40’lı yıllarda Filistin hareketinde -Yahudi hareketine göre daha az örgütlüydü- ortaya çıkan zayıflamanın, iki tayin edici nedeni vardır:
İlki, Yahudilerin toprak alımlarının oldukça geniş olmasıdır. Arap halkında Yahudilere toprak satımına karşı yaygın bir tepki olduğu halde, özellikle zengin Siyonistler büyük miktarlarda toprak satın alabildiler. (Yahudiler 1918 yılında, tüm tarım alanlarının (2.5 milyon hektarın üzerinde) yaklaşık yüzde 2’sine sahiptiler; 1948’e geldiğinde yaklaşık yüzde 5’e yükselttiler.)
Onlar bu toprakları, Filistin’deki egemen aşiretlerden alıyorlardı. Bu aşiretlerden olan Nahasibi, Hadi ve Dayani aşiretleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de imtiyazlı bir yere sahiptiler. Bu gerici güçler, o zaman da Filistin’deki Arap halk yığınlarının ulusal kurtuluş hareketine destek olmak yerine, emperyalistlerle ve bizzat Siyonistlerle işbirliği yapmışlardı.
İkinci neden ise, İngiliz sömürgecilerin 1936 yılında, Filistin’deki genel grevden sonra yaptıkları korkunç katliamdır. Üç yıl içerisinde, on binlerce aktif Filistinli katledilmiş, bir kaç bini de “kaybedilmişti.”
Bu yenilgi, feodal aşiretlerin ve “efendileri”nin rollerini güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda bütün Filistin partilerini ve 1942 yılında yeni oluşturulan “Arap Yüksek Konseyi”ni kontrollerine almalarına yol açtı. Buna karşın aynı yıllarda Siyonist hareket bütün olanakları, kendi durumunu düzeltmek için kullanıyordu. 1936 yılındaki genel grevi, ekonomik girişimlerini güçlendirmek için değerlendirdiler. İngilizler, 1947 yılının ilk baharında, manda bölgesi için BM’ye başvurduğunda, genel durum bu şekildeydi. (…)
Siyonist devlet sınırları, Yahudilerin kendilerine ait toprakları veya Yahudi halkın oturduğu tüm bölgeleri kapsıyordu. Araplara ait olan, onların oturduğu ve Siyonistlerin iştahını kabartan geniş alanlar da, bu devletin sınırları içerisinde gösteriliyordu.
Örneğin; Filistin bölgesinin yarısını kapsayan ve içine yüzde 1,2’den az Yahudi mülkiyetinin girdiği Güney Filistin (Necef), Siyonist devlet için önerilen bölgelere dahil ediliyordu. Diğer yandan “Arap Devleti”nin çok az miktarda Yahudi’yi ve yine o kadar az Yahudi topraklarının bulunduğu bölgeyi kapsaması öngörülüyordu. Siyonist devlet, 498 bin Yahudi ve 497 bin Arap nüfusundan, buna karşın Arap devleti 725 bin Arap ve 10 bin Yahudi’den oluşacak şekilde planlanmıştı. Geri kalan Arap ve Yahudi’nin ise “Uluslararası Bölge” olan Kudüs’te yaşaması gerekiyordu.
Araplar bu bölüşüm kararını, bir halkın kendi kaderini tayin hakkını belirleyen BM şartını ihlal ettiği gerekçesiyle reddediyorlardı…
Bu planların tartışıldığı dönemde, Kasım 1947’de Sovyet delegesi şunları söylüyordu:
“Hiç bir Batı Avrupa ülkesi, Yahudi halkın temel haklarının savunusunu garanti altına almaya ve bu halkı faşist cellatların şiddet hareketlerinden korumaya yetenekli değildir. Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sürecinde yaşadıkları dikkate alındığında bu hak, Yahudi halktan alınamaz. Yahudi halkın meşru haklarını dikkate almaksızın, bir bağımsız Arap devletinin kurulmasını; diğer yandan Arap halkının meşru haklarını dikkate almaksızın bir Yahudi devletinin kurulmasını, (Filistin sorununun tek taraflı böylesi bir çözümü) ne tarihsel ne de bugünkü koşullar haklı çıkaramaz. Yalnız eşit şekilde, bağımsız ve demokratik bir Arap-Yahudi devletinin kurulmasıyla, Yahudilerin ve Filistin’deki Arapların çıkarları belirli çerçevede korunabilir. Eğer bu çözüm, Yahudi ve Araplar arasında varolan gerilimli ilişkilerden dolayı gerçekleşmezse -Özel Komisyon’un bu nokta üzerindeki düşüncesinin öğrenilmesi oldukça önemlidir. Bu durumda ikinci çözümün incelenmesi gerekir; iki bağımsız devlet arasında ülkenin bölüşümünü içeren bir çözüm: Bir Yahudi ve bir Arap devleti. Tekrarlıyorum: Eğer bu çözümde Filistin’deki Arapların ve Yahudilerin arasındaki gergin ilişkiler dikkate alındığında, Araplar ve Yahudilerin barışçıl birliğinin garanti altına alınması olanaklı değilse, ikinci çözüm devreye girebilir.”
Sovyet Heyeti, 1947 ilkbaharında -yukarıdaki pasajdan da çıkarılabileceği gibi- ulusal gerginlikleri ortadan kaldıracak demokratik karakterde bir Yahudi-Arap devletinin oluşturulmasını öngören bir öneri sunuyordu.
Bu, bizim başka durumlarda da gözlemleyebildiğimiz gibi, Stalinist dış politik çizgiye uygun bir öneriydi. Yalnız bu öneri için, çoğunluk sağlanamadı. Zaten toplantıya katılanlar bu öneriye karşıydılar.
Sovyet Heyeti her şeye rağmen bir çözüme varmak için, ekonomik birliğe bağlı iki devletin oluşum yolunu öneriyordu. Avrupa’daki Yahudilerin korkunç trajedisinden hareketle bunu vurguluyordu.
Sovyet önerisi, ilerideki süreçte olduğu gibi esasen bir şarta dayanıyordu: İngiliz kuvvetlerinin tamamen çekilmesi. 8 Şubat 1947 tarihli ‘İzvestiya’ gazetesinin konuyla ilgili yazısında, bu talep “Barışçıl bir çözüm için temel şart” olarak nitelendiriliyordu. SSCB, Siyonizm’i değil, aksine Avrupa’dan kaçan ve İngiliz işgaline karşı gelen Yahudileri destekliyordu. Bölüşüm Planı, nesnel durumdan doğan bir antlaşmaydı.
Araplar ve Yahudiler için doğru çözüm, ortak demokratik bir Filistin devletiydi, ama emperyalist entrikalar bunu engelliyordu. İngiliz sömürgecileri, çevredeki devletlerin Arap feodallerini -bunların orduları İngilizlerin denetimindeydi- sürekli tahrik ediyordu. Bu alanda yeni emperyalist güç olan ABD, bir kaç dolambaçlı hareketten sonra, Siyonist hareketi desteklemekte karar kıldı. Sonuçta Filistinliler ve Yahudiler arasında aşırı körüklenen ulusal farklılıklar egemen hale gelmişti.
Bunun için BM’deki, Arapların hiçbir şekilde meşru temsilcisi olmayan Arap feodallerinin, planın reddedilmesinin sebepleri hakkında yaptıkları açıklama doğru değildir.
Şimdi ise bunlar, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı üzerinde duruyor ve tahrik ediyorlardı. Yahudilere ne olacağı konusu üzerine hiçbir şey söylenmiyordu. Nazilerin Yahudileri imhası, Siyonist olmayan Yahudilerin yığınlar halinde Filistin’e gelmelerine yol açtı ki, bundan hiç bahsedilmemiştir. Bir yandan Siyonist yönetim Filistin’deki Arap halkın haklarını açıkça inkar etmekte; diğer yandan Arap Yüksek Konseyi ve Arap Birliği 1939’dan sonra Filistin’e göç eden Yahudilere, seçim hakkının verilmesine karşı çıkmaktaydılar.
Böylesi karışık bir durumda, her iki kesimden aynı düşünceye sahip çok az güç vardı.
Arap ve Yahudilerin ortak üye oldukları tek büyük örgüt Filistin Komünist Partisi’ydi. Bu parti içerisinde bile dalgalanmalar yaşandı. Bu, farklılıkların ne denli derin olduğunu gösteriyor. BM’in 29 Kasım 1947 tarihli kararından sonra durum daha da karmaşıklaştırmıştır. (…)
Filistin’in sözüm ona yardımcılarının, (Arap Birliği’ni oluşturan ülkeler) Filistin’in her bir parçasını kendileri için sağlama almaktan başka hiç bir uğraşları yoktu. Ve ilk kez Siyonistler, kendilerinin büyük düşü olan “Büyük İsrail” için adımlar atlattılar. BM’nin İsrail için öngördüğü Filistin bölgesindeki yüzde 56,45’lik oran yerine İsrail, bölgenin yüzde 77,4’üne sahip oldu. Ben Gurion, Siyonistlerin bu bölge genişlemesinin hiçbir şey olduğunu, çünkü bu bölgelerin “ülkenin yalnızca bir kısmını oluşturduğunu” ifade ediyordu. Arap Birliği feodallerinin gerici-maceracı davranışları, Siyonistlere kendi planlarını gerçekleştirmenin ve büyük atılımlar yapmanın yolunu açmıştı.(…)
14 Mayıs 1948 tarihinde, İsrail devletinin ilan edildiği belgede, şu sözler yer almaktadır:
“İsrail devleti, 29 Kasım 1947’de genel toplantı kararını gerçekleştirmesi ve ekonomik birliğin uygulanmasına etkide bulunmak için, BM temsilcileriyle birlikte çalışmaya hazırdır.”
Siyonistler, 20 yıl içerisinde 40 milyar dolardan daha fazla bir miktarı bu ülkeye yatıran ABD emperyalistlerinin Ortadoğu’daki köprü başı, gerici bir dayanağı haline geldiler.1952 yılının sonlarında, İsrail’in bu rolü netleştiğinde, Sovyet Hükümeti İsrail’le olan diplomatik ilişkilerini kesti. Yapılan girişim başarısızlığa uğramıştı. Bu girişim, uzun zamandan beri gerilimlerin varolduğu bir bölgede, halkların eşitliğine ve barışa yönelen bir saldırıydı.
SSCB hiçbir zaman, Siyonistlerin büyük İsrail kurma çabalarını desteklemedi, bölgeye silah sevkiyatı yapmadı. Sovyet Yahudilerinin göçünü kolaylaştırmadığı gibi, Doğu Avrupa halk demokrasisi ülkelerinde, içlerinde Siyonistlerin de olduğu düşman gurupların maskelerinin inmesi için yapılan mahkemeleri selamlamıştır. Çekoslovakya’daki Slansykys, Macaristan’da Rajk ve Romanya’da Pauker gruplarına karşı yapılan mahkemeler, Siyonistlerin “büyük İsrail” planlarına karşı mücadelenin bir parçasıydı.
Sovyetler Birliği, Yahudi Sovyet vatandaşlarının ne dünyanın herhangi bir başka bölgesine, ne de Filistin’e göçlerini teşvik etmemiştir. Ve SSCB, 1940’lı yılların ikinci yarısında Ortadoğu sorunu yakıcıyken, bu bölgedeki herhangi bir partiye silah sevkiyatı yapmayan tek güçlü ülkeydi.
Bu gerçekler Sovyetler Birliği’nin İsrail sorununda kendi çıkarlarından hareket etmeyen bağımsız bakış açısı olduğunu kanıtlamaktadır.
ML partiler ve komünistler, dün olduğu gibi bugün de halkların barışçıl birliğinden, sömürgeci ve saldırganlara karşı mücadele anlayışından hareket etmektedirler.
Arnavutluk Emek Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca’nın 1978 yılında komünistler adına söyledikleri, o yıllarda Ortadoğu’daki Stalinist dış politikanın bir devamı niteliğindedir:
“Amerikan emperyalizminin kanlı aleti, Arap halklarının ilerlemesinde büyük bir engel olan İsrail’e karşı mücadele, bu halkların ortak sorunudur. Bu gerçeğe rağmen Arap devletleri pratikte İsrail’e karşı mücadele ve ortak düşmana karşı yürütülecek bu mücadelenin karakteri üzerine aynı düşünceyi paylaşmamaktadırlar. Bu mücadele sık sık bazıları tarafından dar milliyetçi bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Böylesi bir davranışı kabul edemeyiz. Biz İsrail’in kendi alanı içerisinde kalmasını ve Arap devletlerine karşı şovenist, provokatif, iştahlı saldırgan hareketlerine son vermesinden yanayız. İsrail’in Araplara ait bölgelerden tamamen geri çekilmesini ve Filistinlilerin tüm ulusal haklarını kazanmalarını talep ediyoruz. Tabii ki hiç bir zaman, İsrail halkının imha edilmesinden yana değiliz.”
Bu 30 yıl önce olduğu gibi bugün de komünistlerin enternasyonal tavrıdır.
(Bu yazı, Yediveren Yayınları tarafından 2002 yılında basılan “Stalin Üzerine Gerçekler” adlı kitaptan alınmıştır.)