Ekonomik krizin kendini daha fazla hissettirdiği bu aylarda, Erdoğan ve hükümeti krize çare olarak, IMF’siz IMF programını ortaya koydu. Damat Berat Albayrak tarafından açıklanan ve adına YEP (Yeni Ekonomi Programı) dedikleri belge, gerçekte IMF’nin Nisan 2018’de hazırladığı programın tekrarından ibaretti. Fakat ısrarla IMF’nin adını kullanmamaya çalıştılar. Sanki kendi ürünleriymiş gibi bir program sundular.
Ne var ki, asıl amaçları olan dış yatırımcıları Türkiye’ye çekmeleri için emperyalist bir kurumu “denetçi” göstermeleri gerekiyordu. Bunun için de IMF yerine McKinsey adındaki ABD kökenli uluslararası bir danışmanlık şirketini, “denetim” için belirlediklerini açıkladılar. Tabi bu şirkete bunun karşılığında ne kadar para verdikleri hala sır gibi saklanıyor.
Hükümet neden IMF’yi değil de McKisney gibi özel bir danışmanlık şirketini tercih etti? IMF programını aynen uygulamayı taahhüt ettiği halde, neden onun ismini geçirmekten özenle kaçınıyor?
Ama daha önemlisi, IMF ya da McKisney, krize çare olarak neyi öneriyor? İşçi ve emekçiler krizin yükünü ödemeyi kabul edecek mi?
Bu bir İMF programıdır
Türkiye’nin krizden kurtulmak için İMF’ye başvurmak zorunda kalacağı bir süredir medyada yer alıyordu. Hükümet ise krize karşı izleyeceği programı bir türlü açıklamıyordu. Her yıl açıklanan “Orta Vadeli Program” (OVP) bile geciktirilmişti. Sonuçta 20 Eylül’de OVP yerine, adına YEP dedikleri programı açıkladılar. İMF’nin isminin geçmediği bu İMF programında, İMF yerine denetleyici kurum olarak McKinsey’in getirildiği de ancak o zaman öğrenilebildi.
Aslında süreç Mart 2018’den itibaren başlamıştı. Türkiye’nin ekonomik göstergeleri 2017 sonlarından itibaren kötüleşmiş, Mart 2018’de ise çok sert bir düşüş başlamıştı.
Nisan 2018’de, İMF’nin rutin değerlendirmesinde “Türkiye ekonomisinin çok ısındığı, soğutma tedbirleri alınması gerektiği” tespit edildi. Bunun üzerine hızla Haziran 2018 seçimleri gerçekleştirildi ve Erdoğan, patronlara “krizde bu ülkeyi ancak ben yönetebilirim” sözü verdiği için yeniden seçildi.
Gerçekten de, şiddetli bir krizin geldiği belliydi. Kriz koşullarında CHP’li-sosyal demokrat görünümlü bir cumhurbaşkanının patronların çıkarlarını gerçekleştirmesi mümkün görünmüyordu. İşçi ve emekçilerin krize karşı direnişlerini ancak Erdoğan gibi bir diktatör bastırabilirdi; kitlelerin bazı kesimlerini şiddet kullanarak, bazılarını da “din-iman” diyerek, kırıntı ve sadaka vererek…
Eylül başında damat Albayrak, İngiltere ziyaretinde mali destek alabilmek için finans kuruluşlarıyla görüşmeler gerçekleştirdi. Ve elbette ona, İMF raporundaki önlemlerin hemen alınması, yoksa finansal destek verilmeyeceği söylendi.
Bunun üzerine Albayrak döner dönmez faiz artırımını gerçekleştirdi. Üstelik Erdoğan’ın karşı çıkıyor görünmesine rağmen! Bu mizansen, Türkiye’de Merkez Bankası’nın “bağımsız” olduğu, ülkede her şeyin “tek adam” tarafından belirlenmediğini göstermek için hazırlandı ve öyle de lanse edildi.
Bir hafta sonra “Yeni Ekonomi Program” YEP hazırlandı. İMF raporunda geçen her şey, YEP’te vardı. Büyüme rakamlarından enflasyon beklentilerine kadar, tüm rakamlar İMF raporu ile uyumluydu. Kıdem tazminatı, zorunla BES, sağlık ve eğitimden kısıntılar, işsizlik fonu vb işçi ve emekçilere dönük tüm saldırılar, İMF’nin “önerileri” doğrultusunda hazırlanmıştı. “Bütçeden tasarruf” adına İMF’nin hazırladığı reçete, olduğu gibi YEP’e aktarıldı.
Yani YEP, aslında bir İMF reçetesi, İMF programıydı. Fakat AKP ve Erdoğan yıllardır “İMF’ye borç verecek kadar iyiyiz” şeklinde böbürlenip durmuştu. Şimdi yeniden İMF’nin kapısında diz çöktüklerini göstermemek için, üzerine bir perde çekildi. Ama kapı aynı kapı, reçete aynı reçeteydi…
IMF’nin halk tarafından çok iyi bilinmesi ve yarattığı kötü çağrışım, işin bir yanıdır. Hükümetin IMF ile resmi ilişki kurmamasındaki bir diğer neden ise; yolsuzluklarının açığa çıkma korkusudur. Çünkü IMF, Nisan ayında açıkladığı “Politika Belgesi”nde “bizimle masaya oturmak isteyen ülkeleri/üyelerimizi öncelikle yolsuzluk açısından denetleyeceğiz” demişti. Yani IMF işi sıkı tutacağını, programda söylenenlerin uygulamasını denetleyeceğini ortaya koydu. Elbette IMF bunu, hizmet ettiği başta ABD olmak üzere emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda yapacaktır. Fakat sonuçları bakımından Erdoğan’ı ve hükümetini -hem önceki yolsuzlukların açığa çıkması, hem de bundan sonrası için- zor bir durumla karşı karşıya bırakacaktır.
