Güney Kürdistan’da “bağımsızlık referandumu” kararı açıklandığı andan itibaren “self determinasyon” ya da Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) bir kez daha gündeme geldi ve tartışıldı. Bu hakkın Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bir hak olduğu yine söylenegeldi.
Bu ne kadar doğrudur? Bunu öğrenmek için, bu hakkın BM tarafından ne zaman ve nasıl tanındığına; ikinci olarak da kağıt üzerine geçirilen maddenin gerçekte neleri içerdiğine bakmak gerekiyor.
Birincisi; bu hak BM tarafından kabul edilene kadar yaşanan çok önemli bir tarihsel süreç var. UKKTH, ilk olarak 1789 Fransız devrimiyle birlikte “halkların özgürlüğü ve kendi geleceklerine sahip çıkma hakkı” şeklinde ifade edildi. Bunun uluslararası hukuk ilkesi olarak benimsenmesi ise, I. Emperyalist savaş sonrasına kadar sürdü. Savaş sonrasında Osmanlı, Rus, Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorluklarının çözülmesinin meşrulaştırılmasına, sömürgelerin tasfiyesine ideolojik bir zemin olarak kullanıldı. Yani UKKTH, ulusların ortaya çıkmasıyla birlikte tartışılan burjuva demokratik bir hak olarak ortaya çıktı. Burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte diğer konularda olduğu gibi UKKTH da budanan, çarpıtılan bir ilke halini aldı.
Burjuva literatürde UKKTH, ABD Başkanı Wilson’a atfedilir. Wilson’un I. Emperyalist savaş sonrası yayınladığı 14 ilkenin içinde yer almış olması, onun ilk olarak Wilson tarafından ifade edildiği anlamına gelmez oysa. Wilson, sözkonusu 14 ilkeyi 8 Ocak 1918 tarihinde, yani I. emperyalist savaşın sonunda açıklamıştır. Halbuki bu ilkenin geçmişi Fransız Devrimi’ne kadar geriye uzanır. Daha önemlisi, komünistler tarafından Wilson’dan çok önce benimsenmiş ve geliştirilmiştir.
Marks ve Engels’in başında bulunduğu I. Enternasyonal’in en önemli gündemlerinden biri, İrlanda ve Polonya’nın kaderi ve buralardaki ulusal hareketlere yaklaşım sorunudur. UKKTH ilkesinin geliştirilmesi ve siyasi bir taktik olarak değerlendirilmesi ise, Lenin ve Stalin’in çabalarıyla gerçekleşir. Lenin 1915’te daha savaş sürüyorken, barışın sağlanması için, sömürgeler dahil tüm dünyada ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını ve her türlü toprak ilhakının reddedilmesi gerektiğini ortaya koydu. Wilson ise savaş sonrasında nasıl bir dünya biçimleneceğini ifade etmek için bu ilkeyi geçirdi. UKKTH’nın ortaya çıkışı ve gelişiminde Marksizm-Leninizmin belirleyiciliği o kadar açıktır ki, Wilson’un daha önce bu ilkeye vurgu yapan herhangi bir konuşması veya yazısına da rastlanmamıştır.
Fakat kazanılan her hakta olduğu gibi egemenler bu hakkı da kendi çıkarları doğrultusunda sulandırdılar. Örneğin Milletler Cemiyeti’nde (BM’nin ilk hali) Wilson prensipleri olarak kabul gören self determinasyon hakkı, Afrika ve Asya sömürgeleri için geçerli değildi. Bu hak ancak 2. emperyalist savaş sonrasında sosyalizmin zaferi ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin artması sonucu elde edilebildi. Bunu da kabul etmek zorunda kaldıkları her hak gibi, çıkarlarına göre eğip büktüler, çifte standart haline getirdiler. Örneğin SSCB’nin dağılması veya Yugoslavya’nın parçalanması sırasında emperyalistler bolca “self determinasyon” hakkından dem vurdular. Ancak ilerici, devrimci tarzda gelişen ulusal kurtuluş savaşlarına karşı böyle bir hakkı tanımazdan geldiler. Keza Türk egemenleri Kıbrıs sözkonusu olduğunda “self determinasyon” dedi, ama yıllardır ezilen Kürt halkının özgürlük talebini kanla bastırdı.
Bu hakkın BM’deki içeriğine gelince:
Uzun yıllar AHİM’de Türkiye’yi temsil eden yargıç Rıza Tüzmen, 17 Ağustos 2009 tarihinde Milliyet gazetesi’ndeki köşesinde bu konuda şunları yazmıştı: “UKKTH, BM’nin 1993 Dünya İnsan Hakları Konferansı’nın bildirisinde, kendi kaderini tayin etme hakkı sömürge halkları için kabul ediliyor. Ancak bu hakkın, halkını temsil eden bir hükümete sahip olan devletlerin toprak bütünlüğünü ya da siyasal birliğini bozacak ya da bunu teşvik edecek şekilde anlaşılmaması gerektiği belirtiliyor.”
Öyle bir hak ki, “devletlerin toprak bütünlüğünü ya da siyasal birliğini” bozmayacak! Oysa UKKTH, koşulsuz bir haktır ve içinde “ayrılma” hakkını da barındırır. O yüzden de komünistler, UKKTH’nı koşulsuz tanıdıklarını belirtme ihtiyacı duyarlar. Ya da “devlet olarak ayrılma hakkını içerecek tarzda” diyerek, bu vurgu ile UKKTH’dan bahsederler.
Rıza Türmen, sözkonusu yazıyı, Kürt meselesinde Türkiye’nin tutumunu meşrulaştırmak için kaleme almıştır. Ki o dönem “Kürt açılımı” gündemdedir, Tüzmen de son noktayı şöyle koyar: “Kürtler TBMM’deki temsilcileri aracılığı ile UKKTH kullanmışlar, TC sınırları içinde kalmayı kabul etmişlerdir.” (17 Ağ. 2009, Milliyet)
TC’nin kuruluşundan bu yana, egemen sınıf sözcüleri bu yalana başvurdu. Kürtlerin önemli bir kesiminin Türkiye sınırları içinde kalmasını, onun rızasıyla, özgür iradesiyle alınmış bir karar gibi sundular. Oysa tarihi belgeler, bunun tam aksini kanıtlıyor.
Kürtlerin UKKTH’nı kullandığı yalanı ve Musul-Kerkük iddiaları
TC kurulma aşamasında, sadece bugün TC sınırları içindeki Kürt bölgesini değil, Musul ve Kerkük’ü de almak için İngilizlerle yaman bir diplomasi savaşına girmiş, Kürtlerin Türkiye sınırları içinde kalmak istediğine dair her tür kılıfı uydurmuştu. Gerek coğrafi konumu ve yeraltı zenginlikleri, gerekse doğal sınırların oradan geçmesi ve sınır güvenliği açısından, bu bölgeler Türkiye için hayati önemdeydi. İlk belirlenen ‘misak-ı milli’ sınırları içinde Musul ve Kerkük vardı.
Musul-Kerkük sorununun görüşüldüğü tüm uluslararası toplantılarda da, “Kürtlerle Türklerin yüzyıllarca içiçe yaşadıkları, mecliste Kürt vekillerinin bulunduğu, Kürtlerin TC içinde kalmayı tercih ettikleri” gibi bir dizi sav ortaya atılmış, Kürt milletvekilleri de bu yönde kullanılmıştır. Öyle ki, Kürtlerle ilgili ‘referandum’ önerisi de Türkiye’den gelmiştir. Ancak bu öneri, İngiliz hükümeti tarafından reddedilir.
Lozan görüşmelerinde Türkiye heyetine başkanlık eden İsmet İnönü’dür. İnönü, 23 Ocak 1923’de yapılan oturumda, bölgenin TC sınırları içinde yeralması gerektiğini şöyle savunur: “Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir… Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul vilayetinde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmalarına razı değildir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakarlıklara katlanmaya hazırdır… Büyük Millet Meclisinde milletvekilleri vardır, hükümet ve yönetim işlerine etkili olarak katılmaktadırlar.” (Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, Yapı Kredi Yayınları, cilt 1, sf: 349-350)
Bu ve daha birçok belgede görüleceği gibi Türkiye, Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia ederken, TC’nin sadece Türklerden oluşmadığını, Kürtlerin varlığını ve yoğunluğunu kabul ediyor. Hatta Kürtlerin ağırlıklı olarak TC sınırları içinde bulunduğundan hareketle, bölünmemesi gerektiğini, ayrıca TBMM ve hükümet içinde temsil edildiklerini iddia ediyor. Mustafa Kemal’in İzmit konuşması, 1921 Anayasası gibi Kürtlere dair vaatler de bu kapsamda dile getiriliyor.
Türkiye, Musul-Kerkük’ü almayı başaramıyor ama Kürdistan’ın önemli bir kesimini kendi sınırları içinde tutmayı başarıyor. Peki ondan sonra ne oluyor? Kürtlere verilen vaatlerin hangisi tutuluyor? Ulusal haklarını talep eden Kürtler nelerle karşılaşıyor? Kürt isyanları nasıl bastırılıyor? Bunların hepsi ortada.
“Kürtlerin Türk soyundan olduğunu tarihte ilk defa bulup çıkaran, Türk Temsilci Heyeti olmuştur… Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım… Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclisin çalışmalarına katılmadıklarını herkes bilmektedir…” (Musul-Kerkük Olayı, H.Bülent Demirbaş sf:58-59)
Konuyla ilgili Y. Serhat Bucak, Özgür Gündem’de yayınlanan bir yazısında şunları söylemektedir:
“Kürtlerin Lozan’da kendi hür iradeleri ile TC’nin kuruluş sözleşmesine katılımları söz konusu değildir. İnönü, Lozan’a gittiğinde yanında birkaç milletvekilini birlikte götürmüş, ancak hiç kimse bu delegelerin görüşlerine başvurmadığı gibi, yine bu delegeler toplantılara dahi alınmamışlardır. Kendilerine ‘biz Türk kardeşlerimizle birlikte yaşamak istiyoruz, biz bu devletin temel grubuyuz’ diye Lozan Konferansı’na telgraf çektirilen milletvekillerinin kimisi darağacına yollanmış, kalanları da sürgüne gönderilmiştir. Kemalist rejim, kendisine sadık insanları bile Lozan’dan sonra ayakları altında paspas olarak kullanmıştır.” (28.10.04)
Kürtler UKKTH’nı hiçbir dönem kullanamamıştır. TBMM’de Kürt milletvekillerinin varlığı buna kanıt olarak sunulamaz. Onların nasıl seçildikleri ve kullanıldıkları, sonrasında ne hale getirildikleri belgelerle ortadadır.
Son olarak, Barzani’nin “bağımsızlık referandumu” da Kürt halkının UKKTH’yı kullandığı anlamına gelmiyor. Gerici-işbirlikçi yönetimler altında bir referandumla bağımsızlığın elde edilemeyeceği bir yana, Barzani’nin (ve onun arkasında yer alan ABD’nin) bu referandumla neyi amaçladıkları bellidir. Kürt halkının acıları ve özlemleri, bir kere daha emperyalist çıkarlara malzeme yapılmaktadır.