Miladi takvime göre 7 Kasım’da gerçekleşmiş olsa da, tarihe “Ekim Devrimi” olarak geçen dünyanın ilk sosyalist devrimi 101 yaşında! Biz de 101. yılını Ekim sayımızda kutlamayı uygun gördük.
Ekim Devrimi’nin üzerinden bir asır geçtiği halde, insanlığa sunduğu güzellikler, ulaşılamayan bir zirve olarak varlığını koruyor. Yaklaşık 20 yıl süren sosyalist inşa döneminde başardıkları, en ileri emperyalist-kapitalist ülkelerde görülmedi. Aksine Ekim Devrimi’nin varlığıyla vermek zorunda kaldıkları bazı hak ve özgürlükleri de sonrasında gaspettiler; yeniden vahşi kapitalizme dönüldü.
Emperyalist-kapitalist sistem, bugün krizin ve savaşın içinde debelenip duruyor. Bu koşullarda devrime, sosyalizme olan özlem, daha da artıyor. Çünkü insanlık, krizsiz bir ekonomiyi-sosyalist üretimi Ekim Devrimi sonrasında gördü. Emperyalistler 1929 bunalımı altında kıvranırken, sosyalist SSCB üretimde rekorlar kırıyordu. Çünkü sosyalizmde özel mülkiyet yoktu, aşırı üretim ve üretim anarşisi yoktu, en önemlisi sömürü yoktu. Yani krizi vareden nedenler ortadan kaldırılmıştı. Onun için krizi hiç yaşamadı. Aksine her yıl artan üretimle, geri bir tarım ülkesini, kısa sürede en gelişkin emperyalistlerin düzeyine çıkardı.
Stalin 1934 yılında partisinin 17. Kongresi’nde bu durumu çarpıcı bir biçimde şöyle ortaya koyuyor:
“Orada kapitalist ülkelerde ekonomik bunalım hala ortalığı kasıp kavururken, SSCB’de gerek sanayide, gerek tarımda atılımlar sürüp gitmektedir. Orada kapitalist ülkelerde dünyayı ve nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak için yeni bir savaş için hummalı bir şekilde silahlanılırken, SSCB, savaş tehlikesine karşı ve barış uğruna sistematik, ısrarlı mücadeleye devam etmektedir.”
1929-34 yılları arasında SSCB ile emperyalist ülkelerin sanayi üretimini karşılaştırdı: SSCB her yıl üretimi arttırmış ve 5 yıl içinde yüzde 100’ü aşmışken; ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’da her yıl yüzde 20 ila 50 arasında bir düşüş yaşanmıştı.
Sosyalist SSCB’nin bu devasa atılımı karşısında iyice panikleyen emperyalistler, Nazi Almanyası’nı üzerlerine saldılar. Fakat kaldırdıkları taş ayaklarına düştü. Çarlık Rusyası’nın “halklar hapishanesi”ni, kardeşçe birliğe çeviren SSCB, faşizme karşı topyekün bir mücadele verdi, onları Berlin’e kadar sürüp kızıl bayrağı göndere çekti. Ve dünyanın üçte birini sosyalist kampa dahil etti.
Bir kez daha insanlığın kriz ve savaş kıskacında boğulduğu, açlık ve ölümle burun buruna geldiği bir dönemden geçiyoruz. Bu koşullarda sosyalizm ve onun sembolü Ekim Devrimi, bir deniz feneri gibi ışığıyla bize yol göstermeye devam ediyor. Onu ve başardıklarını, kapitalist barbarlığa karşı sosyalizmin kazanımları olarak yükseklerde dalgalandırmalı, daha geniş kitlelerin görmesini sağlamalıyız. O bizim ‘dün’ümüz değil, ‘yarın’ımızdır; ulaşmamız ve aşmamız gereken bir zirvedir.
Geçen yıl, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, yayınevimiz “İnsanlığın umudu, özlemi EKİM DEVRİMİ” başlıklı bir kitapçık çıkardı. Aşağıda bu kitapçığın “giriş” bölümünü kısaltarak yayınlıyoruz.
İnsanlığın umudu, özlemi…
Ekim Devrimi, Çarlık Rusyası’nda kullanılan takvimle 25 Ekim 1917 tarihinde gerçekleşti. Batı’da kullanılan takvimle arasında 13 günlük fark vardı; dolayısıyla Batı takviminde 7 Kasım’a denk düşüyordu. Devrimden sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Batı takvimine geçti. Fakat dünyadaki bu ilk sosyalist devrim, gerçekleştiği dönemki takvimle anıldı; EKİM DEVRİMİ olarak tarihe kazındı…
Engels’in “ilk proleter devlet” olarak tanımladığı Paris Komünü (1871), sosyalizmin embriyonu olarak ortaya çıkmıştır. Gerek nesnel gerekse öznel koşulların elverişsiz olduğu bir dönemde gerçekleşmiş ve sadece iki buçuk ay yaşayabilmiştir. SSCB ise, Paris Komünü’nün dersleriyle, “sosyalist devlet” kavramını ete kemiğe büründürmüş, en ileri örneğini yaratmıştır. Onun içindir ki, sosyalist devrim denilince, Ekim Devrimi; sosyalist toplum ya da devlet denilince de, SSCB akla gelir.
* * *
Aslında sosyalist devrim, kuramsal olarak kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde bekleniyordu. Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels, başlangıçta İngiltere’ye gözlerini diktiler. Çünkü İngiltere, sanayinin ilk geliştiği ülkeydi ve kısa sürede “dünyanın atölyesi” haline gelmişti. Ne var ki, İngiliz işçi sınıfı daha çok ekonomik mücadelesiyle öne çıkıyor, siyasal mücadele yönünden geri kalıyordu. (Ki bunun önemli nedenlerinden biri İrlanda sorunudur.)
Buna karşılık Almanya, geç-kapitalistleşen bir ülke olmasına rağmen bilim ve felsefede büyük bir ilerleme içindeydi. Yanı sıra geç-kapitalistleşme, Alman halkını daha gelişmiş kapitalist ülkelere göçe zorlamıştı. Bunların sonucu olarak Alman işçileri, enternasyonalizme ve sosyalist teoriye daha açık ve siyasal olarak en gelişkin işçiler oldular. Marks ve Engels bu gelişme üzerine, “öncü müfreze” olarak Alman işçi sınıfını ve Komünist Partisi’ni gösterdi. Almanya’nın burjuva devrimini -İngiltere ve Fransa’dakinden farklı olarak- çok daha gelişkin bir proletarya ile gerçekleştireceğini ve bunun “proletarya devriminin dolaysız öngösterisi” olabileceğini ifade ettiler.
Sadece Marks ve Engels değil, neredeyse tüm komünist önderler ve partiler, o yıllarda Almanya’da devrim bekliyorlardı. Ne var ki, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesi ile birlikte “emperyalist zincirin en zayıf halkası” olan Rusya’da devrim patlak verdi. Nesnel değişimin yanı sıra, Lenin ve Bolşevik Partisi gibi öznel unsurun varlığı da Rusya’yı öne çıkardı.
I. Enternasyonal’in en güçlü partisi olan Almanya Sosyal-Demokrat Partisi ve onun lideri Kaustky, birinci emperyalist savaşta “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarıyla işbirliği yaptı ve beklenen devrimi boğdular. Rosa Lüksemburg-Karl Liebknecht gibi komünistlerin çabaları da bu durumu değiştirmeye yetmedi, onların devrim girişimleri kanla bastırıldı.
Buna karşılık Lenin ve Bolşevikler, emperyalist savaşı devrimin kaldıracı haline getirdiler. “Siperlerde kardeşleşme” diyerek, enternasyonalizm bayrağını yükselttiler. İşçi ve köylülerden oluşan askerlerin, silahlarını birbirlerine değil, savaşı çıkartanlara çevirmesi gerektiğini söylediler. Savaşı durdurmanın tek yolunun, her ülkenin işçi ve emekçisinin kendi egemenlerine karşı ayaklanması olacağını bildirip, kitleleri bu yönde seferber ettiler.
Bu koşullarda devrim, beklenildiği gibi en gelişkin kapitalist ülkelerde değil; aksine emperyalist ülkeler arasında en geri olan Rusya’da gerçekleşti. Bunun pek çok dezavantajı da yaşandı. Devrim öncesi Rusya, Çarlık otokrasisi altında yaşayan, Lenin’in saptamasıyla “feodal-emperyalist” bir ülkeydi. Çok geniş bir coğrafyada yaklaşık 60 ulus ve ulusal topluluk, oldukça geri ekonomik-kültürel koşullarda yaşıyordu. Böyle bir ülkede, sosyalist topluma geçebilmek hiç kolay değildi, olmadı da.
* * *
İçteki koşulların zorluğu bir yana, devrimi daha ilk günden boğmak isteyen emperyalistlerin işgalleri ve işbirlikçilerin suikast-sabotaj vb. karşı-devrimci faaliyetleri yıllarca sürdü. Bolşeviklerin de bekledikleri “Almanya devrimi” gerçekleşmemişti; her zorluğa tek başına göğüs germek zorundaydılar. Dünya ölçeğinde enternasyonalist dayanışmayı örmeye çalıştılar. Ulusal kurtuluş savaşlarına önayak oldular, emperyalizmi zayıflatan her hareketi desteklediler.
Buna karşın emperyalist burjuvazi, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini kanla bastırdı ve karşısına faşizmi dikti. İtalya ve İspanya’da faşist diktatörlerle kitlelerin devrimci kalkışmalarını ezdi. Nazi Almanyası’nı sosyalist SSCB’nin üzerine saldı. Sosyalizm ve devrim tehdidini, emperyalist savaşla boğmaya çalıştı. Bunu başaramadığı koşullarda, adına “soğuk savaş” denilen bir kuşatma politikası izledi. “Komünizmle mücadele” adı altında her yerde en gerici akımları palazlandırdı, dinciliği ve milliyetçiliği körükledi. Emperyalist sistemi “hür dünya”, sosyalist bloku ise “demir perde” olarak kodlayıp her tür saldırıyı meşru gösterdi.
Kısacası Ekim Devrimi, patlak verdiği günden itibaren her aşamada emperyalist-kapitalist sistem tarafından abluka altına alındı ve nefessiz bırakmak için her yol denendi.
Başta komünistler olmak üzere işçi ve emekçiler, devrimlerini yaşatmak uğruna birçok fedakarlığa katlandılar, büyük bedeller ödediler, ama yılmadılar. İki kez yerle bir olmuş ülkeyi, kısa sürede en gelişmiş ülkelerin seviyesine yükselttiler. Bütün bu çabalara ve elde edilen başarılara karşın ne yazık ki, kapitalizme “geriye dönüş”ü engelleyemediler.
SSCB’de “geriye dönüş”ünün nedenleri, o günden bu yana tartışılmaktadır. Daha ileri bir örneği yaratabilmek için tartışılması gereklidir de. Ancak burjuva kalemşorlar ve her tür anti-ML akım, bu durumu “sosyalizmin yenilgisi” olarak sunmuş, ideolojik bir bombardıman başlatmıştır. ‘90’lı yıllarda revizyonist blokun çöküşünden sonra ise, kapitalizmi yıkılmaz, sonsuz bir sistemmiş gibi gösterip, en fazla reformist iyileştirmelerle yetinme noktasına çekilmişlerdir.
Oysa her yeni toplumsal dönüşüm sancılıdır. Tarih hep ileriye doğru akar, ama bu dümdüz bir akış değildir; her zaman zikzakları, gel-gitleri olmuştur. Yaklaşık ömrü 500 yılı bulan kapitalist toplum için de bu geçerlidir. 17. yüzyılda başlayan serüveni, kaç kez aristokratlar tarafından darbelenmiş, sekteye uğramıştır; ancak yeni devrimlerle, çeşitli hamlelerle sistemini oturtabilmiştir. Dolayısıyla yenilgiler ve “geriye dönüş”ler, her devrimin başına gelen tarihsel bir olgudur.
* * *
Başında belirttiğimiz gibi, sosyalist devrim daha ilk deneyimini yaşadı. Ve ne yazık ki, ömrü çok kısa oldu. 1917-21 yılları arası, yani devrimden sonraki 4 yılı, emperyalist işgal ve iç savaş koşullarında geçti. Bu dönem “sosyalist anavatanı savunmak” tek hedefti. Ardından yerle bir edilmiş ve sanayisi gelişmemiş bir ülkeyi ayağa kaldırabilmek için, “Yeni Ekonomi Politika” (NEP) adıyla kontrollü bir kapitalist ekonomi sürecine geçildi. 1921-25 arası, yani bir 4 yıl da bu şekilde yaşandı. Sosyalist inşa sürecine, ancak 1926’dan sonra başlanabildi. O da ikinci emperyalist savaşla kesintiye uğradı.
1936 İspanya iç savaşından itibaren taşları döşenen ikinci emperyalist savaşa karşı sosyalizmi savunmak için başlatılan seferberlik, Nazi ordusunu Berlin’e sürdükleri 1945 yılına kadar devam etti. Savaşın yıkımını (gerek insan, gerekse maddi kayıp yönünden) en fazla yaşayan ülke SSCB olmasına karşın, sonrasında yeniden büyük bir atılım gerçekleştirdi. Fakat Stalin’in ölümünün ardından sosyalist inşa sekteye uğradı ve adım adım kapitalistleşme süreci başladı.
Bu açılardan SSCB’deki sosyalist inşanın, yaklaşık 20 yıl olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu kadar kısa sürede başardıklarını ise, en ileri kapitalist ülkede bile görmek mümkün değildir.
Esasında sosyalist sistem, kapitalizme üstünlüğünü bu kısacık ömründe bile kanıtlamış durumdadır. Sözde “sosyalizmin yenildiği” günden bu yana yaşananlar, bu gerçeği her gün yüzlere çarpmaktadır. Sosyalizmi “Berlin Duvarı” ile özdeşleştirip, duvar yıkıldığında sevinç çığlıkları atan, kapitalizme methiyeler düzenlerden bugün eser yoktur. Oysa gerçekte o duvarın örülmesini zorlayan da, sonrasında onun altında kalan da emperyalistlerdir.
Sosyalizmle özdeşleştirdikleri “Berlin Duvarı”nın yıkımının üzerinden çeyrek yüzyıl geçti. Dünya o yıllara göre çok daha kötü günleri yaşıyor. 2000’li yılların başından itibaren yeni bir emperyalist paylaşım savaşı başladı ve halen sürüyor. Ortadoğu başta olmak üzere dünya halkları savaşın vahşetini, acı sonuçlarını yaşıyorlar. Her yerde bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, sakat kalıyor, evini-barkını terkedip yollara düşüyor. Şimdiden mülteci akını, ikinci emperyalist savaştaki oranı geçmiş durumda.
Öte yandan savaş bahanesiyle temel hak ve özgürlükler gaspediliyor, her yerde faşizm hortluyor. Zengin ile yoksul arasındaki uçurum açıldıkça açılıyor. Yüzde 1’lik kısım, dünyadaki servetin neredeyse yarısını elinde tutarken; bu serveti yaratan milyonlar, açlık ve hastalıkla pençeleşiyor. Daha fazla kar hırsı ile hem insan, hem doğa katlediliyor. İklimler değişiyor, yeni hastalıklar çıkıyor ve dünya yaşanmaz hale geliyor. Öyle ki, burjuvazi şimdiden farklı gezegenlerde yer arıyor.
Sonuçta kapitalizmin insana verecek hiç bir şeyi kalmadığı, geçen sürede çok daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ozanın dediği gibi “ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya dünyamıza inecek ölüm!” Rosa Lüksemburg’un veciz sözüyle; “ya barbarlık ya sosyalizm!”
* * *
Her eskiyen-çürüyen toplum, yeni bir topluma gebedir. Bağrında bunun tohumlarını taşır. Tıpkı karanlığın en koyu anında, şafağın atması gibi. Doğada olduğu gibi toplumlarda da gelişimin diyalektiğidir bu. Bunun bilincinde olanlar asla umutsuzluğa kapılmazlar. “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş insanlara aittir” der Lenin.
Varsın devrim kaçkınları, burjuva aydınlar “sosyalizm yenildi” diyerek umutsuzluk yaymaya devam etsin… İşçi ve emekçiler, mücadele deneyimlerinden çıkardıkları derslerle “hayat denilen kavga”da yerlerini alıyorlar. Onların öncüleri de, başta Ekim Devrimi olmak üzere devrimlerin yenilgi nedenlerini çöze çöze, yeni devrimlere önderlik edecekler ve mutlaka yeni Ekimler yaratılacaktır…