Onun için İMF’den borç almadan ve adını geçirmeden IMF programını uygulayacaklarına söz verdiler ve yerine McKinsey’i tercih ettiler.
McKinsey’in kötü sicili
McKinsey tabi ki, basit bir “danışmanlık” şirketi değil. McKinsey’in adı ülkemizde yeni duyuldu, fakat kirli tarihi, dünya halklarına, emekçilerine hiç yabancı değil.
En başta, CIA ile doğrudan ilişkili bir örgüt olduğunu söylemek gerekiyor. Öyle bir ilişki ki, CIA Direktörü Brennan döneminde, CIA’nın yeniden yapılandırılması görevi McKinsey’e verildi.
Şirket, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya danışmanlık yaptı. Fildişi Sahilleri’ndeki darbede rol aldı. Suudi Arabistan’da Kral Salman’la çalıştı. Dünyanın pek çok ülkesinde, ABD’nin siyasi ve ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmek için “danışmanlık ve denetim” gerçekleştirdi. Fahiş ücretler aldı, adı yolsuzluk operasyonlarına karıştı. Ve “danışmanlık” yaptığı ülkelerin her birinde siyasi karışıklıklar arttı, ülkenin ekonomisi, öncekinden daha kötü düzeylere düştü.
Mesela Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, McKinsey’in danışmanlığı ile elektrik şirketinde yolsuzluklar ayyuka çıktı. Ardından bunu protesto için güçlü kitle eylemleri gerçekleştirildi. Ve Cumhurbaşkanı Zuma istifa etmek zorunda kaldı. Yolsuzluk öyle boyutluydu ki, McKinsey şirketinin iki ortağı da istifa etti ve hapse girdiler.
Bir diğer örnek, Porto Rico hükümetine danışmanlık yaptığı dönemdir. 123 milyar dolar borcu olan ülkeden 50 milyon dolar danışmanlık ücreti aldı. Bu arada, hükümete tavsiyelerinin ekonomiyi düzeltmek amaçlı değil, şirkete maddi çıkar sağlamak amaçlı olduğu ortaya çıktı. Sonuçta Porto Rico ekonomisi daha kötü duruma düştü.
2008 ekonomik krizinin sembol ismi, ABD’li Enron şirketinin danışmanı da McKinsey’di. Büyük bir yolsuzluk skandalıyla iflas eden Enron şirketi, dünyanın 7. büyük şirketiydi; ve McKinsey’in tavsiyeleri doğrultusunda yöneticileri muhasebe hileleri gerçekleştirmişti.
Türkiye’ye dönersek; damat Berat Albayrak, McKinsey’le ilişkiyi yürütmek amacıyla bir ofis kurulacağını, bu ofiste 16 bakanlığın temsilcisi olacağını duyurdu. Şirket üç ayda bir (her çeyrekte) bu ofisle toplantı yapacak, toplantıda durum değerlendirilecek, atılan adımlar gözden geçirilip, yeni dönem için görevler belirlenecek.
McKinsey’in Türkiye’deki ilk tavsiyesi ise, 3 kamu bankasına kaynak aktarılması oldu. İşsizlik fonundan alınan 11 milyar TL, bir gecede 3 kamu bankasını kurtarmak için kullanıldı. Üstelik de işsizlik fonunun bu biçimde kullanılması yasalara aykırı. McKinsey, bu yasadışı operasyonu gerçekleştirmek için hangi dolambaçlı yolların kullanılacağı konusunda tavsiyelerde bulundu, hükümete yol gösterdi.
Sürekli “milli ve yerli” olmakla övünen Erdoğan ve hükümeti, şimdi bir ABD şirketi tarafından denetleniyor. Hem de üzerine para verilerek…
IMF ya da McKinsey;
Krizin faturasını ödemeyelim!
IMF ya da McKinsey, işçi ve emekçiler açısından aralarında bir fark yok! Her ikisi de krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkarmak için, emperyalistler ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda çalışıyorlar, çalışacaklar… McKinsey’in kirli tarihi ve Türkiye’ye ilk tavsiyesi, bunu somut ortaya koyuyor.
Önemli olan, işçi ve emekçilerin bu faturayı ödemeyi kabul edip etmeyeceği… Daha önceki krizler de işçi ve emekçinin sırtından atlatıldı. Fakat bu kez -diğerlerinden farklı olarak- halk açlıkla karşı karşıya. Yani yaşam ve ölüm savaşı verecek.
Burjuvazi ve ona hizmet eden kesimler açısından da, işçi-emekçi ve onların yanında yeralan güçler açısından da çok önemli bir dönemeçten geçiliyor. İşçi ve emekçilerin bu dönemeci aşması, öncekilerden çok daha büyük direnişleri gerektiriyor. Tüm dezavantajlarına rağmen bunu başarmak zorunda…