YEP krize çözüm değil

AKP hükümetlerinin standart ekonomi programı OVP (Orta Vadeli Plan), isim değiştirerek YEP (Yeni Ekonomi Programı) haline dönüştü ve 20 Eylül günü, Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak tarafından açıklandı.

YEP, içinde “yeni” hiçbir unsur olmamakla birlikte; yaşanan ekonomik krizle ilgili olarak, devletin hedef ve yönelimlerini ortaya koyan önemli belgeydi.

Öncelikle Erdoğan “kriz yok” derken, Hazine ve Maliye Bakanı olan damadı, krizin varlığını resmileştiren tespit ve değerlendirmeleri ortaya koymuş oldu.

İkincisi gerçekte bu program, İMF’nin standart “kemer sıkma programları”ndan birisiydi ve İMF’ye gitmeden İMF programını uygulamayı hedefliyordu.

Üçüncüsü programın denetimi, yani ülke ekonomisinin denetini, Amerikalı McKinsey şirketine devredilmiş; bu “görev” karşılığında bütçede devasa bir ödeme miktarı da şirkete peşkeş çekilmişti.

Ve hepsinden önemlisi YEP, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına dönük, belki de bugüne kadarki en şiddetli saldırı hazırlığının ifadesiydi.

 

Ekonomik krizin nedeni “dış mihraklar” mı?

Damat Albayrak’ın, hemen her cümlenin önünde “burası çok önemli” diyerek açıkladığı programın “Mevcut Siyasi ve Ekonomik Durum” başlığı altında, ekonomik krizin nedenleri şöyle açıklanıyor:

“Gezi olayları ile başlayan, 17-25 Aralık 2013 yargı darbesi ve 15 Temmuz 2016 menfur darbe girişimleri ile devam eden dönemde gerçekleştirilen dört seçim ve bir referandum ile ülkenin siyasal istikrarı güçlendirilmiş, demokrasinin sağlıklı işleyişi güvence altına alınmıştır. Ancak bu sürecin ülke ekonomisine olumsuz etkileri olmuştur.”

Yanısıra Suriye savaşı, FED’in faiz artışı, ABD’nin “Türkiye ekonomisini doğrudan hedef alması” gibi unsurların, Türkiye’deki ekonomik krizin nedenleri olduğu ileri sürülüyor. Yani AKP hükümetleri her şeyi doğru yapmıştır, ancak başta Gezi Ayaklanması olmak üzere hükümet karşıtı eylemler, “darbeler” ve tabi ki,  “dış mihraklar” ülkeyi krize sürüklemiştir!

Gerçekte ise, ekonomik krizin tek nedeni vardır: Kapitalizmin azami kar hırsından beslenen üretim anarşisi!

Sosyalizmin planlı ekonomisinde “ekonomik kriz” yoktur. 1929’da ABD başta olmak üzere tüm dünya ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, sosyalist Sovyetler Birliği’nin üretim rekorları kırması somut örnektir.

Kapitalizmde ise üretim anarşisi; yani karlı olduğu düşünülen kimi alanlarda aşırı üretim yapılırken, kitlelerin gerçek ihtiyaçlarının üretiminin azaltılması (ya da tamamen kaldırılması) kriz doğurur. Türkiye’de, mesela lüks konut üretiminde patlama yaşanırken, gıda üretiminin azaltılması ve gıda ithalatı yapılması, “üretim anarşisi”nin somut ve çarpıcı bir örneğidir.

Bugün yaşadığımız krizin nedeni de budur. AKP hükümetinin uyguladığı ekonomik ve siyasi politikalar, krizi derinleştiren unsurdur.

2000’lerin başından bu yana AKP hükümetleri, Telekom gibi hayati önemde kamu kuruluşları başta olmak üzere, hemen bütün kamu kuruluşlarını emperyalistlere peşkeş çekmiştir; gıda üretimi gibi stratejik bir üretim alanını zayıflatmış, kağıt gibi son derece önemli sektörleri tamamen yoketmiş, otomotiv gibi temel üretim alanlarında ise ithalata bağımlılığı artırmıştır; yüksek kar vaadi ile dünyadan para borçlanmış, sıcak para akışının yarattığı refah ortamında bütün gelirini betona (yol, lüks konut, vs) yatırmıştır. Bütün bunların kaçınılmaz sonucu, ekonomik yıkımdır.

AKP’nin ekonomi modeli, “saadet zinciri” olarak bilinen, son örneğini Çiftlikbank dolandırıcılığında gördüğümüz sistemin, kamu eliyle yürütülen halidir. Saadet zincirinin işleyiş kuralları bellidir: Yüksek kar vaat edilerek para toplanmakta, başlangıçta sisteme dahil olan herkes mutlu olmaktadır. Sistemin dinamikleri, zincirin 9. halkasında çöküşü kaçınılmaz hale getirmektedir. Türkiye ekonomisi de, “9. halkaya” ulaşmış görünüyor.

 

YEP krizden nasıl bir “kurtuluş” vaadediyor?

YEP için söylenecek en özet cümle, bir “kurtuluş vaadi”nin olmayışıdır. Ekonominin gerçekleriyle alakası olmayan rakamlar peşpeşe sıralanıyor, ekonomide karşılığı olmayan hedeflerden sözediliyor.

En başta, sunulan ve hedeflenen ekonomik tablonun omurgası niteliğindeki dolar kuru, yanlış hesaplanıyor. Dolar kurunun 2018 ortalamasının 4.90 olacağı öngörülüyor ve sonraki tüm ekonomik veriler bu kura göre belirleniyor. Oysa yıllık ortalamanın 4.90 olabilmesi için, yılın kalan aylarında dolar kurunun 5.70 olması gerekiyor. Böyle bir ihtimal de görünmediği için, büyüme, cari açık vb. konularda yapılan planlar da baştan çöküyor.

Keza büyüme rakamlarını yıldan yıla artırırken aynı dönemde enflasyon rakamlarını düşürmek gibi, ekonominin temel kuralları içinde mümkün olmayan çarpıklıklar da yer alıyor programda.

Yanısıra petrol fiyatlarının yükselmesi ihtimali başta olmak üzere (nedense petrol fiyatlarının düşeceği varsayılıyor), dış etkenlerin Türkiye ekonomisine olası etkileri de hiç dikkate alınmıyor.

Bütün bu eksiklikler, programı baştan darbeliyor, güvenilmez hale getiriyor. Aynı nedenle, bu programın ortaya koyduğu tablonun ekonomik verilerini yorumlamak baştan anlamsızlaşıyor. Ancak yine de bir unsuru belirtmeden geçemiyoruz: YEP -iyimser bir tablo çizmesine rağmen- işsizlik, büyüme, cari açık gibi başlıkların tümünün, 2019 yılında bugünkünden daha kötü olacağını öngörüyor. 2020 yılında rakamlar yeniden bugünkü seviyelere yaklaşıyor, ancak 2021’den itibaren kısmi iyileşme başlıyor.

Yani Erdoğan’ın kimi zaman “zaten kriz yok” ya da “krizin en kötü bölümünü atlattık” gibi dayanaksız değerlendirmeleri bir yana; “iyimser” YEP bile, krizin başında olduğumuzu ve kötü dönemin en az iki yıl süreceğini ortaya koymak zorunda kalıyor. Elbette gerçek tablonun bundan çok daha kötü olacağını söylemek yanlış değil.

Bu kadar ağır bir ekonomik yıkım karşısında devlet yine gerçek rolünü oynuyor ve burjuvazinin çıkarlarını koruyor: YEP kriz karşısında, kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarına saldırmaktan başka bir şey söylemiyor.

 

“Burjuvaziyi koru, kitlelere saldır”

Kriz karşısında devletin aldığı bütün kararlar, burjuvaziyi ve onun temsilcilerini korumaya yönelik. Diğer taraftan, işçi ve emekçilerin cebindeki kırıntıları da almayı hedefliyor.

Devlet, TBB (Türkiye Bankalar Birliği) ile birlikte, “Bankalara 100 milyon liradan fazla borcu olanların, borçlarının yeniden yapılandırılması” kararını aldıklarını duyurdu. Yani eğer sıradan bir emekçi olarak bankaya birkaç bin liralık kredi kartı borcunuz varsa, banka ve devlet bunu tahsil etmek için harekete geçecek, icra takibi başlatılacak, ceza kesilecek, kara listeye alınacak vb. Ama 100 milyon liradan fazla borcunuz varsa, banka ile birlikte oturup yeni bir ödeme planı hazırlanacak, gerekirse borçlar aylarca ertelenecek, yine de haciz, icra, mahkeme vb. hiçbir hukuki-ekonomik işlem yapılmayacak.

Bir başka örnek konut sektöründen. Banka kredisiyle ev alan herhangi bir emekçi, borcunun taksitlerini ödeyemez hale geldiğinde banka bu eve el koyuyor. Bu standart bir uygulamadır. Diğer taraftan, herhangi bir inşaat tekeli, inşa ettiği site için çektiği banka kredisini ödeyemediğinde, banka sözkonusu siteye el koyamayacak. Biliyoruz ki, inşaat tekelleri inşaatlarını kendi paraları ile değil, yüklü banka kredileri ile gerçekleştiriyorlar. Bu uygulama, emekçilerin evsiz kalmasına yol açarken, inşaat tekellerini korumayı amaçlıyor.

Krizden etkilenen şirketlerdeki işçi alacakları konusunda da devlet patronlardan yana bir tutum alıyor. Uzun erimli sınıf mücadelesinin kazanımlarından biri de, şirket iflaslarında işçi alacaklarının öncelikli olmasıdır. İcra ve haciz işlemlerinde, işçilerin alacakları ilk sıraya yerleşir. Bugün konkordato ilan eden şirket sayısı 3 bini aştı. İflas edenlerin sayısı çok daha fazla. Ve devlet, konkordato ilan eden şirketlerde işçi alacaklarının takibini durduran yeni bir düzenleme yaptı. Buna göre şirket, alacaklarının yapılandırılması için bankaya başvurduğunda, işçi alacakları da diğer alacaklarla birlikte sıraya konacak, alınmış ihtiyati tedbir ve haciz kararları uygulanmayacak. Bu durumda, bankalar alacaklarını tahsil edebilirken, işçiler aylar, belki yıllar boyunca birikmiş ücret ve haklarını alamayacaklar. Beş parasız kapının önüne konacaklar.

Dolarla yapılan ödemeler konusu da benzer bir tablo var. Kitlelere dolar kullanmak adeta yasaklanmış durumda. Dolar satın almak, kira bedelini dolar üzerinden belirlemek, dolarla iş yapmak lanetli ilan ediliyor, hatta kimi zaman cezai yaptırım unsuruna dönüşüyor. Diğer taraftan devlet, dolar üzerinden “garanti” verdiği alanlardaki ödemelerini kesintisiz biçimde sürdürüyor. Avrasya Tüneli, 3. Köprü ve Osmangazi Köprüsü’ndeki geçiş garantisi, şehir hastanelerindeki hasta garantisi, kamu ihalelerindeki ödemeler vb. dolar üzerinden ve fahiş fiyatlarla yapılmaya devam ediliyor. Yeter ki tekeller zarar etmesin!..

 

YEP, kitlelere saldırı programıdır

Damat Albayrak’ın sunduğu YEP’e göre, ekonomik krize karşı iki temel “çözüm” hazırlanmış. Birincisi “kamu harcamalarından 2019’da 60 milyar TL tasarruf sağlanacak, bunun yaklaşık 30 milyar TL’si sürmekte olan ya da henüz başlamamış ihalelerin durdurulmasıyla karşılanacak.” İkincisi, “2019 yılı içinde 16 milyar TL gelir artırımı sağlanacak.” Bu sözlerin her biri, işçi ve emekçilere dönük ağır bir saldırı anlamına geliyor.

“30 milyar TL’lik tasarruf yapmak için” durdurulması planlanan ihaleler hangileri? Yandaşlara hortumla para akıtan havalimanı, yol ihaleleri değil tabi ki. Mesela “demiryollarının iyileştirilmesi” konusunda bir çalışma başlatılacaktı. Çorlu’daki tren katliamının ardından böyle bir hazırlık yapılmıştı; bu ihale mi iptal edilecek? Keza İstanbul depremine hazırlık anlamında, kamu binalarının yıkılarak yeniden yapılması gündemdeydi; iptal edilecek ihalelerden birisi de bu mu?

Kesin olan şey şu: Emekçilere faydası dokunacak işlerin ihaleleri iptal edilecek; yandaşa rant sağlayan ama “kamu yararı” olmayan, “mega projeler” sürdürülecek.

Peki kalan 30 milyar TL tasarruf nereden sağlanacak?

Bunun da cevabı hazır: “İşgücü piyasasında esneklik ve performans sisteminin yaygınlaştırılması, kıdem tazminatı ‘yükü’nün kaldırılması, sağlık ve eğitim harcamalarının kısılması, işsizlik sigortası fonunun kullanılması, zorunlu BES…”

“Esneklik ve performans sistemi”, uygulandığı fabrikalarda, çalışma koşullarında en ağır sömürü anlamına gelmektedir. “Performans” bahanesiyle, işçiler daha fazla, daha yoğun ve daha ağır koşullarda çalışmaya zorlanmaktadır. Performans, aynı zamanda işten atılma korkusunun, ücret kesintisi ihtimalinin sürekli canlı tutulması, bu korkularla çalışma temposunun artırılmasıdır.

Esnek çalışma ise, çalışma saatlerinin tamamen patronun keyfine, ihtiyaçlarına, pazara endekslenmesidir. Patron işler yoğun olduğu zaman mesai ödemeksizin günde 11-12 saat çalıştırabilir, işler yoğun olmadığında ücretsiz izne çıkarabilir; işçilerin çalıştıkları alanı değiştirebilir…

Bugüne kadar işçilerin başının üzerindeki Demokles Kılıcı olan esnek çalışma, artık kamu emekçilerine de dayatılıyor. 657 sayılı yasaya tabi olan, işgüvencesi ve çalışma şartları yasalarla güvence altına alınmış olan kamu emekçilerinin bu hakları gaspediliyor. Kamudaki esnek çalışma, daha yoğun bir işgücü sömürüsü getiriyor.

İşsizlik fonu, zaten devlet tarafından kullanılıyordu. Fon, işçilerin ücretlerinden kesilen paraların yanında devletin ve patronun katkısıyla oluşturuluyor ve işçi işten atıldığında, birkaç aylığına idare etmesini sağlama vaadi sunuyor. Bugüne kadar devlet, her sıkıştığında işsizlik fonundan para gaspetti. İşçiden kesilen paralar, devletin savurganca yaptığı işlere harcandı. Bugün de, 3 kamu bankasının açıklarını kapatmak için, işsizlik fonunda biriken para devreye sokulmuş durumda. Bu şu anlama geliyor; ekonomik kriz nedeniyle işten atılacak olan işçiler, işsizlik fonunda para kalmadığı gerekçesiyle ödeme alamayacaklar. Yani bu yoğun kriz ortamında, açlığa terk edilecekler.

Kıdem tazminatı da, kriz koşullarında devletin göz diktiği haklardan birisi. Kıdem tazminatını fona devretme planı, uzun zamandır gündemde, ama işçilerin tepkisinden dolayı hayata geçirilemiyor. Şimdi kriz koşullarını bahane ederek ve işçilerin direnişlerini kırarak kıdem tazminatını sermayeye peşkeş çekmeye çalışacaklar.

Devletin işçilerin cebinden para almak için öne sürdüğü bir başka yöntem de, iki yıl önce gündeme getirilen “otomatik BES” uygulamasıdır. 2017 başında, tüm çalışanlar BES’e (bireysel emeklilik sigortası) dahil edildi ve böylece sigorta şirketlerine, onların başında bulunan tekellere yüklü bir kaynak yaratıldı. Ancak o dönemde, BES’e kaydedilen çalışanların yarısından fazlası derhal sistemden çıktılar ve BES’e katılmayı reddettiler. Şimdi devlet, “otomatik BES”i, “zorunlu BES” haline getirdi ve üç yıl sistemden çıkamama şartı koydu. Yaşam koşulları böylesine zorlaşmış, enflasyon bu kadar yükselmişken, işçi ve emekçilerin maaşlarından bir parça daha kırpmak ve bu parayı patronlara akıtmak istiyorlar.

Sağlık ve eğitim harcamalarında, sosyal yardımlarda ve kamu maaşlarında yapılacak kesintiler de, emekçilerin yaşamlarını daha da zorlaştıracak unsurlar.

İlk haber sosyal yardımlardan yapılan kesintilerden geldi. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre, haziran ayında eğitim için (burslar vb) 300 milyon lira kaynak ayrılırken, ağustos ayında bu rakam 70 milyon liraya düştü. Sağlık yardımları aynı dönemde yüzde 75 azaldı. Yiyecek yardımları ise, en büyük darbeyi aldı: Haziran ayında yaklaşık 125 milyon lira yardım yapılırken, ağustos ayında yüzde 98 azaltarak yaklaşık 1,5 milyon lira yardım yapıldı.

Hemen ardından, her yılbaşı memur ve emekli maaşlarında yapılan “enflasyon zammı”nın bu yıl yapılmayacağı açıklandı. Zaten üç kuruş maaşla geçinen emekliler için bu ölüm emri gibi bir şey.

Tüm bunların yanısıra, devletin gelirini artırmak için “dolaylı vergiler”de artış yapılması hedefleniyor. Dolaylı vergiler, satın aldığımız her ürünün fiyatına eklenmiş ve doğrudan devletin el koyduğu miktar oluyor. Ve bir malı satın alan her insan, bu vergiyi aynı düzeyde ödüyor. Bu yanıyla “en adaletsiz vergi türü” olarak tanımlanıyor. Çünkü insanların gelir düzeylerine göre vergilendirme yapıldığında (doğrudan vergi), zengin fazla, yoksul ise az vergi ödüyor; satın alınan ürün üzerinden alınan vergi ise (dolaylı vergi) yoksulun daha da yoksullaşmasına yol açıyor. Bu sayede devlet, vergisini ödemeyen patronların vergi borcunu silerken, emekçinin aldığı her ekmekte vergisini baştan tahsil etme, böylece patronları koruma olanağına sahip oluyor. Ve Türkiye’nin vergi sisteminde, vergilerin yaklaşık yüzde 70’i dolaylı vergilerden sağlanıyor. Enflasyon bu kadar yükselmişken, dolaylı vergilerin artırılması, fiyatların daha da yükselmesini, kitlelerin alım gücünün daha fazla düşmesini getirecektir.

Sonuçta devletin “kamu harcamalarından kısmak” ve “gelir kalemlerini artırmak” olarak tanımladığı şey, işçi ve emekçilerin yaşamlarını iyice zorlaştıracak, açlığa mahkum edecek, ceplerinde kalan kırıntılara bile el koyacak adımlardır. Ve kitlelerin açlığı pahasına elde edilen kaynaklar, büyük patronlara, devletin yandaşlarına aktarılacaktır.

Bu arada emekçiler, uzun çalışma saatleri, ağır çalışma koşulları, sendikasız ve kayıtdışı çalışma, taşeron sayısında artış, esnek çalışma adı altında pervasız bir sömürü ile karşı karşıyadır. İşsizlik korkusuyla bütün bu koşullara razı olanlar bile, yüksek enflasyon karşısında çaresiz durumdadır. İşsiz kalanlara düşen ise, açlıktan ölmektir.

Patronları korumakla görevli devletin, kitlelere sunduğu “kriz programı” budur.

 

Krizden çıkış yolu nedir?

Krizle ortaya çıkan ve YEP ile pekiştirilen tabloya göre, önümüzdeki dönemin özeti şudur: Ekonomik büyüme yavaşlayacak, işsizlik artacak, enflasyon artacak! Türkiye’deki ekonomik krizi, kapitalizmin ortalama kriz tablosundan daha da ağırlaştıran unsur, büyüme yavaşlarken enflasyonun artmayı sürdürmesidir. Bunun adı stagflasyondur ve krizin katmerlenmiş halidir.

Çünkü büyüme yavaşladığında ve işsizlik arttığında, insanların alım gücü düşer, bu enflasyonun düşmesini getirir. Bizde gıda başta olmak üzere tüketim mallarının büyük oranda ithal olması, enflasyonun düşmesini engelleyen unsurlardan biridir. Yani hem işsizlik olacak, hem de gıda fahiş fiyatlarla satılmaya devam edecek, buna rağmen pek çok ihtiyaç maddesini bulmak zorlaşacak. ‘70’li yıllarda, Türkiye dahil pek çok ülkenin yaşadığı kriz, stagflasyonla katmerlenmiştir.

Bu ağır krize çözüm olarak YEP’le ortaya konulan program, çözüm değil, bir kısırdöngüdür. Krizle şirketler iflas etmekte, iflaslar nedeniyle üretim düşmekte, üretim düşüşü işsizliği artırmakta, yüksek işsizlik talebin daha da düşmesine, talebin düşmesi üretimin daha da düşmesine neden olmaktadır. YEP’in “tasarruf tedbirleri”, bu kısır döngüyü derinleştirmektedir.

Sonuçta İMF tarafından hazırlanan, Berat Albayrak tarafından sunulan ve İMF’nin Türkiye ekonomisine atadığı kayyum olan McKinsey tarafından denetlenecek olan YEP’te, krizin bir çözümü yoktur.

Bu koşullarda krizden gerçek çıkış yolu, sınıf mücadelesidir. Bugün devletin aldığı bütün kararlar, patronları korumaya dönüktür; öyleyse, işçi sınıfı kendi çıkarlarını, kazanılmış haklarını korumak için harekete geçmelidir.

Devletin her saldırısı, her hak gaspı, patronlar lehine her uygulaması, eylemle ve direnişle karşılanmalıdır. Tek tek fabrika direnişlerinden büyük kitlesel mitinglere, genel grevlere kadar sınıf mücadelesinin tüm biçimleri devreye sokulmalıdır.

Kriz gerçekten çok derin ve boyutludur; kitleler üzerindeki etkileri de çok şiddetli olacaktır. Devrimci-demokrat sendikacılar, öncü işçiler, krizin boyutunu görmeli, işçi ve emekçileri uzun soluklu bir mücadeleye hazırlamalıdır.

Ya direnerek yaşamak ve çalışma hakkımızı savunmak; ya da işsizlik ve açlığın pençesinde boğulmak… Bugünkü krizin işçi ve emekçilere sunduğu başka bir seçenek yoktur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …