“Tek adam rejimi” FAŞİZMDİR

pdd-arka-logo-1

Giriş

24 Haziran seçimlerinden sonra “yeni sistem”e resmen geçildi. Resmen diyoruz, çünkü fiilen birçok yönüyle işlemeye başlamıştı. Şimdi hem resmiyet kazandı, hem de detaylara inildi. Ve her tür engelden kurtulmuş olarak hayata geçmeye başladı.

Bu sistemin ne menem bir şey olduğu ise, hala tartışılıyor. Hatta “sistem” denip denmeyeceği bile tartışma götürür durumda. “Sistem”le bir kurallar manzumesi ve kendi içinde bütünlüklü-tutarlı bir işleyiş, hiyerarşik bir yapılanma kastedilirken; “yeni sistem” tam da bu noktalarda soru işaretleri ile dolu.

Kapitalizmde devletin yönetim şekli olarak öne çıkan “parlamenter”, “başkanlık”, “yarı-başkanlık” gibi hiçbir tarzına benzemeyen, biraz ondan biraz bundan eklektik bir model oluşturulmaya çalışılan; en fazla Güney Afrika ve Latin Amerika’da görülen otoriter rejimlerle paralellik kurulan bir yönetim sözkonusu. Ve daha ilk günden deneme-yanılma ile yol alacaklarına tanık olduğumuz bir “sistem”le karşı karşıyayız. (Rektörlerin prof. olması gerekmediği yönündeki kararnamenin, ertesi gün yine bir kararname ile değiştirilmesinde görüldüğü gibi…)

Sonuçta ne zaman ne yapacağı belli olmayan, keyfi-kuralsız bir yönetim ve süreklileşmiş OHAL düzenine girilmiş bulunmaktadır. Sistemin kurucuları tarafından “cumhurbaşkanı hükümet sistemi” gibi ne idüğü belirsiz bir tanım yapılmış olsa da, her kesim kendince isimler atfediyor: “Saray rejimi”, “Padişahlık”, “İkinci Cumhuriyet”, “Erdoğanizm” vb… Ancak başından beri en fazla tutan ve geniş kesimler tarafından benimsenen, “tek adam rejimi” oldu. Esasında diğer tanımlar da “tek adam rejimi”ne denk düşüyor.

Örneğin “Erdoğanizm” (Ahmet İnsel, Tanıl Bora gibi liberallerin ortaya attığı tanım) “yeni sistem”in başında bulunan Erdoğan’ın her şeyi tek başına belirlemesine atfen yapılıyor. Ancak onu “izm” haline getirerek, daha da büyütmüş ve kalıcılaştırmış oluyor. Kemalizm ile karşılaştırması da (benzerlikleri ve ayrılıklarıyla) bunun bir diğer kanıtı. Kemalizmin bile “izm” olup olmadığı tartışmalı iken, “yeni sistem”i Erdoğanizm şeklinde tanımlamak, ona gereğinden fazla önem atfetmekten başka bir şey değildir.

Son birkaç yıldır yabancı basında Türkiye için “Erdoğanland” (Erdoğan’ın ülkesi) tanımı yapılıyordu. Birinci emperyalist savaş öncesi Osmanlı’ya, dönemin “Harbiye nazırı” Enver Paşa’nın yönetimdeki belirleyiciliğini vurgulamak için “Enverland” denilmesi gibi, ona gönderme yapılarak “Erdoğanland” denilmişti. Ünlü “Time” dergisi, Erdoğan’ı Osmanlı padişahları giysileri içinde gösteren bir kapak bile yapmıştı. “Erdoğanizm” diyenler, belli ki, yabancı basında yer alan bu tür tanımlardan etkilenmişler.

Esasında bu tanımlar, Erdoğan’ı ve onun başkanlığında kurulan “yeni sistem”i, olduğundan çok daha güçlü ve “dört başı mamur” bir sistemmiş gibi gösteren, dolayısıyla Erdoğan’a yarayan tanımlardır. Dahası, sınıfsal özünü gizlemekte, siyasal açıdan nereye oturduğunu da havada bırakmaktadır.

Bütün bunlar, “yeni sistem”in nasıl bir şey olduğu-olacağı konusunda kafaların karışık olduğunu gösteriyor. Gözleri kapalı birinin fil tarifi gibi, bir çok kesim kendi sınıfsal-siyasal duruşuna göre tanımlar yapıyor. Bunlar arasında -sınırlı da olsa- “klasik faşizm”, “açık faşizm” ya da “islami-faşist bir rejim” tespitleri yapanlar da var. Fakat altı doldurulmuş değil.

Her “yeni” gelişme bu tür kavram kargaşasına sahne olmuştur. Faşizmin ilk ortaya çıktığı dönemde de benzer bir durumun yaşandığını biliyoruz. Sadece yakın zamanda değil, öncesinde de yönetim şekilleri üzerine çeşitli tanımlar yapılmıştır. Bunu Marks’ın “Fransa’da sınıf savaşımı” eserinde görmek mümkün. Roma İmparatoru Sezar’dan esinlenerek her otoriter yönetime “Sezarizm” demenin yaygın olduğu bir dönemde, Fransa’da Bonapart dönemi de “Sezarizm” şeklinde damgalanmıştı. Ancak Marks, dönemler arasındaki farkları ortaya koyarak Fransa’daki yönetim şeklini “Bonapartizm” olarak tanımladı.

Marks’ın “Sezarizm” tespitine karşı çıktığı “dönemsel farklar” sanki devam etmiyormuş gibi, o günden sonra hemen her otoriter rejime “Bonapartizm” denmeye başlandı. 12 Eylül faşizmini bile “Bonapartizm” olarak değerlendirenler oldu mesala. Keza AKP-Erdoğan yönetimine yakın zamana dek “Bonapartist” diyenler çoktu. Şimdi “yeni sistem”e geçişle birlikte bir tık arttırıp “Erdoğanizm”e sıçradılar.

Daha önceki yazılarımızda “tek adam rejimi” olarak kodlanan otoriterleşme eğiliminin sadece ülkemizle sınırlı olmadığını, genel olarak dünyada böyle bir gidişin olduğunu yazmıştık. Onun için ülkemizdeki gelişmelere dar sınırlar içinde bakmamak, kapitalizmin bugün geldiği noktadan ele alarak genelin içinde nereye oturduğunu çözümlemek daha doğru olacaktır.

Ayrıca “tek adam rejimi” faşizmden farklı, dolayısıyla emperyalizmden bağımsız, “sınıflarüstü” bir yönetim şekli değildir. Elbette hem dünyada hem ülkemizde egemen sınıfların artan otoriterleşme eğilimini incelemek, varsa özgün yönlerini ortaya sermek bir gerekliliktir. Ancak bu, liberal ve reformist kesimlerin yaptığı gibi, sınıfsal-siyasal bağlarından kopartarak, olduğundan daha büyük önemler atfedip yeni “izm”ler uydurarak olmaz. Öyle olsa “Putinizm”, “Trupmizm” diye devam etmek, her lideri bir “izm” mertebesine yükseltmek gerekirdi. Esasında dünya ölçeğinde etkileri yönüyle “Erdoğanizm”den daha fazla bu tanımı hak ettikleri de kesindir.

Ne yazık ki, bu tür kolaycı, popülist, ayakları havada tanımlar, “sol” kesimlerde hiçbir sorgulamaya tabi tutulmadan yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bunun asıl nedeni, bu kesimlerde görülen ideolojik kayma, ML’den uzaklaşmadır. Liberal-reformist kesimlerin “teorileri”lerini ya olduğu gibi, ya da eklektik bir şekilde tekrarlıyorlar. Her halükarda beslendikleri kaynak, burjuva akademisyenler, emperyalist “think-thank” kuruluşları oluyor.

Bir kez daha proleter bakışaçısı, ML ideolojiyle gelişmeleri tahlil etmek, “yeni” olarak görünen şeylerin sınıfsal-siyasal yönlerini incelemek, tarihsel arka planına ve bugüne nasıl evrildiğine bakmakla karşı karşıyayız. Olayları ve kişileri yerli yerine oturtmak ve doğru tanımlara ulaşmak buradan geçiyor.

 

 I- TÜRKİYE’DE “YENİ SİSTEM”

9 Temmuz’da resmen ilan edilen “yeni sistem”le birlikte, 90 yıllık Cumhuriyet’in yıkıldığı, halka geçen egemenliğin yeniden tek kişiye, meclisten “saray”a aktarıldığı söyleniyor. I. Meşrutiyet’le başlayan “demokratikleşme” çabalarına gönderme yapılarak 150 yıllık geleneğin yıkıldığı, bir “karşı-devrim”in gerçekleştiği ifade ediliyor.

Ağırlıklı olarak Kemalist-ulusalcı kesimlerce yapılan bu değerlendirmeler, genel kabul görüyor. Bunda Erdoğan ve çevresinin bugüne dek sarfettikleri sözler de etkili oldu kuşkusuz. (“90 yıllık parantezi kapatacağız”dan, Osmanlı’ya övgüler dizilmesine, Lozan’ı “ihanet” saymaktan, TC’nin kurucularına “iki ayyaş” denmesine kadar…)

Önceki sözleri bir yana, “yeni sistem”e geçerken yapılan tüm ritüeller, bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin başladığını göstermeye dönüktü. Öyle ki, son seçimlerle Erdoğan 13. Cumhurbaşkanı olmuşken, 13’ü kaldırdılar, adeta “yeni sistemin kurucu başkanı“ gibi davrandılar. Zaten Erdoğan da seçimlerden sonra bir gazetecinin sorusu üzerine “başkan diyebilirsiniz” sözüyle, cumhurbaşkanı tanımını da istemediğini ortaya koymuştu.

Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine gerçekleşen törenler ise, sıradan bir kutlama değil, “yeni bir dönem”in başladığını dünya aleme ilan etmek için düzenlenmişti. Dünyanın dört bir yanından davet edilen devlet başkanları (birçoğu icabet etmese de) cumhurbaşkanlığı konvoyunun caddelere sıralanmış kişiler tarafından çiçeklerle karşılanması, Erdoğan ve eşinin sarayın kapısından itibaren upuzun döşenmiş turkuaz renkli halıdan yürüyerek ve sağlı-sollu dizilen misafirleri selamlayarak geçmesi vb. her şey, bu algıyı güçlendirmek içindi.

İşin ilgin yanı “yeni sistem”le tüm gücünü yitiren TBMM’nin açılışı da benzer ritüellerle yapıldı. İlk meclisin açılışında olduğu gibi, AKP’li vekiller Erdoğan’la birlikte Hacı Bektaşi Veli Cami’sinde toplu namaz kıldılar. Ardından dualarla I. Meclise geçildi ve meclis kürsüsünden Erdoğan bir konuşma yaptı. Tüm organizasyon, 23 Nisan 1920’de açılan meclisin bir taklidi gibiydi. Sözde 90 yıllık cumhuriyeti kapatıyorlardı, ama cumhuriyetin kuruluşundaki ritüelleri aynen tekrarlıyorlar, üstelik Atatürk’ün yerine Erdoğan’ı ikame etmeye çalışıyorlardı.

Kısacası yeni sistem”e geçiş seremonisi hiç de “yeni” olmayan tekrarlarla, aynı zamanda faşizmin “kitch” denilen estetikten ve yaratıcılıktan yoksun gösterilerle doluydu. “Gösteriş ne kadar abartılıysa, içerik o kadar boştur” sözünü bir kez daha haklı çıkartırcasına, özsel olarak “eski”den farklı olmayacağını da ele veriyordu.

 

Yönetimindeki değişimler

Tabi ki, sözkonusu değişim, sadece ritüellerle sınırlı gösterilerden ibaret değil. Seçimlerin ardından arka arkaya çıkarılan “cumhurbaşkanı kararnameleri” ile devletin yönetim şeklini değiştiren birçok karar alındı. Bunu yaparken anayasayı bir kez daha çiğnemekten geri durmadılar. Erdoğan’ın yeni görevine başlaması için mecliste yemin etmesi gerekirken, onu bile beklemeden kararnameleri çıkardılar. Ve bir gecede yüzlerce maddelik düzenlemeler yaptılar.

Elbette bu, yıllardır süren bir hazırlığın sonucuydu. Varolan yasalar öylesine didiklenmişti ki, Osmanlı’nın “resmi gazetesi” sıfatındaki Takvim-i Vakayi’de yeralan ve TC’nin devam ettirdiği bazı yasalar da, değişikliklerin içinde yeralıyordu. Yani 1800’lü yıllara kadar gidilmişti.

Eski düzenlemede Bakanlar Kurulu’na, Başbakan’a verilen bütün yetkiler cumhurbaşkanına aktarıldı. MİT, Diyanet, Merkez Bankası vb. ekonomik, siyasi, dini, hukuki, askeri tüm kurumlar ya doğrudan ya dolaylı cumhurbaşkanına bağlandı. Büyükelçi, vali gibi üst düzey makamlar ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başına yapılacak atamalar da cumhurbaşkanına bırakıldı. Daha önce özerk olan kurumların (Devlet Opera ve Balesi gibi) özerkliği kaldırılıp cumhurbaşkanına bağlandı. Keza meslek kurumları tarafından gerçekleşen birçok uygulama (gazetecilerin “sarı basın kartı” alabilmesi gibi) cumhurbaşkanına bağlı kurumlara devredildi. İlaç fiyatlarının tespitine ilişkin usul ve esasların bile, bakanlığın teklifi üzerine cumhurbaşkanı tarafından belirleneceği kararlaştırıldı vb…

Arka arkaya çıkarılan üç kararname ile o kadar çok değişiklik yapıldı ki, konunun uzmanları bile bunları takip etmekte zorlanıyor. Zaten “başbakan” ve Bakanlar Kurulu” sözcüklerinin yerine “cumhurbaşkanı”nı koyarak, devlet yönetimine dair hemen her şeyin cumhurbaşkanının inisiyatifine geçtiği ilan edilmiş oldu. Bununla da yetinmeyip ayrıntılara kadar inilmesi, hem korkularını hem de işi ne kadar sıkıya almaya çalıştıklarını gösteriyor.

Değişimin gerçekleştiği kurumların başında ordunun gelmesi, bunun bir göstergesidir. Zaten 15 Temmuz sonrası ordunun yapılanmasıyla ilgili birçok değişiklik yapılmıştı. Son değişiklikle albaylıktan tuğgeneral ve tuğamiral rütbelerine terfilerle generallik ve amirallikte bir üst rütbeye atamalar da cumhurbaşkanı tarafından yapılacak. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar “Milli Savunma Bakanı” yapılarak, uzun süredir konuşulan Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması gerçekleştirildi. Bu öylesine apar-topar oldu ki, Hulusi Akar birkaç gün hem Genelkurmay Başkanı, hem Milli Savunma Bakanı unvanını birlikte taşıdı.

Erdoğan ve AKP’nin işbaşına geldiği andan itibaren en çok korktuğu ve hep darbe yapacakları şüphesiyle yaklaştığı orduya özel bir dikkat gösterdiği biliniyor. Ancak tüm bu tedbirler, yeni darbeleri önleyebilecek midir, orası kuşkuludur. Daha önce “FETÖ”cülerin terfisi için “Ergenekon” adıyla yapılan tasfiye, şimdi tersten işliyor. “Ergenekoncu” olmakla yargılanan subaylar, son YAŞ’la üst rütbelere atandı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi, ABD darbesinden korunmaya çalışırken, Rus-Çin darbesiyle karşı karşıya kalınmayacağının hiçbir garantisi yok! Ya da yeni bir ABD darbesinin…

Sonuçta yapılan çok sayıda değişiklikle “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne geçildi, fakat gerçekte “hükümet”in olmadığı bir “cumhurbaşkanlığı sistemi” var. Çünkü hükümet üyeleri “cumhurbaşkanı sekreteri” gibi çalışacak. Erdoğan, bu bakanların her an görevden alınabileceğini söyleyerek bu durumu teyit etti. Her biri ayrı ayrı cumhurbaşkanına bağlı faaliyet gösterecek. Ne meclise, ne de diğer bakanlıklara karşı bir yükümlülükleri bulunuyor.

Bu durumda “hükümet” ya da “Bakanlar Kurulu” demek anlamsızlaşıyor. Bakanlar Kurulu, toplu olarak bir arada bulunan, ortak kararlar alan bir organı ifade ederken, şimdi atanmış tek tek bakanlar var ve onların da bir araya gelip kurul halinde karar verme yetkileri yok. Sayıları 16’ya düşürülen bu bakanlar herhangi bir yerde biraraya gelip konuşsalar bile, bunun hukuki bir zorunluluğu, bir hükmü bulunmuyor.

Ayrıca bu bakanlar, Erdoğan’ın daha önce ifade ettiği gibi “anonim şirket” gibi çalışacak. Atamalar da ona uygun şekilde yapıldı. Örneğin bir turizm acentasının sahibi Kültür ve Turizm Bakanı oldu, özel bir hastanenin sahibi Sağlık Bakanı, özel bir okulun sahibi Milli Eğitim Bakanı… Dahası, maliye ve ekonomi bakanları birleştirilerek ülkenin tüm ekonomisinden sorumlu bakanı olarak damat Berat Albayrak atandı.

Sözkonusu bakanların alanlarına ne kadar hakim ve ne kadar başarılı olduklarının hiç önemi yok. Önemli olan, bağlı oldukları kesimlerin çıkarlarına uygun davranmaları ve itaatkar olmaları. Zaten “yeni sistem”de bakanların görevi, öncekilerden daha göstermelik olacak. Her alana ilişkin oluşturulan kurullarda kararlar alınacak, ilgili bakana talimat olarak verilecek. Öyle ki, bir holdinge bağlı şirket yöneticisinin bile bugünkü bakanlardan daha fazla yetkisi, inisiyatifi bulunuyor. Bakanlar kendi yardımcılarını dahi seçemiyor. Bakan yardımcıları da cumhurbaşkanı tarafından atanıyor mesela.

Bu durumda bakanların asıl fonksiyonu “günah keçisi” olmaktan ibarettir. İşler kötüye gittiğinde suç, ilgili bakana yüklenecek ve görevden alınacaklar, Erdoğan ise her defasında aklanacak. Ve “sistem” bu şekilde işlemeye devam edecek…

Meclise gelince…

TBMM’nin görev ve yetkileri arasından; “Bakanlar Kurulu’nu ve bakanları denetlemek”, “Bakanlar Kurulu’na belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek”, “bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşüp kabul etmek” bölümleri çıkartıldı. Ayrıca hükümetin TBMM’den güvenoyu alma zorunluluğu da kaldırıldı. Milletvekillerinin sözlü soru önergesi ve gensoru verme hakkı da yeni sistemde kaldırılan düzenlemeler arasında. Böylece meclisin yürütmeyi denetleme yetkisi kalmadı. “Varken ne kadar oluyordu” diye sorulabilir. Esasında kağıt üzerindeki haklarını bile kaybettiler, sınırlı da olsa yapabildikleri tamamen kalktı demek daha doğrudur.

Bu durumda TBMM, “danışma meclisi”nin bile gerisine düşmüştür. Ona rağmen milletvekili sayısı arttırılarak 600’e çıkarılan meclise ne gerek vardır, muhalefet partileri bu durumu neden kabullenmektedir sorusu ise, bu düzende meclisin ve seçimlerin rolüyle bağlantılıdır. Yazının ilerleyen bölümlerinde konuya döneceğimiz için daha fazla uzatmayalım.

Kapitalist yönetim tarzının “üçlü sacayağı”nı oluşturan yürütme ve yasamadan sonra yargının durumuna geçersek; onun acınası durumu zaten gözler önündedir. 15 Temmuz sonrası AKP’li avukatların hızla hakim-savcı yapıldığı, burjuva hukuk bilgisi dahi olmayan, üstlerine yaranmak için önüne geleni tutuklayan bir yargıdan sözediyoruz. “Yeni sistem”de bu durum daha da ayyuka çıkacak. Adli-idari hakim ve savcılarının bütün özlük işlerini; atama, terfi, disiplin cezası vb. her türlü işleme karar veren organı HSK’nın (Hakimler-Savcılar Kurulu) Başkanı, cumhurbaşkanının atadığı ve istediği zaman görevden alabileceği Adalet Bakanı’dır. Yine cumhurbaşkanının atadığı Adalet Bakanı’nın yardımcıları da, kurulun doğal üyesidir. Yani ağırlıklı olarak cumhurbaşkanının atadığı üyelerden oluşan bir kurul, Türkiye’de hukuku tesis etmekle görevli hakim ve savcıları belirlemektedir.

Benzer bir durum Anayasa Mahkemesi için geçerli. Sözde en yüksek mahkeme olarak cumhurbaşkanını bile yargılayacak olan bu mahkemenin toplam 15 üyesinden 13’ünü cumhurbaşkanı doğrudan ya da dolaylı olarak belirliyor! Böyle bir mahkemeden ne beklenebilir? OHAL döneminde Anayasa Mahkemesi, OHAL kapsamı dışında alınan kararlar konusunda bile hiçbir şey yapmadı; “yeni sistem”de de aynı etkisizliğini sürdürecektir.

Böylece kör-topal da olsa varolan “parlamenter sistem” ve onun temel unsuru “kuvvetler ayrılığı” artık ortadan kalkmış durumda. Peki yerine gelen nedir? ABD ve Fransa’daki gibi bir “başkanlık sistemi” mi? O da değil! Bir zamanlar Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde hüküm süren BAAS rejimleri ile benzerlikleri olan; fakat halen nasıl işleyeceği, ne kadar süreceği belli olmayan bir “sistem”…

Eskisinden farklı ve daha kötü olduğu ortadadır. Fakat buradan burjuva liberallerin, reformistlerin yaptığı gibi “eski”ye methiyeler dizmek, “eski”ye geri dönmeyi savunmak, kapitalizm önünde diz çökmektir.

 

Parlamenter sistem “badem gözlü” oldu

“Allah fakiri sevindirmek için önce eşeğini kaybeder, sonra buldurur” sözünde olduğu gibi, “parlamenter sistem”in kalkmasıyla birlikte faziletlerini saymakla bitiremiyorlar. “Kaybolan eşeği” bulacaklar mı meçhuldür, ama muhalefet partileri, yeniden parlamenter sisteme dönme sözleriyle halktan oy istediler. Kendilerine “devrimci”, “sosyalist” diyen kesimler bile, “yeni sistem”e karşı parlamenter sistemden yana tavır alıp sandığa koştular. Yani “parlamenter sistem” ve “kuvvetler ayrılığı” burjuva liberal aydınlardan reformist kesimlere kadar geniş bir kesimin en fazla övdükleri ve “yeni sistem”in karşısına çıkardıkları yegane alternatif!

Bizdeki “parlamenter sistem”in 12 Eylül anayasası ile ne kadar budandığı bir yana, (anayasada birçok değişiklik yapılmasına rağmen seçim ve siyasi partiler yasasının büyük oranda korunduğunu hatırlatalım) genel olarak parlamenter sistem ve burjuva demokrasisi üzerine bir kez daha durmak gerekiyor.

Bugünkü haliyle parlamenter sistem, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir yönetim şeklidir. Kelime kökeni itibarıyla da Fransızcadır. “Parlament” sözcüğünden (şura, müzakere anlamına geliyor) türemiştir.

Ancak meclisler, kapitalizmden önceki dönemlerde de vardı. Antik Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na kadar uzak geçmişte, yani köleci devletlerde bile bir meclis (senato) görülüyor. Fakat bu meclislerde sadece “soylular” doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla yer alıyorlar. Feodalizmin hüküm sürdüğü monarşilerde de krala danışmanlık yapan meclisler bulunuyor. Bunlar, adından da anlaşılacağı üzere “yasa koyucu” değil, “danışma” niteliğinde, yani başta bulunana (kral, sultan, hükümdar vb.) yardımcı kurumlar olarak çalışıyor. (Bazı ülkelerde, meclisin yetkileri kısmen daha fazla olmakla birlikte, işin özü fazla değişmiyor.)

Başlangıçta soylular sınıfının temsilini ifade eden “senato”dan, kitlelerin içinden seçilen temsilcilerin oluşturduğu “parlamento”ya geçiş, kapitalizmin doğuş aşamasına denk gelir. İlk yaşama geçtiği yer de İngiltere’dir. Yaklaşık üç-dört yılda bir Kral’ın isteği üzerine toplanır. Bu da esas olarak yeni vergilerin koyulacağı zamandır. Bunlar sonrasında “Lordlar Kamarası” ve “Avam Kamarası” şeklinde ayrılıp İngiltere’deki parlamentonun temelini oluşturacaktır.

Meclis ve seçimler birbiriyle içiçedir. Meclisi oluşturabilmek için -yöntemi farklı da olsa- bir grup insanın seçilmesi gerekmektedir. Bu da “genel oy” sorununu ve mücadelesini doğurmuştur.

Başlangıçta oy kullanma hakkı, mülk sahibi olanlara aitti. Dolayısıyla yoksul köylüler ve işçiler bunun dışında kalıyordu. Ancak 19. yüzyılın sonlarında bu sınırlamalar giderek genişledi. İngiltere’de 1830’lardan itibaren görülen Çartist Hareket’in en önemli talepleri, “parlamento adaylarında aranan ‘belli bir mülke sahip olma’ koşulunun kaldırılması, 21 yaşın üzerindeki erkeklere oy hakkı ve gizli oy”dur. Bu doğrultuda meclise dilekçeler göndermişler, gösteriler düzenlemişlerdir. İşçilerin başını çektiği Çartistler, egemenler tarafından bastırılır; fakat “genel oy” hakkının elde edilmesinde önemli bir rol oynarlar.

Kadınların oy hakkını elde etmesi ise, çok daha yakın bir tarihtir. Öyle ki, ırkçılık çok baskın olduğu halde, siyah erkekler beyaz kadınlardan önce oy hakkına kavuşmuştur. (ABD’de siyah erkeklerin oy kullanmaya başladıkları yıl 1870 iken, beyaz kadınlar 1920 yılında, siyah kadınlar ise 1965’te oy kullanabildiler.) Kadınlara oy hakkı, ilk kez 1917 Ekim Devrimi ile yaşam buldu. Buna karşın birçok emperyalist-kapitalist ülkede, ikinci emperyalist savaş sonrasına, -hatta ‘70’lere kadar uzanan- bir süreç izledi.

Ekim Devrimi, sadece kadınlara oy hakkının yolunu açmadı, tüm dünyada demokrasinin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bunu ülkemiz somutunda da görebiliriz. TC’nin kurulmasının ardından ileri doğru atılan pek çok adımda onun etkileri vardır. (Örneğin Köy Enstitüleri, SSCB’nin politeknik eğitiminden esinlenmiştir.) İkinci emperyalist savaşta faşizmin yenilgiye uğraması, SSCB ve birçok ülkede anti-faşist mücadeleye önderlik eden komünistler sayesindedir. Savaş sonrası sosyalist sistem, dünyanın üçte birini kaplayacak şekilde genişlemiştir.

Nazileri SSCB’nin üzerine sürerek dünyadaki ilk sosyalist ülkeyi boğmak isteyen ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler, hem pazar alanlarını yitirdiler, hem de kendi ülkelerinde yükselen işçi-emekçi mücadelesiyle karşı karşıya kaldılar. Sosyalist dalganın kendi kıyılarını da vurmaya başlamasıyla panikleyip demokratik adımları atmak zorunda kaldılar. “Sosyal devlet” o dönemin ürünüdür. Keza “AB demokrasisi” diye övündükleri kriterler, o yıllarda oluşmuştur. Avrupa’da faşist partiler yasaklanmış, komünist partisi dahil tüm partilerin seçimlere katılmasının önü açılmış, burjuva demokrasisinin daha geniş ölçüde uygulanmasına geçilmiştir.

Kısacası Ekim Devrimi ile başlayan ve ikinci emperyalist savaş sonrası gerçekleşen halk devrimleriyle büyüyen sosyalizmin prestiji, her ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin genişlemesini sağladı. Bir başka ifadeyle burjuvazi, işçi ve emekçilerin komünistlerin önderliğinde yükselttiği mücadeleyle genişlettikleri özgürlük alanlarını tanımak zorunda kaldı.

Hal böyleyken bu hakları sanki kendi bahşetmiş, “demokrasi”yi de kendisi geliştirmiş gibi gösterdi. Demokratik hakların artık sürekli genişleyeceği hayallerini yaydı. Reformizmin zeminin güçlendirdi. Oysa “demokrasi” adına elde edilen her gelişme, insanlığın yüzyıllardır süren mücadelelerinin sonucu olmuştu. Egemen sınıfların ve onun son temsilcisi burjuvazinin isteği ve iradesiyle değil…

Sosyalizmin prestijinin düştüğü, işçi-emekçi mücadelesinin gerilediği son 30 yıllık döneme bakmak, bunları görmek için yeterlidir aslında. Burjuvazinin yüzyıllık kazanımları nasıl gaspettiği; gericiliğin ve faşizmin önünü nasıl açtığı, halkları birbirine nasıl kırdırdığı gözler önündedir.

Şimdi burjuva demokrasisine, parlamenter sisteme methiyeler dizenler, onun hangi koşulların ürünü olduğunu görmezden geliyor ve bunları burjuvazinin hanesine yazıyorlar. Daha önemlisi, faşizmin sınıfsal olarak burjuvaziye dayandığı gerçeğini unutturuyor, ondan azade tutuyorlar. Bundan ala burjuvaziye hizmet olabilir mi? Faşizme karşı burjuva demokrasisini öne çıkarmak; hem nesnellikten kopmak, hem de kapitalist sistem içinde çırpınıp durmaktır.

 

Burjuva demokrasisi diktatörlüktür

Kuşkusuz parlamenter sistem,-genel olarak burjuva demokrasisi- insanlık tarihi açısından bir ilerlemedir. Köleci ve feodal dönemden daha ileri bir yönetim şekli olduğu açıktır. Ancak bu, onun da bir sınıf iktidarı olduğunu, bir avuç burjuva sınıfının milyonlarca işçi ve emekçiyi sömüren, baskı altında tutan; yani azınlığın çoğunluk üzerindeki bir diktatörlüğü olduğu gerçeğini değiştirmez.

Diğer yandan burjuvazi, iktidarı ele geçirdiği andan itibaren gericileşmiş ve insanlığın tarihsel ilerleyişinin önünde bir engel halini almıştır. Emperyalizmle birlikte ise baskın olan yönü “siyasi gericilik”tir. Seçimler ve parlamento, onun bu yüzünü gizlemek için kullandığı birer “paravan” durumundadır.

“Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e dek parlamenter olarak yönetilen herhangi bir ülkeye bakın -der Lenin-  Asıl ‘devlet’ işleri, kulislerin ardında daireler, özel kalem odaları, genel kurmaylar tarafından yapılır. Parlamentolarda sadece laklak edilir, hem de ‘sıradan halkı’ kafese koymak özel amacıyla…” (Devlet ve Devrim, İnter yay, sf. 23)

Ardından parlamenter sistemin özünü net bir biçimde ifade eder: “Birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek- sadece parlamenter-meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü”dür. (age, sf. 61)

Kapitalist sistemde parlamento, egemen sınıfların farklı kliklerinin temsilcileri ile yer aldıkları bir organdır. Bunlar arasında ağır basan klik, o dönem ülkeyi yönetir. Kimi zaman klikler arası uzlaşılar olur, “koalisyon hükümetleri” kurulur. Ama çoğunlukla klikler arasında çelişkiler baskındır ve bu çelişkiler keskinleşirse, mecliste sataşmalar, yer yer kavgalar yaşanır. Fakat bir bütün olarak egemen sınıfların çıkarlarını savunurlar. Halkın yararına olacak bir şey sözkonusu olduğunda, kenetlenir ve birlikte hareket ederler. Bu oyunu bozacak olan tek unsur, halkın mücadele gücüdür.

Engels, parlamentoyu ve “genel oy hakkı”nı kesin bir dille “burjuvazinin egemenliğinin aracı” olarak nitelemiş ve “daha fazlasını beklememek” gerektiğini ifade etmiştir. Ne var ki, kendilerini “Marksist” gören birçok aydın, hatta siyasi hareket, parlamentodan hep “daha fazlası”nı beklemişler, “barışçıl devrim” hayallerine kapılmışlardır. Ülkemizde de bunlar oldukça fazla ve etkindir. Bu kesimler AKP dönemiyle birlikte her koşul altında seçimlere katılmayı propaganda ettiler ve son kertede “başkanlık sistemi”ne karşı “parlamenter sistem”in savunucusu kesildiler.

Deniyor ki, parlamenter sistem, başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine göre daha demokratiktir! Oysa bunların hepsi, kapitalist sistemin yönetim biçimidir ve işin özünü değiştirmemektedir. En demokratik görüneni bile, burjuvazinin işçi ve emekçiler üzerinde (azınlığın çoğunluk üzerinde) diktatörlüğüdür.

Komünistler ve devrimciler, kitlelere burjuvazinin yönetim yöntemlerinden birini (ehven-i şer diyerek) salık vermezler. Onlar, çoğunluğun azınlık üzerinde diktatörlüğünü, yani proleter demokrasiyi savunur ve onun için mücadele ederler. Bu da ancak devrimle mümkündür. Devrim hedefiyle verilen mücadelenin “yan ürünü” olarak burjuva demokrasisi gelişebilir. Zaten reformlar çoğunlukla böyle dönemlerde gerçekleşir. Demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin amacı da, “burjuva demokrasisi” değildir. Devletin yönetim biçimi ne olursa olsun, yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesi verilir ve bu mücadele ile açılan özgürlük alanları devrime kaldıraç yapılır. Devrimcileri reformistlerden ayıran kriterlerdir bunlar.

Sosyal-demokratlar ve düzen-içi solcular, faşizme karşı “burjuva demokrasisi”ni savunurlar. Ancak hiçbir yerde ve hiçbir zaman sosyal-demokrasi, bırakalım faşizmi yıkmayı, geriletmeyi bile başarmış değildir. Aksine çoğu kez faşizmle uzlaşmış, “yedek lastiği” olmuştur. Komünist ve devrimcilerin önderliğinde gelişen mücadele, faşizmi sarsmaya başladığında “birleşik cephe” içinde yeralmışlar, faşizmin yıkılması veya geriletilmesine katkı sunmuşlardır. Fakat belirleyici faktör, her zaman komünistlerin tutumu, kitlelerle kurduğu bağlar ve doğru ittifaklar politikasıdır. Bunlar teorik doğrular olmanın ötesinde, pratik olarak da kanıtlanmış gerçeklerdir. Dünya tarihi bunun somut örnekleriyle doludur.

Şunu da belirtelim; “parlamenter sistem eşittir burjuva demokrasisi” diye bir şablon yoktur. Faşizm her yerde aynı biçim ve tarzda gelişmez. Kimi yerde parlamentonun varlığına göz yumar. Ne zaman ki, parlamento egemenler için bir ayak bağı haline gelir, onu tümden kaldırmaktan veya sınırlamaktan geri durmaz. Genellikle askeri faşist darbelerde parlamento lağvedilir, ya da “danışma meclisi” şeklini alır. Belli ölçüde kitlelere dayanarak seçimle işbaşına gelen faşist partiler ise, başlangıçta parlamentoyu işletseler de bir süre sonra sınırlar veya tümden ortadan kaldırırlar. İkinci emperyalist savaş öngününde başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerindeki faşizm böyledir.

“Klasik faşizm” olarak da adlandırılan bu örneklerden hareketle, faşizmi parlamentonun varlığı ya da yokluğuna indirgeyen anlayışlar yaygındır. Türkiye’de de “faşizm tırmanıyor” tespiti, bu yanlış anlayışla maluldür. Onlara göre parlamento varsa faşizm olamaz. “Yeni sistem”le birlikte meclisin yetkileri budandığı halde, hala faşizm demeyenler, herhalde tümden kapanmasını beklemektedir. Çünkü bugün gelinen noktada bile “faşizan yöntemler”, “faşizme gidiyoruz” gibi tanımlarla faşizm demekten kaçınan sözde devrimciler vardır. Bunlar, liberal burjuva kesimlerin “Bonapartizm”den apartılmış “Erdoğanizm” gibi “parlak” tespitlerine rağbet ederler.

“Yeni sistem”in ikinci emperyalist savaş öncesi Avrupa ülkelerinde görülen klasik faşizme benzer yönleri vardır. Fakat yazının başında da belirttiğimiz gibi “yeni emperyalist savaş” süreciyle birlikte faşizm yeni biçimler altında tüm dünyada gelişmektedir. Bunların nedenleri ve tezahür ediş biçimleri üzerinde durmak gerekir.

Faşizme karşı en tutarlı mücadeleyi komünistlerin verdiği, bundan sonra da öyle olacağı unutulmamalıdır. Faşizmin alternatifi burjuva demokrasisi değil, Paris Komünü ile birlikte ortaya çıkan “proleter demokrasi”dir. Devrim fikrinden uzaklaşanların düzen sınırlarını aşmayan ufukları ile türettikleri tanımlardan ve “kurtuluş reçeteleri”nden uzak durulmalı, insanlığın en ileri evresi olan sosyalizmin kazanımları esas alınmalı ve oradan bakılmalıdır.

İkinci bölümde devam edeceğiz…

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …