Soma’da yine bir dağ çöktü işçilerin üzerine. Yine yüzlerce maden işçisi dağın içinde kaldı. Ve biz, bir kere daha, maden işçilerinin ne kadar ağır koşullarda çalıştığını ve yaşadığını gördük, konuştuk.
“Madende Suriyeli çalışıyor mu” sorusuna işçilerden biri, “Suriyeli’ye ne gerek var, biz kendimiz Suriyeli olmuşuz” diye cevap veriyor. İşçilerin canının ne kadar değersiz olduğunun daha çarpıcı bir ifadesi olabilir mi? İşçilerin dizginsiz ve pervasızca çalıştırıldığı madencilik sektöründe, ölümüne bir sömürü yaşanıyor. Sözün gelişi “ölümüne” değil, gerçekten de işçilerin cangüvenliğinin en az olduğu, ücretli kölelik düzeninin en çapcıcı yüzüyle kendini gösterdiği bir alan burası. TÜİK’in geçen mart ayında yayınladığı ve iş kazalarının sektörel dağılımının yer aldığı rapora göre, Türkiye’de iş kazalarının en fazla yaşandığı sektör, “maden ve taş ocakçılığı” olarak belirlendi. Ve geçen yıl iş kazalarının yüzde 10,4’ünün, bu alanlarda yaşandığı tespit edildi.
Oysa madencinin istediği tek şey, insanca yaşama ve çalışma koşulları…
Öncesinde Soma ve çevresindeki bütün bir bölgede, tütünden pancara kadar çeşitli tarım ürünleri üretilirmiş. Tarım kotaları ve tarımda yerli üretimi yıkma politikalarının bir sonucu olarak, tarım üretimi, doyurmaz olmuş. Çiftçiler geçimlerini sağlayamadıkları için topraklarını ekmeyi bırakmışlar. Açık havaya, geniş ovalara, güneşli günlere, yeşil yaşama alışkın olan çiftçiler, karınlarını doyurmak için karşılarına çıkarılan tek seçeneğe yönelmek zorunda kalmış; yerin yedi kat altına, madenlere inmişler.
“Dağın ciğerini söküyoruz”
Bir işçi, “bizim yaptığımız dağın ciğerini sökmek” diyor, “elbette buna tepki gösterecek dağ!” Yerin “yedi kat altında”, dağın “ciğerinin içinde” çalışıyor işçiler. Güneşsiz, havasız, kömür tozu içinde…
İşçilerin mesaisi günlük 8 saat. Ancak bu 8 saat, işçiler maden ocağının ağzında, içeriye girerken kart bastıklarında değil, işçinin çalışacağı galeriye varıp, o gün çalışacağı, kömür çıkaracağı noktaya ulaştığında başlıyor. Galerilerin uzunlukları 2 ile 6 km arasında değişiyor. Yani işçiler, önce birkaç yüz metre yerin altına iniyor, sonrasında 2 ile 6 km arasında bir yolu yürüyorlar. Herbir işçi için, madenin içinde işbaşı yapmadan önce ve mesai bittikten sonra yürüyerek geçen yaklaşık 2-3 saatlik süre, mesai saatine dahil değil.
“Yürümek” derken, düz yolda yürümeye benzemiyor madende yürümek. Kimi yerlerde eğilerek, kimi bölümlerde 40 cm.lik bir delikten sürünerek geçiyorlar. Başlarında baretleri, ellerinde çalışma aletleri, yiyecekleri, bel kemerlerinde işe yaramayan gaz maskeleri… Madenci yürüyüşü ağır, zahmetli, yorucu…
Kömür çıkaracağı noktaya geldiğinde, önceki vardiya hala çalışmakta oluyor. Önceki vardiyanın işçisi kazmayı bıraktığında mesaisi bitiyor, yeni gelen kazmayı alıp devam ediyor. Vardiyayı bırakanın çıkmak için yürüyüşü de mesaiye dahil değil.
“Dayıbaşı” ise hep ensede. “Şu deliği biraz büyütüp daha rahat geçilecek hale getirelim” dersin, dayıbaşı “hadi yürü hadi” der… “Şurası sağlam olmadı, tahkimatı güçlendirelim” dersin, dayıbaşı “hadi, çalış hadi”… “Kömür ısındı” dersin, dayıbaşı “hadi, hadi”… Zaten işçiler, çalışma yöntemini “hadi hadi” olarak özetliyorlar. Yorulursun biraz dinlenmek istersin, dayıbaşı ite kaka, bazen tartaklaya tartaklaya çalışmaya zorlar. İtiraz edersen, yevmiyen kesilir. Biraz yavaşlarsan, mesai uzatılır. Göçük tehlikesi olur, çalışmaya karşı çıkarsan, işten atılırsın. Sürekli olarak başında “hadi hadi” diyen bir dayıbaşı bulunur. Patronun karını artıran, üretim maliyetini düşüren en önemli unsur, işte bu “hadi hadi yöntemi”dir.
“Taşeron yok” diyorlar madende; oysa taşerondan bile daha kötü bir sistem, dayıbaşı sistemiyle işçilerin üzerinde sürekli terör estirilmektedir. Bu sistemde işçi yasal olarak asıl patrona bağlı görünüyor, ama gerçekte patronu dayıbaşı. Her tür işini dayıbaşı ile çözüyor, patronla hiçbir ilişkisi olmuyor. Dayıbaşı, işçinin maaşının da sorumlusudur. İşçi ne kadar çok çalışırsa, dayıbaşı o kadar kazanır. İşçi bir gün işe gelmezse, üç günlük yevmiye kesilir. Dayıbaşı isterse, mesai 12 saate kadar uzatılır. Aylık olarak her işçinin çıkarması gereken kömür miktarı belirlenmiştir; bu miktar tutturuluncaya kadar işçiyi mesai dışında da zorla çalıştırır. İşten çıkarma kararını dayıbaşı verir, yasal tazminatı asıl patron öder.
Bir de dayıbaşının özel muhbirleri vardır işçiler arasında. İşçiler bunlara “susturucu” diyorlar. Çalışırken birşeyden şikayet ettiğinde, iş çıkışında kendilerini meydan dayağında buluyorlar. Şikayet eden işçi, mafyatik yöntemlerle dövülüyor, susturuluyor.
Her işçiye 6 ayda bir çizme veriliyor. Ancak bu çizmeler 6 ay dayanmıyor, çizme patlıyor, yırtılıyor. İşçi mecburen gidip kendi parasıyla yeni çizme alıyor.
Madende, en kötü işyerinde bile bulunması zorunlu olan, tuvalet, yemekhane türü kullanım alanları yok. Tuvaleti gelen madenci, bir köşeye yapıveriyor. Yeraltının nemli, ağır, havasız kokusuna, bir de işçilerin tuvaletinin kokusu karışıyor. Hele bir de o gün ishal olan varsa… Bir maden işçisi, günün asgari 10-11 saatini, bu kokuların ve kömür tozunun kesintisiz yağmuru içinde geçiriyor.
Madende çalışan işçilerin iyi beslenmesi gerekir, yoksa çalışmaları aksar. Ama madende işçilere yemek vermiyorlar. Herbir işçi için 80 lira aylık iaşe bedeli maaşa ekleneniyor. Ve işçiler evden yemek getiriyorlar.
Yemeğini madenin içinde yer işçi. Yemek süresi 15 dakika… 15 dakikada bitirip hızla yeniden işbaşı yapması gerekir. Yemek yiyebileceği bir yer yoktur; yere gazetesini serer, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte, en ağır pis kokuların, tozun kömürün içinde, elini bile yıkayamadan çöker başına gazetenin. Madencinin evinden getirdiği yemeğin bir de ortağı vardır: fareler. Madenlerin içi fare doludur. Yemeğini korumak için yüksek yerlere asmak zorundadır madenci; buna rağmen kimi zaman farelerle yemeğini paylaşır.
Aslına bakarsanız, madenciler de farelerden o kadar şikayetçi değildirler. Adeta alarm unsuru olarak görürler fareleri. Madenlerde tehlikeyi haber vermesi gereken alarmlar, sensörler genellikle kapalıdır. Çünkü gaz yükseldiğinde, oksijen azaldığında, işçiler için tehlike unsuru oluşmuş demektir ve çalışmaya ara vermek, madeni boşaltmak, bakım ve onarım yapmak gerekir. Oysa bu, üretimin azalması anlamına gelir. Bu nedenle dayıbaşılar alarmları genellikle kapalı tutarlar. İşte bu noktada, fareler madencinin cansimidir. Öyle ya, gaz yükseldiğinde, göçük kıpırtıları ilk ortaya çıktığında, önce fareler kaçışır. Eğer etrafta fareler pervasızca geziyorsa, ölüm riski yok demektir!
“Sobalarınızda kömür yerine et yakacaksınız”
Bir işçi bağırıyor kameralara: “Gelecek yıl, sobalarınızda kömür yerine et yakacaksınız, madenci eti yakacaksınız!” Anlatıyor işçi bütün hırsıyla, acısıyla, öfkesiyle. İçeride kalan cenazelerin çoğunluğu yanmış durumda. Öyle ki, tanınmaz bir hale gelmiş, kömürleşmiş. Şimdi maden kapatılıyor, birkaç ay sonra sessiz sedasız yeniden açılacak, üretim yeniden başlayacak. Kömürleşmiş madenci bedenleri, kömür ile birlikte çuvallara doldurularak “ücretsiz kömür yardımı” adı altında dağıtılacak.
301 işçinin öldüğü söyleniyor madende. Gerçekte bu sayının çok daha büyük olduğunu herkes biliyor. Hangi köye giderseniz, resmi rakamlardan daha fazla cenaze olduğu söyleniyor. Katliam gününe ilişkin anlatılanlar da, yüzlerce insanın göçük altında kaldığını gösteriyor.
Zaten katliam anında madenin içinde kaç kişi olduğunu tespit etmek bile mümkün değil. Anlatılanlara göre, madene kart basarak giren işçiler var; kayıtdışı ve sigortasız çalıştığı için kart basmayan, baret alırken “zimmet imzası” atarak madene giren işçiler var; baretini ve tüm takımlarını evine götürüp getiren, bu nedenle madene girişte imza atması gerekmeyenler var; arayıp soranı, hiç sahibi olmayan Suriyeli işçiler var… Bütün bunlar oldukça büyük bir yekun tutuyor zaten. Üstüne, patlama olduğu anda yardım etme kaygısıyla bir anda içeri dalan, patlamayı duyup gelen ve yakınını aramak üzere içeri giren onlarca insanı da eklemek gerekiyor. Madenin güvenlikle çevrilip, arama-kurtarma çalışmasının resmileşmesi, patlamadan saatler sonra gerçekleştiği için, bu güvenlik alınmadan önce, yakınını kurtarma kaygısıyla madene girenlerin kaç kişi olduğu da hiçbir biçimde tespit edilemiyor…
Bütün bu tablo, patlama anında ve sonrasında, madende bulunan işçi sayısının, devletin açıkladığından çok daha fazla olduğunu göstermeye yetiyor. Bunların ezici çoğunluğunun ölmesi de neredeyse kaçınılmaz bir gerçek. Yangın zaten çok sayıda işçinin doğrudan ölüm nedeni. Bunların yanında, dumandan zehirlenen; yangını söndürmek için madene su basılması nedeniyle boğulan; gaz maskeleri işe yaramadığından zehirlenen(işçilerin bir kısmı zaten maskeyi kullanmasını bile bilmiyor, aslında bilseler de sonuç değişmiyor, çünkü maskelerin son kullanma tarihi 1993 yılında dolmuş) en uzak galerilerde olduğu için 5-6 km.lik yolu aşamayarak dağın içine gömülen kaç işçi olduğunu tespit etmek, hiç kolay değil.
Bu tabloya bakarak, devletin açıkladığı 301 rakamının, sadece ve sadece ölü sayısını sınırlama, tepkileri zayıflatma çabası olduğunu söylemek hiç zor değil. Üstelik rakamın düşük olması, devlete bir avantaj daha sağlıyor: Uluslararası istatistiklerde, maden kazalarında ölüm oranı giderek düşmekteyken, Türkiye’deki çalışma koşullarının bu kadar pervasızca bir katliama neden olmasının yarattığı prestij kaybından da kurtuluyor. Rakamları bu kadar düşürmesine rağmen, şu gerçeği gizleyemiyor devlet: Türkiye, maden ocaklarında, “milyon ton başına ölü sayısı” ile dünyada birinci! Çin’in “üretim miktarı-madenci ölümü” oranından 8 kat fazla insan, Türkiye’de madenlerde ölüyor.
Oysa toplu ölümler bir yana, ülkemizdeki maden ocaklarında her yıl onlarca insan pervasızca katledilir. Çoğu küçük ve kayıtdışı ocaklarda gerçekleşen bu ölümler, haber bültenlerinde bile yer almaz. Bu ölümler, “üretimi aksatmamak” adına, yanıbaşında çalışan işçilerden bile saklanır, bir insanın hayatı, hızla örtbas edilir.
Tekil ölümlerde çoğu kez uygulanan yöntem, işçinin kayıtlara “yaralı çıktı, ambulansta öldü” diye geçirilmesidir. Böylece şirketin sorumlulukları da, madendeki insanlıkdışı çalışma koşulları da gözlerden gizlenir. İşçinin ailesine 20-30 bin lira tazminat verip, bir de aileden bir başkası işe alındı mı, konu kapanmış olur. Aileden bir başkası, bu ölüm çarkının içine gönüllü biçimde atar kendisini.
Ölüm kol gezer madende. Bu yüzden madenciler, her sabah vedalaşarak, helalleşerek çıkarlar evlerinden. Ve her akşam döndüklerinde, sanki felekten bir gün daha çalmışlardır.
Şirket, parti, sendika: Madendeki “şeytan üçgeni”
Madende çalışabilmek için öncelikli kural, hem AKP’ye hem de sendikaya üye olmak. İşçilerin bu konuda seçeneği yoktur. Ve bu üçü, işçileri sömürmede birlikte çalışırlar.
Sendika patronun işbirlikçisidir. Temsilci seçimleri diye birşey yoktur; patron kimi atarsa, temsilci odur. AKP’nin mitinglerine katılmak zorunludur; mitingden önce işçilerin yemek fişleri toplanır, miting alanından dağılırken geri verilir. Mitinge katılmayan işten atılır. AKP, sendika, şirket “şeytan üçgeni”nin çıkarlarının dışına çıkan her adım, mafyatik yöntemlerle cezalandırılır.
Denetim denilen şey, tamamen göstermeliktir. Bir hafta önceden denetçinin geleceğini öğrenir maden şirketi. Tüm hazırlıklar buna göre gerçekleştirilir. Madendeki güvenlik önlemleri artırılır, toz toprak içindeki galeriler sulanır, elektrik panoları değiştirilir, işçilere nizami giysiler-çizmeler dağıtılır, vb. vb… Denetçi asla madenin içlerine girmez, ilk yüz metrede sağa sola bakar; burası zaten mevzuata uygun görünmektedir. Dışarı çıkar, şirketin lüks arabasıyla en lüks restoranda, otelde ağırlanır. Ve olumlu raporunu vererek bölgeden ayrılır.
Mevzuata göre, madenlerde üç ayrı kurumun denetçisinin görev yapması gerekir: Enerji Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve şirketin daimi denetçisi. Sonuncusu zaten şirketten maaş aldığı için, şirkete aykırı bir denetim raporu çıkaramaz. Bakanlıkların görevi de şirket çıkarlarını korumak olduğundan, onların denetçileri de, şirketi aklamak dışında bir görev yapmaz. Soma’daki madende, 2009 yılından bugüne yapılan 11 denetimin tümünün de olumlu rapor vermesinin asıl nedeni budur.
AKP hükümeti, şirketin pervasız sömürüsünü gerçekleştirmesi için her türlü kolaylığı sağlamıştır. En önemlisi de 2005 yılından itibaren rödovans (kiralama) sistemine geçilmesidir. 1985 yılından beri gayriresmi olarak uygulanan rödovans sistemi, 2005 yılında Maden Yasası’nda yapılan değişiklikle resmileştirildi. Buna göre, birincisi, şirketin üretim maliyeti ne olursa olsun devlet kömürü sabit bir fiyat üzerinden satın alacak. İkincisi, ne kadar kömür çıkartılırsa çıkartılsın, devlet tüm kömürü satın alacak. Tarımda küçük üreticiye sürekli kotalar koyan, belli bir kilonun üzerinde üretim yapılmasını engelleyen devlet, büyük tekeller sözkonusu olduğunda, tüm kaynaklarını sınırsızca sunuyor.
Rödovans sistemi, aslında taşeron çalışmanın kılıfına uydurulması anlamına geliyor. Çünkü madenin ruhsat sahibi olarak, kayıtlarda TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri) görünüyor, ihale usülüyle işletmeyi alan Soma Holding ise, onun taşeronu olarak konumlanmış oluyor. Yani hukuksal olarak Soma’daki madende “asıl işveren” başından itibaren TKİ olmasına rağmen, işçiler, “taşeronun taşeronu”na mahkum biçimde çalışıyorlar ve onların sorumluluğunu kimse üstlenmiyor.
Devletle yapılan alım anlaşmasının sonucunda şirket öncelikle üretimi, kapasiteyi aşarak birkaç kat artırmış. TKİ’nin, tüm yeraltı madenlerinden çıkan kömürün yüzde 35’ini, Soma’da katliamın gerçekleştiği madenden çıkardığını söylemek, nasıl devasa bir sömürü çarkı oluşturduğunu görmek açısından çarpıcıdır. Şirket aynı zamanda üretim maliyetini kısmış. Maden TKİ’nın elindeyken 140 dolar olan birim maliyet, şirketin elinde 23 dolara kadar düşmüş. Bu düşüş nasıl gerçekleşiyor; elbette işçilerin sömürüsünü artırarak ve işçi güvenliği önlemlerini sıfırlayarak. Diğer taraftan, kaliteli kömür, daha maden TKİ’nın elindeyken bittiği için, geriye kalan kalitesiz kömürü, taşı, toprağı vb. çuvallara doldurarak devlete satmaya başlamışlar. Nasıl olsa, yoksul halka dağıtılacak yardım torbaları bunlar. Dahası, TKİ’nin elindeyken, “sıcak kömür” çıktığı için “tehlikeli” ilan edilen ve kapatılan galeri, Soma Holding tarafından yeniden açılmış ve üretime başlanmış.
Sonuçta şirket devasa karlar vurmuş. Yerin kilometrelerce altına gömülen işçilerin kanı, teri, emeği ile, Maslak’ta Spine Tower adında, 120 milyon dolarlık yatırım değeri olan, ihtişamlı bir gökdelen yükselmiş.
* * *
Bugün Soma’da devletin en büyük önceliği, öfkeyi, tepkiyi yoketmek, bastırmak, sindirmek… Soma’da toplanan kolluk güçlerinin en önemli görevi, madenci eylemlerini durdurmak, Soma’ya destek için gelen kitle örgütlerine dönük “dış mihrak” söylemi ile madencilerden koparmak, provakasyonlar gerçekleştirmek. Yanısıra, madenci yakınlarını tehdit etmekten, para ve iş vererek kandırmaya kadar her tür yöntemi kullanıyorlar. Markette Erdoğan’dan yumruk yiyen madencinin, iki gün içinde 4 defa ifadesini değiştirmesi, üzerinde sallanan demokles kılıcının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Bugün devletin Soma’da yakınlarını kaybeden madenci ailelerine yaptığı en büyük “yardım”, diyanetin gönderdiği imamlardır. Tarikatlar, Soma’da ve diğer madenci bölgelerinde kol geziyorlar ve halka “isyan ederseniz, cenazenizin ruhu huzur bulmaz; isyan etmeyin” diyor. Orada devlete karşı patlayan öfkeyi, dini telkinle, maddi ve manevi tehditlerle yatıştırmaya, silmeye çalışıyorlar. Kasklı polisin copu ile, takkeli hocanın çenesi aynı amaç için harekete geçmiş durumda.
Ancak tepkileri tümüyle durdurmayı başaramadıkları için, bazı adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Müşavir Yusuf Yerkel’in görevden alınması, şirket yöneticilerinden bazılarının tutuklanması vb. göstermelik de olsa önemlidir; çünkü direnişin, madenci öfkesinin gücüyle atılmak zorunda kalınmış adımlardır.
Ve en önemlisi, Erdoğan, ilk defa “istifa” sloganları atan bir kitlenin içinden geçmiş, bu sloganları bizzat duymuş ve ilk defa korkudan bir markete sığınmak zorunda kalmıştır.
Madenciler bir kere başlarını kaldırdılar. Yaşam ve çalışma koşullarının “kader” olmadığını, ücretli kölelik düzeninin köleleri haline getirdildiklerini gördüler. Ve ülkemizin sınıf mücadelesine son derece önemli bir işçi direnişini kattılar. İşçi ve emekçi kitleler, madencilerin açtığı bu yoldan yürüyecektir.
* * *
Rakamlarla maden kazaları
Türkiye’de 1941 yılından bu yana, maden ocağında gerçekleşen katliamlarda 3 binden fazla işçi hayatını kaybetti. En büyük kayıp, 1992 yılında 263 işçinin öldüğü Zonguldak-Kozlu katliamında yaşandı.
“Özelleştirme-taşeronlaştırma ölüm demektir” sözü, bu katliamlarda kendisini çarpıcı biçimde göstermektedir. Genel Maden iş gibi işbirlikçi bir sendikanın yaptığı araştırma bile, özel-kamu karşılaştırmasında, 12 yıllık ortalamada 13 kata ulaşan ölüm oranı, zaman zaman 244 kata kadar çıkabiliyor. Mesela 2003 yılında ruhsatlı ve kaçak özel madenlerde yalnız 44 bin ton kömür üretiminde 18 madenci katledilirken, aynı yıl TKİ’de, 2.9 milyon ton kömür üretimi sırasında 8 madenci öldü.
Keza 2004 yılında özel madenlerde 38 bin ton üretim sırasında 17 işçi yaşamını yitirirken, kamuda, 2.8 milyon ton kömür üretimi sırasında ölen madenci sayısı 5.
2005 yılından itibaren madenlerin özelleştirilmesi yaygınlaştıktan sonra, özel madenlerde ölüm oranı hızla tırmandı.
12 yılın ortalaması alındığında, özel sektöre ait madenlerde, ortalama 140 bin ton kömür üretimi için 10 işçi yaşamını yitirirken, kamuda 3.3 milyon ton üretim sırasında 11 madenci yaşamını yitirdi.
En çarpıcı rakamlar ise, uluslararası karşılaştırmalarda ortaya çıkıyor.
İşçi hakları konusunda dünyanın en kötüleri arasında sayılan Çin’de, milyon ton kömür üretimi başına ölüm oranı 2000 yılında 4,8 iken, 2008 yılında 1,27’ye, 2013 yılında ise 1,2’ye düşmüş bulunuyor. Yine ABD’de aynı yıllarda milyon ton başına ölüm oranı 2000 yılında 0,03’e, 2008 yılında ise 0,02’ye gerilemiş durumda.
TMMOB’un 2010 yılında hazırladığı rapora göre, Türkiye’de milyon ton kömür başına düşen ölüm sayısı 2000 yılında TTK’da 3,98, özel sektörde 59,25’ti. 2008 yılında ise bu oran TTK’da 4,41’e çıkmış, özel sektörde 11.5’e düşmüş.
Milyon ton kömür üretimi başına ölüm oranı dünyada sürekli ve sistemli biçimde düşürülürken, ülkemizde artış göstermiş ve Türkiye 1. sıraya yerleşmiş.