BASKIN SEÇİM AKP’nin açmazıdır

Yaklaşık 1.5 yıl sonra yapılması gereken genel seçimler, 24 Haziran gibi olabilecek en yakın tarihe çekildi. Yani iki ay sonra, cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri yapılacak. Eğer seçimlerin 60 gün önceden ilan edilmesi gibi yasal bir zorunluluk olmasaydı, belki daha da öne çekilecekti.

Dolayısıyla bu seçime “erken seçim” demek hafif kalıyor; o yüzden çoğu kesim tarafından “baskın seçim” olarak nitelendirildi. “Panik seçim”, hatta “darbe” şeklinde değerlendirenler oldu. Bunların hiç biri de yersiz değildi.

Öyle ki, seçim tarihi ilan edildi, ama seçimin nasıl yapılacağına dair kanunlar çıkmış değil! Şimdi alelacele o kanunları yapmaya çalışıyorlar…

 

AKP-MHP bloku zorlanıyor

Bu durumda akla takılan ilk soru; AKP-MHP blokunu bu kadar telaşlandıran, apar-topar seçimlere götüren nedenler oluyor. Yakın zamana dek “erken seçim” yönündeki her soruyu tersleyen, “seçimler zamanında olacak” diye vurgulayan başta Erdoğan olmak üzere AKP-MHP kurmayları, ne oldu da adeta zamana karşı yarışır gibi bir seçim takvimi açıkladılar.

Esasında “erken seçim” zaten bekleniyordu. Özellikle Afrin işgali sonrasında AKP’nin böyle bir hamle yapacağı belli olmuştu. Biz de geçen sayımızda, erken seçim ihtimalinin güçlendiğini belirtmiştik. Dolayısıyla “erken seçim” kararı kimse için sürpriz değildi. Sürpriz olan, bu tarihin 24 Haziran gibi olabilecek en yakın tarihe çekilmesiydi. “Baskın” ya da “panik seçim” olarak adlandırılmasının nedeni de budur.

Belli ki, son birkaç ay, hatta birkaç haftalık gelişmeler, Erdoğan ve ekibini bu kararı almaya zorladı. Bahçeli’yi öne sürerek, onun aracılığıyla “erken seçim” duyurusunu yaptılar; herkesin Ekim-Kasım gibi bir tarih beklediği anda da, Bahçeli’nin telaffuz ettiği 26 Ağustos’u bile “geç” bularak 66 gün sonraya tarih verdiler. Dolayısıyla AKP-MHP gerici-faşist blokunun kendilerini güçlü hissettikleri bir anda, muhalefete yaptıkları bir “baskın”dan değil; ayaklarının altından halının çekildiğini farkettikleri anda, düşmemek için tutundukları bir “dal”dan sözedilebilir ancak.

Demek ki, önümüzdeki günler AKP-MHP blokunu zora sokacak gelişmelere gebedir. Daha fazla batmadan, giderek kaybettiği kitle desteğini tamamen yitirmeden seçime gitmeyi tek çare görmüşlerdir.

AKP’nin “FETÖ ile mücadele” adı altında kendi içinde yaptığı tasfiyelerin yarattığı kırgınlıklardan, MHP’nin içten parçalanması ve halen devam eden huzursuzluğa kadar iç sorunları bir yana, ülkede ve dünyadaki son gelişmeler, bu gerici-faşist bloku zorlamaya başlamıştır. Her iki partide iç sıkıntılar artmış, kitle desteği azalmış, ittifakın geleceği yönünde kaygılar artmıştır. Daha önemlisi, ekonomik, siyasi yönden çember daralmaktadır.

Zaten uzunca bir süredir “yönetememe krizi” yaşanmaktadır. Öncesi bir yana, 15 Temmuz sonrası AKP, ülkeyi yönetmekte iyice zorlanmakta, OHAL rejimiyle götürebilmektedir. Devletin hemen tüm kurumları yıkılmış, yasaları değişmiştir, fakat yerine yenisi konabilmiş değildir. Her yandan dökülmekte, çivisi çıkmış bir halde yalpalamaktadır.

Bu durumda seçimlerin normal zamanı olan Kasım 2019’u beklemek, yani 1.5 yıl daha idare etmek imkansız hale gelmiştir.

 

Açmazlar birden fazla…

AKP hükümetinin açmazları bir değil, iki değil… Bir çok yönden sıkışma yaşıyor. Bunların içinden öne çıkanları iki başlık altında toplamak mümkün.

Birincisi ekonomik nedenlerdir. Türkiye ekonomisinin giderek daha fazla krize battığına dair veriler ard arda sökün ediyor. Örneğin TL’nin döviz karşısında erimesi, son bir ayda tavan yaptı. Dolar 4, euro 5 TL’ye çıktı. Bu durum otomatikman enflasyonu yükseltti. Benzinden başlayarak temel gıda maddelerine kadar her şey zamlandı. Resmi rakamlarda bile enflasyon çift haneli oldu.

Keza işsizlik sürekli artıyor. Özellikle genç işsizler, bunların içinde de üniversite mezunları başı çekiyor. Gelecek belirsizliği başta gençler olmak üzere kitleleri bunalıma sürüklüyor. Atanamayan öğretmenlerden, işten atılan işçilere kadar onlarca kişi intihar etti. Ekonomik durumu nispeten iyi olanlar yurtdışına kaçıyor. “Beyin göçü” 12 Eylül yıllarıyla kıyaslanan bir boyuta sıçradı.

Sadece gençler ya da akademisyenler değil, patronlar da yurtdışına kaçıyor. Dolar zenginlerinin yurtdışına kaçtığı yönünde haberler arttı. Türkiye, bu konuda da dünya üçüncüsü. Aralarında Ülker ve Doğuş gibi AKP’ye yakınlığı ile bilinen büyük şirketler, borçlarını için yapılandırma talebinde bulundular. Ülker’in paralarını İngiltere’ye kaçırdığına dair bilgiler önceden çıkmıştı. Ekonomik krizin giderek derinleşeceğini farkedenler, önlemlerini şimdiden almaya başladı.

AKP döneminin büyüyen tek sektörü olan inşaat da kriz aşamasında. Mart ayı verilerine göre konut satışlarında yüzde 14 düşüş var. Bunun ikinci el satışlarda daha fazla olduğu belirtiliyor. Öte yandan kredi ile ev alanlarda ödeme güçlüğü artıyor. Bu durum bankaları da tehdit etmeye başladı. Bankaların elinde biriken ipotekli evlerin patlaması an meselesi. Bankaları bekleyen bir başka tehlike ise, ABD’de görülen Zarrab davasının sonuçlanmasıyla birlikte Halkbank başta olmak üzere kamu bankalarına kesilecek fatura. Ki son duruşma Mayıs ayında olacak. Yani tehlike kapıda…

Ekonomide bu kötüye gidişi sahte büyüme rakamları ile kapatmaya çalıştılar, fakat tutmadı. Kaldı ki o rakamlarda bile gelir adaletsizliği sırıtıyordu. Yani “büyüme”den yararlananlar zenginler olmuş, işçilerin gelirleri önemli oranda gerilemişti. Zaten gelir adaletsizliğinde Türkiye, dünya üçüncüsü. Öyle ki, oruç ayının yaklaşmasıyla birlikte Diyanet’in açıkladığı bu yılki fitre bedeli (5 kişilik bir ailenin asgari beslenme miktarı) 2 bin 800 TL. Asgari ücretin neredeyse iki katı!

Türkiye tarihinin en büyük borçlanmasının yaşandığı, cari açığın rekorlar kırdığı, yüzbinlerce esnafın kepenk kapattığı, turizm gelirlerinin yarı yarıya düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bütün veriler, ekonomik krizin bir sel gibi geldiğini gösteriyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bile bunu itiraf etmek zorunda kaldı. O yüzden Erdoğan’ın hışmına uğradı, bunun üzerine istifa ettiği fakat kabul edilmediği söylentileri dolaştı.

AKP’nin her kriz tehlikesini çeşitli hamlelerle geçiştirdiği ya da etkisini nispeten azalttığı biliniyor. Kamuya ait her şeyi satarak, yüksek faizlerle borçlanarak, “sıcak para” girişini sağlayarak, bugüne dek ayakta durmayı başardı. En son tüm tepkilere rağmen şeker fabrikalarını bile sattı. Tam da seçim arifesinde bunu yapmaları, ekonomide ne kadar zorlandıklarının bir başka göstergesi. Fakat artık denizin dibi göründü. Bırakalım seçimlerin normal takvimi olan 1.5 yılı, bir-kaç ay bile beklemeye tahammülleri kalmadı.

İkincisi Suriye savaşının geldiği aşamadır. AKP’nin Suriye savaşında başından beri yanlış politikalar izlediği biliniyor. Başlangıçta ABD’nin rotasında S. Arabistan ve Katar’la birlikte IŞİD ve benzeri cihatçı çeteleri besleyip büyüterek Suriye savaşını kışkırtmışlardı. Kısa sürede Esad rejimini alaşağı edeceklerini ve “Müslüman Kardeşler”i iktidara getireceklerini düşünüyorlardı. Fakat bekledikleri gibi olmadı. Esad’a bağlı güçler direndi, ardından İran ve Rusya’nın desteği geldi. IŞİD vahşeti, başta Ortadoğu olmak üzere dünya halklarının çok büyük tepkisini topladı. Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde PYD önderliğinde özerk yönetimler kuruldu.

ABD, IŞİD ile Suriye savaşını kazanamayacağını anlayınca, bu kez “IŞİD’e karşı savaş” adı altında Batılı emperyalistlerle “koalisyon” oluşturdu. Aynı dönemde IŞİD’e karşı direndiği için dünya halklarından büyük bir ilgi gören PYD ile ilişkilerini arttırdı. ABD’nin taktiksel değişimine ayak uyduramayan AKP’nin ABD ile ilişkileri bozulmaya başladı. ABD’nin Kürt hareketiyle artan ilişkisi ve Suriye’de fiili Kürt kantonlarının oluşması, Türkiye-ABD ilişkilerini daha da gerdi.

Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan müdahalesiyle Esad rejimi güçlenince, ABD ve onun işbirlikçisi Arap ülkelerinde gerileme süreci de başladı. AKP, ABD güdümünde yürüttüğü Suriye savaşının bütün faturasını, dönemin dışişleri bakanı (sonrasının başbakanı) Ahmet Davutoğlu’na yıktı.

ABD’nin Gülen Cemaati aracılığıyla 15 Temmuz darbesini yaptırması, AKP-ABD ilişkilerini kopma noktasına getirdi; Rusya ile ilişkilerinde ise, yeni bir sayfa açtı. Çünkü AKP, 15 Temmuz’u Rusya’nın yardımıyla savuşturabilmişti. Rusya, Türkiye ile ABD’nin arasını açabilmek için AKP ve Erdoğan’a bu desteği verdi. Suriye savaşında Türkiye’nin kritik bir rol oynadığını gördüğü için de AKP’yi “Astana süreci”ne dahil etti.

Son iki yıldır AKP, bir yandan Rusya ile ittifak halinde Suriye savaşına dahil olurken, bir yandan da ABD ile ilişkilerini koparmamaya çalışıyor. Görünürde ABD’nin PYD ile işbirliğine ateş püskürüyor, fakat İncirlik başta olmak üzere ABD üslerini kapatmıyor. Savaş ortamının yarattığı manevra alanını kullanarak, hem Rusya’yı, hem ABD’yi idare etmeye kalkıyor. Fakat bunun da sonuna gelindi.

AKP, Rusya’nın izniyle önce Cerablus’a, sonra Afrin’e girdi. Ardından Erdoğan, Ankara’da yapılan son “Astana zirvesi”nde Putin ve Ruhani ile birlikte poz verdi. Aynı hafta içinde ABD’nin Suriye’yi kimyasal silah kullanmakla suçlamasına ortak oldular. ABD-İngiltere-Fransa üçlüsünün Suriye’yi bombalamasını büyük bir sevinçle karşıladılar, az bile buldular.

Bunun üzerine Rusya Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin Afrin’den çekilmesi gerektiğini söyledi. Bu demeç, Rusya’nın AKP’ye verdiği desteğin artık sonuna geldiğinin işaretiydi. Diğer yandan AKP’nin tüm çabalarına rağmen ABD, PYD’ye olan desteğini kesmeyip aksine arttırdı. Dahası, PYD’nin Menbiç’ten çekilmeyeceğini söyledi. AKP açısından Suriye savaşında da yolun sonuna gelinmişti. Üstelik hem ABD’nin hem de Rusya’nın tepkilerini üzerine çekerek…

Erdoğan, Afrin işgalinin ardından, AKP’deki “metal yorgunluğu”nun bittiğini ve “yeniden diriliş” döneminin başladığını ilan etti. Afrin üzerinden yeni bir seçim zaferi daha kazanmaya hazırlanıyordu. Fakat son günlerde Afrin’in sözü bile edilmez oldu. Keza Afrin’den sonra Menbiç, hatta Fırat’ın Doğusu denilerek atılan savaş naraları da şıp diye kesildi.

Görünen o ki, AKP’nin eriyen kitle desteğini şoven-milliyetçi rüzgarla durdurma girişimi de hüsrana uğradı. “Yeniden diriliş” rolü yüklediği Afrin, “Pirus zaferi”ne dönüştü.

Gerek ekonominin kötüye gidişi, gerekse Suriye savaşında gelinen aşama, AKP için artık gerileme döneminin başladığını gösteriyor. Bunların sonuçları tüm boyutlarıyla ortaya çıkmadan, seçime giderek durumu kurtarma telaşına düştüler. En önemli rakip durumuna gelen İyi Parti’yi seçimlere sokmama gibi bir hedefi de gözeterek, 24 Haziran tarihini belirlediler.

Bu hesaplar ne kadar tutar, geriye doğru gidişi ne kadar frenleyebilir; bu pek mümkün görünmüyor. Elbette bu noktada muhalefet partilerinin tutumu büyük önem taşıyor. Ama daha önemlisi, kitlelerde artan AKP karşıtlığının onu alaşağı edebilecek boyutlara ulaşması, yeni patlamalara yol açmasıdır. Halkın ezici çoğunluğunun istemediği ve bunu eylemleriyle ortaya koyduğu hiç bir hükümet işbaşında kalamaz. Bu AKP-MHP gibi en saldırgan gerici-faşist bir ittifak olsa dahi…

 

Muhalefetin durumu

AKP’nin 16 yıl hükümette kalmasında en büyük pay, kuşkusuz muhalefet partilerinindir. MHP’yi bir kenara bırakalım, CHP ve HDP de, AKP’nin en sıkışık anlarında ona nefes borusu oldular. Gezi Direnişi’nden 7 Haziran seçimlerine, 15 Temmuz’dan 16 Nisan referandumuna kadar, en kritik aşamalarda yaptıkları ve yapmadıklarıyla AKP’nin işini kolaylaştırdılar. Her defasında “atı alıp Üsküdar’ı geçmesi”ne göz yumdular.

Onların misyonu, kitleleri sandığa çekmek, parlamentarist hayalleri canlı tutmak, düzen-içi çözümlerin dışına çıkılmasına izin vermemekti. AKP’nin seçim hileleri ayyuka çıktığı halde, insanları sandığa götürmek için her yolu denediler. Reformizmle birlikte en iyi başardıkları şey de bu oldu.

Peki önümüzdeki seçimlerde muhalefet partilerinin öncekilerden farklı bir tutumu olacak mı? Olacaksa neden? Bu seçimleri öncekilerden farklı kılan nedir?

İlkin, düzen partileri olarak kitleleri sandığa çekme misyonlarını tabi ki sürdürecekler. Bu onların dönemsel değil, stratejik görevleridir. Şu ya da bu hükümete göre değişmeyecek olan varlık nedenleridir. Ancak bu asli görevlerini yerine getirebilmeleri için de, kitlelerin nabzını tutabilmeleri ve ona göre taktikler belirlemeleri gerekir.

Örneğin “OHAL altında seçimlere girmiyoruz”, “önce seçim güvenliği sağlansın” diyebilirler ve AKP-MHP bloku üzerinde bir basınç oluşturabilirlerdi. Ama ne 16 Nisan referandumunda ne de sonrasında böyle bir koşul öne sürdüler. CHP içinden bu yönde çıkışlar olduysa da hemen seslerini boğdular. HDP’den ise, böyle bir ses bile çıkmadı.

İlk olarak Bahçeli tarafından “erken seçim” dillendirildiğinde, CHP ve HDP’den en küçük bir itiraz gelmediği gibi, “hodri meydan” dediler. Ardından Erdoğan, tarihi 24 Haziran’a çektiğinde bile, “biz her koşulda varız” diyerek meydan okumaya devam ettiler. Bahçeli ve Erdoğan’a “ikiniz kafa kafaya verip meclisi hiçe sayarak nasıl böyle bir karar alabilirsiniz” diye sormadılar bile.

Seçim kararının açıklandığı gün OHAL bir kez daha uzatıldı. “OHAL altında seçime mi gidilir” demediler mesela. Seçimin tarihi belirlenmişti ama yasaları çıkmamıştı. Bunu bile sorun etmediler. Erdoğan’ın yasaları-anayasayı, hukuku takmayıp ülkeyi keyfi biçimde yönetmesine onlar da ayak uydurmuştu.

Kısacası rutin bir seçim için “olmazsa olmaz” koşulları sağlayacak hiç bir çabaya girmediler. Bu açılardan burjuva muhalefet görevini dahi tam olarak yaptıkları söylenemez.

Değişmeyen bu genel özelliklerinin yanı sıra değişen şeyler de var elbette. Çünkü bu seçimlerin nesnel ve öznel koşulları öncekilerden çok farklı. Burjuva muhalefetin tutumu da ona göre değişiyor, değişecek…

En başta İyi Parti’nin kurulması, yıllardır söylenegelen “merkez-sağ boşluğu”, “AKP’nin alternatifsizliği” gibi kavramlarla ifade edilen düzen-içi çözümsüzlüğe bir neşter attı. MHP’yi “merkez sağ”a çekme projesi tutmayınca, Meral Akşener ve ekibine ayrı parti kurdurdular. AKP-MHP bloku, bunu her aşamada engellemeye çalıştıysa da, başaramadı. Tıpkı AKP’nin kuruluşunda olduğu gibi Akşener ve ekibi, daha partileşmeden “hükümet alternatifi” olarak öne çıkarıldı.

AKP-MHP blokunun İyi Parti’yi seçimlere sokmama planı ise, CHP’nin 15 milletvekilinin İyi Parti’ye geçmesi ile bozuldu. Bu, muhalefetin ilk kez inisiyatifi ele geçirmesiydi. AKP’nin her hamlesine sadece konuşarak yanıt veren, ama hiçbir zaman bir yaptırım gücü ortaya koymayan CHP, ilk kez AKP’nin oyunun bozacak bir atak yaptı. Bu durum CHP tabanında moral arttıran bir etki yarattı. Aynı zamanda sandığa gitmemeyi düşünen geniş bir kesimi yeniden umutlandırdı.

Muhalif partilerinin AKP-MHP ittifakına karşı geliştirmeye çalıştıkları bir diğer hamle ise, “sıfır baraj” olarak adlandırdıkları ittifakları geliştirmek. İyi Parti’nin Saadet, DP, DYP, ANAP gibi irili-ufaklı sağ partilerle; CHP’nin ise, DSP, ÖDP, TKP gibi çeşitli sol partilerle ittifak kurarak her partinin mecliste yer almasını sağlayacak bir yöntem izleyecekleri söyleniyor. Bütün muhalif partilerin tek çatı altında toplanması formülü de konuşuluyor, fakat HDP ile İyi Parti’nin ya da Vatan Partisi’nin biraraya gelmesi zor görünüyor. HDP bu formüle sıcak baktığını belirtse de milliyetçi-şoven kesimlerin buna yanaşmadığı anlaşılıyor.

Kürt illerinde yapılan katliamlar, belediyelere atılan kayyumlar ve eşbaşkanlarının dokunulmazlıklarının kaldırılarak hapse atılması ile güç kaybeden ve politik etkisini yitiren HPD, seçim süreciyle birlikte kıpırdanmaya başladı. En güçlü cumhurbaşkanı adayı olarak da Demirtaş’ın ismi geçiyor. Eşbaşkanlığa Demirtaş’ı yeniden seçmedikleri için kırgın olan HDP kitlesini ve kimi aydınları bu şekilde toparlamayı düşünüyor olabilirler.

Her partinin ayrı adaylarla cumhurbaşkanı seçimlere katılması, ya da Erdoğan’ın karşısına güçlü tek bir adayla çıkması tartışmaları halen sürmektedir. Her iki durumda da Meral Akşener’in ismi öne çıkıyor. Ortak aday olarak yeniden Abdullah Gül ihtimalinin piyasaya sürülmesi ise, başta CHP tabanı olmak üzere büyük kesimlerden tepki topluyor.

Bütün bu belirsizliklerin 5 Mayıs’a kadar da netleşmesi gerekiyor. Meclis dışındaki partilerin ya da bağımsız adayların 5 gün içinde 100 bin imza toplaması ve noter şartı gibi kurallar ise, fazla aday çıkmasını baştan önlüyor.

 

Sonuç olarak

Yeni seçim yasasıyla, sıkıştırılmış seçim takvimi ile ve her adımda çıkarılan engellerle son derece anti-demokratik bir seçimle daha karşı karşıyayız. Fakat bu kez AKP en zor seçim dönemini yaşıyor. Muhalefet partileri de ilk kez oyun bozacak hamleler yapıyorlar. Bu durum AKP’nin işinin daha zor olacağını gösteriyor. Tabi emperyalistlerin ve onlarla işbirliği yapan kliklerin nasıl bir formül aradıkları, uzlaşarak mı yoksa çatışarak mı sonuca varacakları bilinmiyor. Bütün bu oyunları bozacak toplumsal muhalefetin ise, bu süre içinde ne zaman nerede patlayacağı belli değil.

Önümüz 1 Mayıs! 1 Mayıs’ın militan ve kitlesel bir şekilde geçmesi çok önemli. Hatırlanacaktır 2013’teki Gezi direnişi, Taksim’i hedefleyen onbinlerin tüm engelleri aşarak 1 Mayıs’ı kutlaması üzerinden gerçekleşmişti. Ne var ki, bu yıl DİSK ve KESK gibi sendika konfederasyon yönetimleri CHP’nin etkisi altında İstanbul-Maltepe’de miting kararı aldılar.

Buna karşın Taksim’de olmayı deklare eden kimi sendikalar ve PDD’nin de içinde yeraldığı devrimci kurumlar da bulunuyor. İstanbul’da 1 Mayıs’ın iki ayrı yerde yapılacağı kesinleşti. Reformizmin geriye çeken tutumuna karşın kitleler 1 Mayıs’ta sokaklara çıkacak ve taleplerini güçlü biçimde haykıracaktır. Seçim atmosferiyle girilen 1 Mayıs’ın daha kitlesel ve militan geçeceği bugünden belli olmuştur.

Diğer yandan önce Boğaziçi Üniversite’sinde, şimdi de üniversiteleri parçalanan tıp fakültelerinde başlayan direnişler, büyüme potansiyeli taşıyor. Öğrenci gençlik, toplumsal muhalefetin önemli bir dinamiği olarak yeniden boy gösteriyor.

Bir kez daha “seçimler çare değildir” diyoruz. Hele ki OHAL hüküm sürerken, yeni seçim yasası ile birlikte “seçim güvenliği” tümden ortadan kalkmış ve “baskın seçim”le alan iyice daralmışken, seçimlere katılmak; AKP’nin her yaptığına boyuneğmek, bütün anti-demokratik uygulamaları sineye çekmek demektir. En azından OHAL kalkmadan seçim güvenliği sağlanmadan seçimlere gidilmeyeceği söylenerek, bu talepler için mücadele yükseltilmelidir.

Diğer yandan AKP-MHP blokuna karşı İyi Parti-CHP ittifakı, ya da Erdoğan’a karşı Akşener seçeneği, bizim tercihimiz olamaz. Kitlelere ölümü gösterip sıtmaya razı olmaları öneriliyor. Bunu reddetmeliyiz! Başta OHAL’in kaldırılması olmak üzere demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltmek dışında seçeneğimiz yoktur. İşçi ve emekçilerin kurtuluşu, şu ya da bu burjuva partisiyle değil, kendi mücadele gücüyle olacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …