurtarmayı neredeyse tamamlamak üzere olan, Şengal’de de belli bölgeleri kendi kontrolünde tutan Haşdi Şaabi birlikleri, Irak-Suriye sınırında adım adım temizlik gerçekleştirerek güneye doğru ilerliyor, tüm sınır hattının Irak tarafını kontrol altına alma hedefiyle hareket ediyorlar.

Irak’ta onların ilerleyişini durdurabilecek bir güç yok. Suriye tarafında ise, Suriye Ordusu Rakka’nın güneyinden Irak sınırına kadar ulaşmış durumda. Böylece ABD ve YPG’nin önünü kesmiş, Rakka ile Deyr ez Zor arasındaki bağı koparmış oldu. IŞİD Rakka ve Deyr ez Zor’da iki parçaya bölündü. Rakka’da kimin ne kadarlık bölgeyi ele geçireceği henüz belli değil, ancak ABD’nin Rakka’dan daha güneye inerek Deyr ez Zor’a uzanma hedefi bozuldu.

* * *

ABD, Ortadoğu’da tıkanan siyasal hedeflerine yeni bir yol açmaya çalışıyor. İran’ı sıkıştırarak, Arap ülkelerini yeniden kendi arkasında toplayarak bunu gerçekleştirmek istiyor. Ancak görünen o ki, bu hiç kolay olmayacak. ABD, en güçlü zamanlarında bile başaramadığı bu hegemonyayı, güç kaybetmekte olduğu bir dönemde kuramayacaktır.

Kaldı ki, bu durum, başka bir çok alanda yaşadığı sorunlarla aynı döneme denk gelmektedir. Son dönemde Almanya ile ABD’nin bir çok konuda yollarının ayrılmakta olduğu da görünüyor. Almanya Başbakanı Merkel’in, NATO Zirvesi’nin ardından Trump için “güvenilmez” sözünü kullanmış olması durumu özetlemektedir.

Diğer taraftan Trump, kendi ülkesinde de yönetme sorunu ile boğuşmaktadır. Seçildiğinden bu yana, göreve atadığı yöneticiler arasından istifa edenler oldu. Ve Trump’ın da görevden alınmasının yasal prosedürü üzerine çeşitli tartışmalar yapılıyor

Bu koşullar altında, ABD’nin Ortadoğu politikalarının sorunsuz ilerlemesi, evdeki hesapların bölge ülkelerine uygun hale getirilmesi hiç kolay değildir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …