Güney Kürdistan’da bağımsızlık referandumunun gündeme gelmesiyle birlikte “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) bir kez daha tartışılmaya başlandı. Esasında bu konu, Irak işgalinden bu yana sıkça gündeme geldi ve tartışıldı. O yıllarda yayınevimiz tarafından basılan “Emperyalist Savaş ve Kürt Sorunu” başlıklı kitapta da teorik ve pratik yönleriyle ele alındı. Yeniden başlayan tartışmalara ışık tutması bakımından bu kitapta yeralan “Yeni emperyalist savaşın kışkırttığı milliyetçilik ve ULUSAL SORUNUN ML ÇÖZÜMÜ” başlıklı yazının son bölümünü kısaltarak yayınlıyoruz.
* * *
Yeni emperyalist savaşla birlikte, diğer tüm çelişki ve sorunlar gibi, ulusal sorun da yeniden ve daha keskin biçimde kendini ortaya koymaya başladı. Emperyalist savaş; yeni işgaller ve ilhaklarla dünyanın yeniden paylaşımı, haritaların yeniden çizilmesi, yeni çitlerin ve devletlerin oluşması demektir çünkü. Savaş olgusuyla ile birlikte tüm demagoji ve yalan perdesi de yırtılmaktadır. Lenin’in belirttiği gibi; “emperyalizm için savaş, bir bunalım dönemi olmuş bulunuyor. Her bunalım, uzlaşmaya dayanan şeyleri içinden atıyor, dış örtüleri koparıp alıyor, zamanını dolduran şeyleri alıp götürüyor, en derin güç ve enerjileri herkesin gözü önüne seriyor.” (Proleter Enternasyonalizm Sorunları, sf:162)
Ulusal sorunu, ülke içi bir sorun olmaktan çıkarıp devletler arası bir sorun haline getiren, emperyalist savaşın ta kendisidir. Kapitalizmin, serbest rekabetçi döneminden emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte, değişik bir çehre kazanan ulusal sorun, birinci emperyalist paylaşım savaşıyla, sömürgeler sorunu halini almış ve ulusal kurtuluş savaşlarını hızlandırmıştır. Ulusal hareketlerin bir çığ gibi büyüyüp geliştiği yıllar, her zaman emperyalist savaşların, işgal ve ilhakların yaşandığı yıllar olmuştur.
Kapitalizmin ilk döneminde uluslaşma sürecini tamamlayamayan Ortadoğu, daha önceki emperyalist savaşlarda olduğu gibi, bu savaşta da ulusal sorunların kaşındığı, şoven ve milliyetçi duyguların körüklendiği bir döneme girdi. Balkanlar ve Kafkaslarda yaşanan parçalanma ve yeni devletler oluşturma süreci, şimdi Ortadoğu’da sahneleniyor.
Tek tanrılı üç dinin doğduğu yer olmasıyla, son derece çeşitli dinsel-mezhepsel görüşleri, aynı zamanda çok farklı ulusları bağrında taşıyan Ortadoğu, bugün ağırlıklı olarak tek bir din (İslam) ve dört büyük ulusun yaşadığı bir bölge. Nüfus yoğunluğu bakımından başta Araplar, sonra Türkler ve Farslar, ardından Kürtler geliyor. Bunun yanında Yahudi, Ermeni, Asuri, Beluci, Ezidivb çok çeşitli ulusal azınlıklar ve mezhepler var.
Bu çok mezhepli ve çok uluslu bölgede, en çetrefilli sorun olarak Kürt sorunu öne çıkıyor. Bölgenin en büyük dört devleti; Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürt ulusu, devletleşemeyen ender uluslardan biri. Dolayısıyla Ortadoğu’da kilit bir öneme sahip. Irak’ın işgali gündeme geldiğinden bu yana (daha öncekiler bir tarafa), Kürt ulusunun kendi devletini kurma özlemi, ABD emperyalizmi tarafından olabildiğince sömürüldü. Irak’ta federatif bir devlet kurma vaadiyle Kürt işbirlikçileri satın alındı.
Bugün Kürt sorunu, sadece emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler yönünden değil, emperyalistlerle bağımlı ülkeler arasındaki çelişkiler açısından da giderek en fazla öne çıkan bir sorundur. Türkiye’nin ABD ve AB emperyalistleriyle ilişkilerinde Kürt sorunu başat bir sorun olmaya devam ediyor. Keza Kürt ulusunun Türkiye ve Irak dışında yaşadığı İran ve Suriye ile olan ilişkileri de Kürt sorunu etrafında şekilleniyor. Ve Türkiye’nin yeni emperyalist savaşta oynayacağı rol, doğrudan Kürt sorunuyla bağlantılı gelişiyor.
Ortadoğu’nun dört ayrı parçasında ‘ezilen ulus’ olarak yaşayan Kürtler, uzun yıllar ulusal kurtuluş mücadelesi verdi, birçok kez ayaklandı, isyan etti. Ama her defasında kanla bastırıldı. Ne var ki, ABD’nin Irak işgaliyle birlikte, Güney Kürdistan’daki Kürt işbirlikçileri eliyle diğer halklara karşı kullanıldı, emperyalizmin işbirlikçisi durumuna düşürüldü. (…)
Dünden bugüne ulusal sorun
Bilindiği üzere ‘ulusal sorun’, ML’ler tarafından üç ayrı dönem içinde incelenmiş ve farklı sonuçlar çıkarılmıştır.
İlki, feodalizmden kapitalizme geçiş dönemidir ki; bu dönem burjuvazinin ilerici bir rol oynayarak demokratik devrimlere ve ulus-devletlerin oluşmasına önderlik ettiği dönemdir. Kapitalizmin tüm dünyada feodalizme karşı zaferini ilan ettiği bu dönem, ulusal hareketleri de birlikte getirmiştir. Meta üretiminin tam zaferi için, burjuvazi iç pazarı ele geçirmek zorundadır. Bunun yanı sıra siyasi olarak birleşmiş, tek bir dil konuşan halka ve sınırları belirlenmiş bir toprak parçasına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla kapitalizmin ihtiyaçlarını en iyi karşılayan devlet modeli, ‘ulus devlet’ olarak şekillenmiştir. Onun içindir ki, ‘ulus devlet’ modeli, kapitalist dönemin tipik ve doğal devlet modelidir.
İkinci dönem; kapitalizmin serbest rekabetçi dönemden emperyalizm aşamasına geçtiği dönemdir ki, bu dönemde burjuvazi gericileşmiş, girdiği her yere gericiliği götürmüş, demokratik devrimlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı, engeli olmuştur. Emperyalist savaşlar ise, ulusal sorunu, “sömürgeler sorunu” haline getirmiş ve burjuva demokratik devrimlere olduğu kadar, ulusal kurtuluş hareketlerine de proletaryanın önderliğini zorunlu kılmıştır.
Üçüncü dönem; Ekim devrimiyle somut bir gerçeklik halini alan sosyalizm dönemidir ki, bu dönemde ulusal sorun, değişik yöntemlerle çözülmeye çalışılmış ve bu yönde önemli adımlar atılmıştır.
Bugün hala insanlık, kapitalizmin emperyalizm aşamasını ve emperyalist savaşlar dönemini yaşıyor. Ne yazık ki, başta Ekim Devrimi olmak üzere sosyalist devrimler kesintiye uğradı, geriye dönüşler yaşadı. Fakat bu süre içinde elde edilen başarılar, tüm insanlık için bir kazanım, bir hazine olmaya devam ediyor. Ve kapitalist-emperyalist sisteme karşı sömürüsüz, sınıfsız, savaşsız toplum özleminin hala diri ve canlı kalmasını sağlıyor.
“Emperyalizm, dünya milletlerinin bir avuç ‘büyük devlet’ tarafından ha bire artan bir baskı altına alınmasıdır; bu ‘büyük devletler’ arasında, milletleri daha çok baskı altına almak ve bu baskıyı pekiştirmek için girişilen bir savaşlar dönemidir” diyor Lenin. Bu gerçeğin yanı sıra, yalan ve demagojilerin en fazla kullanıldığı dönem olduğunun da altını çiziyor: “İki yüzlü sosyal-vatanseverlerin, ‘ulusal özgürlük’, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ve ‘vatan savunması’ bahaneleriyle dünya milletlerinin çoğunluğunun ‘büyük devletler’ elinde ezilmesini haklı gösteren ve savunan kişilerin, halk yığınlarını aldattıkları dönemdir.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf: 144)
Aradan geçen onca yıla rağmen, ulus ve ulus-devlet olgusunu ortaya çıkaran kapitalizm, hala ondan kaçamıyor. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin karşısına dikildiği emperyalizm döneminde de, bu çelişkileri kızıştıran, ezilen halkların bilincini uyandırıp direnişlerini büyüten oluyor.Ulusları baskı altında tutmak ve kendine bağımlı hale getirmek için arttırdığı baskılar ve savaşlar, ulusal başkaldırıları körüklüyor, bu yöndeki isteği tetikliyor. Her iki emperyalist savaş, bunun örnekleriyle dolu. Bu aynı zamanda ulusal sorunda emperyalizmin kendi çelişkilerini ve açmazlarını ortaya koyuyor.
Birinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte “Leninizm, ulusal sorunu sömürgeler sorununa bağlamıştır.” diyor Stalin. “Böylelikle ulusal sorun, özel bir sorun, devletin bir iç sorunu olmaktan çıkarak, uluslararası genel bir sorun haline, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halklarının emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu haline gelmiştir.” (Stalin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu,sf:218)
Elbette bu durum, proletaryanın ulusal soruna bakışını da değiştirecek, önüne yeni görevler koyacaktır.
Emperyalizm döneminde ulusal sorun
Ulusal sorun, özünde burjuva bir nitelik taşıyan ve kapitalizm çerçevesinde çözülmesi gereken bir sorundur. Tıpkı diğer demokratik haklarda olduğu gibi. Ancak emperyalizm döneminde burjuvazinin gericileşmesi, ulusal sorunun çözümünü de proletaryanın omuzlarına yıkmıştır. Feodalizmin tam olarak tasfiye edilmediği ülkelerde, demokratik devrime önderlik etmek, nasıl proletaryaya düşüyorsa, benzer şekilde emperyalizm koşullarında ulusal sorunu çözmek de proletaryaya düşmektedir. Böyle olunca ulusal sorun da demokratik devrimin bir parçası haline gelmiştir. Kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ile ulusal sorunun varlığı arasında çok yakın bir bağ vardır çünkü.
Tarihsel olarak incelendiğinde, burjuvazinin ulusal sorun konusunda iki eğilimi ortaya çıkar: Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin kuruluşudur. İkincisi, uluslararasında çok yönlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması, sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. uluslararası birliğinin yaratılmasıdır. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemenken, sonrasında -emperyalizm aşaması- ikinci eğilim ağır basar.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte burjuvazinin ilerici barutunu yitirmesi ve ulusal kurtuluş hareketlerinin önüne dikilmesi üzerine Stalin;“Burjuva toplum, ulusal sorunun çözümünde tamamen hileli müflis çıkmıştır” der. (Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu,sf: 224)
ML’ler, ulusal sorunu, her ülkenin sosyo-ekonomik, tarihsel, sınıfsal vb. gelişimi içinde değerlendirir ve ona göre çözümler üretirler. Ulusal sorunda bu ‘somutluk ilkesi’, her ülkenin komünistlerine de farklı görevler yükler. Tabi ki ulusal soruna yaklaşımın genel bir çerçevesi vardır. Bu çerçeve, ML’leri, sosyal-şoven yaklaşımlardan olduğu kadar, her tür milliyetçi bakıştan da uzak tutar.
“Emperyalizm, sömürgeleri sömürmeden, onları zorla ‘bir tek bütün’ün çerçevesi içinde tutmadan yaşayamaz; çünkü emperyalizm, ulusları, ancak ilhaklar ve sömürge fetihleri yoluyla birbirine yaklaştırabilir, emperyalizm koşulları içinde başka türlü bir yakınlaşmayı düşünmek olanaksızdır.” (Stalin, age) Böyle olmakla birlikte uluslar arasındaki bu yakınlaşma, işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin temellerini de güçlendirir. Yeni bir toplumun, sosyalist toplumun nesnel koşullarını olgunlaştırır.
Marksistlerin kapitalizmin gelişiminin doğal sonuçlarına yaklaşımı da, onu proletarya çıkarları doğrultusunda değerlendirmek olmuştur. Ulusal sorun konusuna damgasını vuran bu bakışaçısıdır. Nasıl ki, uluslararası şirketlerde çeşitli uluslardan kapitalistler kendi azami karlarını sağlayabilmek için bir araya geliyorsa, çeşitli uluslardan işçiler de fabrikalarda birlikte çalışır ve burjuvaziye karşı birlikte savaşım yürütürler. Lenin, kapitalist-emperyalist sistemde “gerçekten ciddi ve derin bir nitelik taşıyan her siyasal sorunda kümelenme, uluslara göre değil sınıflara göre gerçekleşiyor” tespitini yapmıştır.
Ulusal soruna burjuvazi ile proletarya arasındaki yaklaşım farkı, esas olarak bu noktada düğümlenir. Proletarya için ulusal istemler, sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlı kılınmıştır. Burjuvazi içinse, önemli olan, ‘kendi’ ulusunun çıkarlarıdır. Bu ‘ulusal çıkarlar’, proletaryanın amaçlarının önündedir. Burjuvazinin ‘ulusal çıkar’ dediği, zaten kendi çıkarlarıdır. Günümüzde bir çok ezilen ulus devrimcisi, ‘ilkin ulusal görevler, ardından proleter görevler’ diyerek, gerçekte kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunurlar. ML’ler ise, ‘her şeyden önce proleter görevler’ der. “Çünkü proleter görevler yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve yaşamsal çıkarlarına yanıt vermekle kalmaz, demokrasinin sürekli ve yaşamsal çıkarlarına da yanıt verir.” (Lenin, Proleter Enternasyonalizm Sorunları, sf: 30)
UKKTH ilkesi ve proletaryanın ‘ikili’ tutumu
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) olarak sembolleşen ilke, ML’lerin ulusal soruna yaklaşımındaki temel ilkedir. Bu ilkenin başta II. enternasyonal oportünistleri olmak üzere çeşitli kesimlerce, ‘özerklik hakkı’ olarak yorumlanması ve bu biçimiyle emperyalistler tarafından da kullanılması üzerine, ML’ler UKKTH sloganını ‘devlet olarak ayrılma hakkı’nı içerecek tarzda yeniden düzenlemişlerdir. UKKTH, içinde ayrılma hakkını da barındıran koşulsuz bir haktır.
“Emperyalizm, başka ulusları ezen ulusların bu baskıyı yayma ve arttırma ve sömürgeleri aralarında yeniden pay etme çabasıdır. Bu yüzdendir ki, bugün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu egemen ulusların sosyalistlerinin davranışına bağlıdır. Egemen uluslardan herhangi birinden hangi sosyalist, eğer ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (ayrılma hakkını) tanımıyor, o uğurda savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil bir şovendir” (Lenin, Doğu’da U.K Savaşları, sf: 125)
UKKTH ilkesini ele alış ve uygulayış tarzı ile ML’ler, sosyal-şovenlerle aralarına kalınca bir çizgi çekmişlerdir. Ama aynı zamanda ‘ezilen ulus milliyetçiliği’ne de asla prim vermemişlerdir. UKKTH ilkesini her zaman olduğu gibi proletaryanın çıkarları süzgecinden geçirerek uygulamışlar, her ulusal istemi, sınıf savaşımı açısından değerlendirmişlerdir. Ve ısrarla, bütün uluslardan proleterlerin birleşmesine, tek bir örgüt çatısı altında mücadelesine vurgu yapmışlardır. Örneğin UKKTH’nın tanınması, sanıldığı gibi her koşulda ayrılığın savunulması demek değildir. Onun içindir ki Lenin; “Demokrasinin çeşitli istemleri, ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkı dahil, bir mutlak değil, ama demokratik hareketin tümünün bir parçacığını oluşturuyor. Bazı somut durumlarda parçacığın bütün ile çelişmesi olanaklıdır; o zaman parçacığın reddedilmesi gerekir” demiştir. (Proleter Enternasyonalizm Sorunları, sf: 149)
Esasında ML’ler, ‘sınırların kalktığı bir dünya’ için savaşmaktadır. Dolayısıyla düzinelerce küçük devletin kurulmasına taraf olmaları düşünülemez. Ancak ulusların baskı ve zor ile birarada tutulmasını onaylamak, bir ulus için ‘hak’ olan şeyi, diğer ulus için görmemek, bir ulusu diğerinden ‘daha soylu’, ‘daha büyük’ vb. görüp diğerlerini küçümsemek, ancak emperyalist burjuvazinin ve onun hizmetkarlarının işidir. Proletarya, hiçbir ulusun horlanmasına, küçük görülmesine, zorla baskı altında tutulmasına sessiz kalamaz. Kendi içinde birliği sağlamanın yegane yolunun da, bu tür burjuva önyargıların silinmesinden geçtiğini bilir. Ondan dolayıdır ki, ulusal sorun konusunda ‘ikili’ bir yaklaşım sergiler. Bunun bir yanını, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kayıtsız şartsız tanımak; öbür yanını ise, işçilerin sınıf mücadelelerinde uluslararası birliğini sağlamak oluşturur. Bu, daha I. Enternasyonal döneminde kabul gören en köklü temel perspektiftir.
Bu ‘ikili’ tutum; ezen ulusun proleterlerine ‘ayrılma özgürlüğü’nü savunmalarını, ezilen ulus proleterlerine ise, ‘birleşme özgürlüğü’nde direnmelerini salık verir.
ML’lerin sadece ulusal sorun konusunda değil, devlet olgusu başta gelmek üzere bir çok soruna yaklaşımında bu ‘ikili’ tutumu görmek mümkündür. Buralarda aranan ‘çelişki’, aslında Marksist diyalektiğin ta kendisidir. “Lenin, UKKTH tezini bazen şu yalın formül ile deyimliyordu: ‘Birleşmek için ayrılmak!’ Bu da paradoks kokar. Gene de ulusal sorunda Bolşeviklerin en ele geçirilmez kaleleri almalarını sağlayan bu ‘çelişik’ formül, Marksist diyalektiğin canlı gerçeğini yansıtır.” (Stalin, Ulusal Sorun Sömürgeler Sorunu,sf:311)
Sonuç olarak, ML’ler UKKTH ilkesini, ilkin proleterlerin birliğinin, sınıfsal dayanışmanın çıkarlarının, ulusların ayrılma hakkının kabul edilmesinden geçtiğini bildikleri için savunurlar. Farklı uluslardan işçilerin birleşik mücadelesi, ancak ulusal önyargılardan kurtularak mümkündür çünkü. İkinci olarak; proletarya ile köylülük arasındaki ittifakı sağlamak için savunurlar. Köylülük, ağırlıklı olarak ezilen ulusa mensuptur ve ulusal hareketin ‘temel ordusunu’ oluşturur. Farklı ulusların emekçileri arasında yaratılan güvensizlik aşılmadan işçi-köylü ittifakı da gerçekleşemez. Ve üçüncü olarak; sınıfların ortadan kaldırılmasına nasıl ki, ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünden (proletarya diktatörlüğü) geçerek ulaşılacaksa, ulusların kaçınılmaz birleşmesine de ancak bütün ezilen ulusların tam özgürlüğünden, yani ayrılma özgürlüğü geçiş döneminden geçerek varılacaktır. Proletaryanın ‘nihai hedefi’ olan komünist toplum, sınıfsal, ulusal, dinsel, vb. her tür ayrımın ortadan kalmasıyla gerçekleşecektir.
Kısaca, ‘paradoks’ gibi görünen ML’lerin ulusal sorunu çözmek için geliştirdiği ‘ikili’ tutum, esasında proletaryanın ‘nihai hedefi’ne ulaşmak için zorunlu olan bir tutumdur. Marks’ın “bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” belirlemesi de bu gerçeğin en özlü anlatımıdır. Ve bu sayede ML’ler her tür milliyetçi görüşle uzlaşmayan bağımsız çizgilerini ortaya koymuşlardır. UKKTH ilkesinin milliyetçiliği teşvik ettiği yönündeki karşı çıkışlara da Lenin, bu ilkeyi ‘milliyetçiliğin asgarisi, demokrasinin azamisi’ olduğu için savunduklarını özellikle belirtmiştir.
Her ulusal hareket desteklenir mi?
ML’lerin UKKTH ilkesini, ayrılma hakkını kapsayacak şekilde koşulsuz savunması, onun her ulusal hareketi destekleyeceği anlamına gelir mi? Bunun bir kıstası, bir çerçevesi yok mudur?
Emperyalizm döneminde ulusal sorunun aldığı boyut, ulusal hareketlerin durumunu ve bu hareketlere karşı yaklaşımın ne olması gerektiğini ortaya koymuştur. Onun için önce bu dönemi iyi kavramak ve o günden bugüne yaşanan gelişmeleri doğru analiz etmek gerekir.
Kapitalist toplumun yükselişi sürecinde feodal ilişkileri kırarak, ezilen ulusları özgürlüğe kavuşturan burjuvazi; emperyalist aşamada halkları köleleştirip barbarca sömürerek ve sürekli savaşlar çıkararak gittikçe daha da gericileşti. Bu koşullarda ulusal kurtuluş savaşımının tek gerçek ve baştan sona tutarlı savaşçısı, işçi sınıfı oldu. Ulusal hareketlere önderlik etme görevi de proletaryaya düştü. Çünkü sömürge ve bağımlı ülkelerin emperyalizm karşısında kurtuluşunu ve gerçek anlamda bağımsızlığını sağlamak, ancak bir devrimle mümkündü. Demokratik devrimini gerçekleştirememiş ya da yarım kalmış dolayısıyla ulusal sorununu çözememiş ülkelerde, Komünist Partiler, ulusal sorunla daha fazla ilgilenmek ve harekete önderlik etmekle karşı karşıya kaldılar. Bunların içinde en öne çıkanı hiç şüphesiz Bolşevik Partisidir. ‘Uluslar hapishanesi’ olarak bilinen ve 50’den fazla ezilen ulusu içinde barındıran Çarlık Rusyası’nda patlak veren devrim, diğer şeyler bir yana, ulusal sorun konusunda da tam bir laboratuvar olmuştur.
ML’lerin ulusal soruna yaklaşımı ve Ekim devrimi ile birlikte bunun somut örneklerini yaratması, emperyalizm tarafından baskı altında tutulan ezilen uluslara büyük bir esin kaynağı oldu. Ekim devriminin ardından ulusal kurtuluş hareketleri ivme kazandı ve Sovyetler Birliği’nin maddi manevi desteğini yanında buldu. Bu durum, ulusal burjuva ya da küçük burjuva önderlikler altında gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin bile, sosyalizmden etkilenmelerini koşulladı. Zaten bir çok yarı-feodal, geri-kapitalist ülkede Komünist Partisi vardı ve etkinlikleri artmıştı. Gerek ülke içinde, gerekse dünyadaki gelişmeler, ulusal hareketleri, komünist harekete daha fazla yaklaştırıyor, etkilenmeye daha açık hale getiriyordu. Komünistler, bu ülkelerde ezilen ulusun sorunlarına sahip çıkıp işçi-köylü ittifakını kurabildiği koşulda, devrime önderlik edecek güce de ulaşıyordu. Aksi durumda gerilemeleri ve yenilgileri kaçınılmaz oluyordu. (Örneğin, TKP’nin ulusal sorun konusundaki ihmali ve eksiklikleri, Türkiye Devrimi’nin daha ilk yıllarda boğulmasını ve gerilemesini getiren unsurlardan biridir. Kemalist önderliğin Kürt halkını çeşitli vaadlerle kendine bağlaması ve emperyalizmle uzlaşarak Türkiye’yi bağımlı hale getirmesinde, bu eksikliğin payı vardır.)
Sonuç olarak; emperyalizm aşamasında burjuvazi, ezilen ulusları ve tüm insanlığı iki seçenek ile karşı karşıya bıraktı: Ya sosyalizmi benimsemek ve gerçek bağımsızlığa, özgürlüğe kavuşmak; ya da kapitalizme boyun eğip halkların ezilmesine, yıllarca sürecek olan savaşlara razı olmak. Bu durum karşısında Lenin; “tarihin diyalektiği öyle işliyor ki, emperyalizme karşı mücadelede bağımsız bir etken olarak güçsüz kalan küçük uluslar, gerçek anti-emperyalist gücün, sosyalist proletaryanın sahnede görünmesine yardımcı bir rol oynuyorlar.” diyordu. (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf: 228)
Ancak proletaryanın bu rolü oynayamadığı yerlerde, ulusal veya küçük-burjuvazi, harekete önderlik ediyor; ya devrim aşamasında ya da sonrasında hareketi emperyalizmin kucağına oturtuyordu. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişi karşısında, emperyalist burjuvazi, UKKTH sahip çıkar görünerek rakip emperyalistlerin hegemonyası altındaki ulusları kışkırtıyor; kendine bağımlı devletler kurduruyordu. İlk olarak birinci emperyalist savaş döneminde uygulanan bu yöntem, daha da çeşitlenen biçimler altında günümüze kadar uzayıp geldi.
Bugün, ne birinci ne de ikinci emperyalist savaş döneminin koşulları mevcut. Ne Ekim Devrimi’nin esinlendirici rolü, ne de Sovyetler Birliği’nin faşizmi dize getiren gücü ve proletaryanın uluslararası birliğini sağlayan enternasyonali var. Dünya ölçeğinde sosyalizmin büyük bir prestij kaybı yaşaması, küçük-burjuva hareketlerin, ML ve sosyalizmden etkilenmelerini giderek azalttı. Hatta ters yönde, burjuva-liberal görüşler baskın oldu ve teslimiyetçi-tasfiyeci bir sürece girildi.
Bu koşullarda komünistlerin ulusal soruna ve ulusal hareketlere yaklaşımı daha büyük bir önem taşıyor. Onun için konumuzun başındaki soruya, bu tablo üzerinden yanıt vermek, daha anlamlı olacaktır. Bu konuda Marks’tan itibaren oluşan temel perspektifi incelemek, bu perspektifin gelişimini, günümüze doğru taşıyıp somutlamak gerekiyor.
Ulusal soruna ML yaklaşım
Marks’ın İrlanda’nın kurtuluşuna yaklaşımı, ulusal soruna ve hareketlere bakışta, temel kriterdir. Bilindiği gibi Marks, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını, ‘İrlanda için adalet’ düşüncesinden hareketle değil, İngiliz ulusunun proletaryasının, kapitalizme karşı mücadelesinin çıkarları açısından istiyordu. “İngiliz işçi sınıfı İrlanda’dan kurtulmadan önce hiçbir şey yapamayacak… İngiliz gericiliği İrlanda’nın bağımlılığında kök salıyor” diyordu.(aktaran Lenin, P.E. Sorunları,sf: 93)
Marks’a göre ulusal sorun, ‘işçi sorunu’na oranla ‘ikincil bir sorun’du ve her zaman proletaryanın çıkarları esas alınmalıydı. Onun içindir ki, Marks ve Engels, kendi zamanlarındaki ulusal hareketleri, burjuva demokratik devrimin tamamlanmasına hizmet ettiği ölçüde desteklediler. (Almanya, İtalya, İspanya, İrlanda örneklerinde olduğu gibi.) Ulusal hareketlere yaklaşımlarındaki temel kıstas, uluslararası demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin çıkarlarıydı. Daha sonraki yıllarda çokça tartışmalara neden olan,‘tarihsel’ ve‘tarihsel olmayan hareketler’ ayrımı yapmaları, Slav halklarını ‘gerici’ ilan etmeleri bu yüzdendi. Gerçekten de 1848’de Çarlık, devrimci halkların baş düşmanıydı ve kimi Slav halkları, Çarlığın ‘ileri karakolları’ durumundaydı. Dolayısıyla o koşullar içinde bu tanımlama, yerine oturuyordu. Marks ve Engels, soruna doğal olarak içinde bulundukları dönemin koşulları içinde yaklaştılar. Ulusal sorunun daha da büyüyüp farklılaştığı emperyalizm döneminde ‘gerici halklar’ tanımlamasında yanılgıları ortaya çıkacaktı, fakat sorunun özüne ilişkin sergiledikleri doğru tutum, Lenin ve Stalin tarafından geliştirilecek ve bugünlere de ışık tutar hale gelecekti.
Lenin,“İşçi sınıfı, ulusal sorunu bir fetiş durumuna getirmeye en az yetenekli olan sınıftır”diyordu. Ve devamında; “Ulusların yığın hareketleri bir kez ortaya çıktıktan sonra onları gözardı etmek, onlardaki ilerici yönleri desteklemeyi kabul etmemek, gerçekte milliyetçi önyargılara boyun eğmek, ‘kendi’ ulusunu ‘model ulus’ olarak (ya da kendi payımıza ekleyeceği, bir devlet kurma tekelci ayrıcalığını elinde tutan ulus olarak) kabul etmek anlamına geliyor” diye tamamlıyordu. (agesf: 91, abç)
Böylece ulusal harekette desteklenmesi gerekenin, ‘ilerici yönleri’ olduğu bir kez daha vurgulandı. Bu vurgu, daha sonraki yıllarda somut gelişmeler ışığında açılacaktır. Komüntern, (Üçüncü Enternasyonal) sömürge ve bağımlı ülkelerin Komünist Partilerine, burjuva demokratlarıyla ‘geçici ittifaklar’ kurmak zorunda kalsalar bile ‘proleter hareketin bağımsızlığı’nı titizlikle korumalarını salık vermiştir. Yine Komüntern’de, ulusal harekete önderlik eden burjuva reformistlerinin hem kendi burjuvazisi, hem de emperyalistlerle uzlaşma eğilimleri üzerine, ‘burjuva demokrat’ yerine ‘ulusal devrimci’ kavramının geliştirildiği ve desteğin yalnızca ‘ulusal devrimcilere’ verilmesinin tartışıldığını görüyoruz. Bu toplantılarda Lenin; “Komisyonda tartışma götürmez bir biçimde kanıtlandı ve tek doğru tutumun, bu ayrımı dikkate almak ve ‘ulusal devrimci’ terimini kullanmak olduğu kararlaştırıldı” diyordu. “Bu değişikliğin anlamı şudur: Biz komünistler olarak sömürgelerde burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları taktirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.” (3. Enternasyonal Konuşmaları, sf: 65)
Lenin’in bu görüşünü Stalin çok daha açık biçimde şöyle tamamlıyor:“Kuşkusuz ki, proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel ve somut durumda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklemesi sözkonusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir.” (Sömürgeler Sorunu,sf: 220)
Hal böyleyken, kendine ML, komünist sıfatı veren kimi devrimci yapıların, ulusal hareketlerin hangi sınıfa dayanıp kime hizmet ettiklerine, hangi programatik siyasal görüşleri savunup hangi amaçları güttüklerine aldırmaksızın onları desteklemelerine ne denebilir?
Açık ki bu yaklaşım, sınıfsal olarak, proletaryanın değil küçük-burjuvazinin; siyasal olarak, Marksizmin değil oportünizmin yaklaşımıdır. Proletaryanın çıkarlarını değil ‘ulusun çıkarları’nı esas almaktır. Bu ulusun ‘ezilen ulus’ olması durumu değiştirmez. Esasında ulusal hareket, en ileri olduğu durumda bile bir köylü, bir küçük-burjuva hareketidir. Ona proletarya önderlik etmediği sürece burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmesi kaçınılmaz. Onun içindir ki, ML’ler, ulusal hareketleri ‘biçimsel demokrasi bakımından’ değil, ‘emperyalizme karşı genel savaşım bilançosundaki sonuçları bakımından’ değerlendirirler. Emperyalizme darbe vurduğu, proletaryanın mücadelesinin önünü açtığı oranda desteklerler.