Dövizdeki astronomik artışı baz alırsak, Ağustos ayından itibaren ekonomik kriz, kendini tüm şiddetiyle ortaya koydu. Aradan geçen yaklaşık dört aylık sürede, krizin faturasının işçi sınıfına ödetileceği de çok net biçimde ortaya çıktı. Bunu görmek için zaten kahin olmaya gerek yok. Burjuvazi, her ekonomik krizi, işçi ve emekçilerin sırtına yıkarak aşmaya çalışır. Bunu durdurmanın tek yolu, işçi sınıfının ve onun örgütlerinin dişe diş bir mücadeleyi göze almasıdır. En başta üretimden gelen güçlerini ortaya koyabilmesidir.
Peki aradan geçen onca süreye rağmen bu gerçekleşti mi?
Sendikalar ve meslek örgütleri (DİSK, KESK, TTB, TMMOB) krizle ilgili ilk toplantısını, Ekim ayının başında gerçekleştirdi. Ortak deklarasyonu 26 Ekim’de açıkladı. İlk ortak eylemini ise, Kasım ayının başında gerçekleştirdi. Yani krizin patlamasının üzerinden dört ay geçtikten sonra…
Ki bunlar, kendilerine “devrimci”, “ilerici” diyen sendikalar ve kurumlardır. Türkiye’nin en büyük işçi sendikası Türk-İş başta olmak üzere diğer sendikaların lafını bile etmiyoruz. Çünkü onlar uzun süredir bitkisel yaşamda, sesleri-solukları duyulmuyor. Kriz gibi üyelerinin doğrudan canını yakan bir konuda bile, bir canlılık belirtisi görülmedi.
Denilebilir ki, sendikalar zaten işçilerin yüzde 10’unu ancak kapsıyor. Yani niceliksel olarak güçsüzler. Fakat burada sorun nicelik değil nitelik. Bırakalım yüzde 10’u, yüzde 1’ini bile örgütlü bir tarzda ayağa kaldırsa, bir taşın suya düşmesi gibi dalga dalga büyüyen bir etki yaratacağı kesindir. Bugüne dek bunun pekçok örneği yaşandı.
Netaş’la başlayan ’89 Bahar eylemleri, Zonguldak madencisinin Ankara yürüyüşü ile zirveye çıkmış ve 12 Eylül cenderesini kırmaya başarmıştı. Fazla uzağa gitmeye de gerek yok. 2010 yılında bir avuç Tekel işçisinin Ankara’da direngen tavrı, aylar süren işçi direnişini yarattı. 2015’te Bursa’da başlayan metal işçilerinin direnişi, bir fırtınaya dönüşüp tüm ülkeyi sardı. Demek ki, böyle zamanlarda bir kıvılcım her yeri tutuşturmaya yetiyor.
Krizden bu yana da birçok işyerinde direnişler yaşanıyor. En fazla ses getiren üçüncü havalimanı işçilerinin direnişi oldu. Yüzlerce gözaltı ve tutuklamaya rağmen, inşaat işçileri ödenmeyen ücretleri için yeniden eylem yaptılar. Medyaya yansıyan-yansımayan daha pek çok direniş oldu, oluyor…
Ancak bunlar birbirinden kopuk ve örgütsüz olduğundan kısa sürede bastırılıyor. Sendikaların sahip çıkmaması yüzünden sönüp gidiyor. Öyle ki, birçok sendika, kendi üyelerinin işten atılması ve pek çok hak kaybı yaşaması karşısında bile kılını kıpırdatmıyor. Ta ki, işçiler onlara rağmen direnişe geçip, kararlı biçimde sürdürene dek…
Deneyimlerden ders çıkarmak
Amacımız, sendikaların bu içler acısı durumunu yinelemek değildir. Buna karşın kriz gibi doğrudan işçileri ilgilendiren bir ortamda dahi, bu kadar etkisiz olmaları kabul edilemez.
Gecikmeli de olsa DİSK’in çağrısıyla bir toplantı yapılması “olumluluk” olarak görülebilir. Ne var ki ortaya konulan pratik hiç umut verici değildir. Açıklamalarla, forumlarla zaman kaybetmeye devam ediliyor. Direnişe geçen işçiler için bir “odak” haline gelmek, direnişleri birleştirip tek “merkez”den yönetmek, bunların mekanizmalarını oluşturmak; “merkez”in kararlarıyla uyumlu çalışacak “yerel” birimler kurmak gibi bir örgütlülük yaratılmıyor. Bu yönde yapılan öneriler de kabul görmüyor.
Hatırlanacaktır; 2008’deki kriz döneminde “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu” arka arkaya yaptığı eylemlerle önemli bir rol oynamıştı. Bu platformun bileşenleri de, bugünküyle üç aşağı-beş yukarı aynıydı. Böyle bir deneyimin üzerinden onu aşan bir model ve eylemler olması gerekirken, çok daha gerisinde bir seyir izleniyor. Ve adeta Amerika yeniden keşfediliyor! “Forumlar düzenleyelim”, “sosyal-medyayı kullanalım” “bildiri çıkaralım” vb… Bir de reformist partilerin krize karşı mücadeleyi de seçimlere bağlama çabasını, bir ibretlik vesikası olarak kaydetmek lazım. İflah olmaz bir parlamentarizm ile karşı karşıyayız.
Elbette mesele biçimlerde değil. Forum, bildiri, sosyal-medya vb. bunların hepsi kullanılabilir. Önemli olan, bu biçimlerin neyin parçası yapılacağı, nasıl kullanılacağıdır. “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye bir kampanya başlatılıyorsa, en başta ona uygun bir örgütlenmeye gidilmelidir. Keza basitten karmaşığa, küçükten büyüğe tüm biçimlerin devreye gireceği bir faaliyetler-eylemler bütünü olmalıdır. Böyle bir bakışaçısı ve hedeften yoksun “dostlar alış-verişte görsün” kabilinden eylemlerle, ne işçiye güven verilir, ne de burjuvaziye korku salınır…
Burjuvazinin saldırıları hız kesmiyor
Burjuvazinin bugüne kadarki pervasız saldırısında en önemli güvencesi, işçilerin örgütsüzlüğü, varolan sendikaların da bu halidir. Son aylarda hemen her işyerinde “küçülme” denilerek işçi atılıyor. Birçoğu haklarını alamadan, hatta biriken ücretlerini bile alamadan kapı dışına konuluyor. Yine birçok işyerinde işçilerin aylardır ücretlerini alamadığını biliyoruz. Patronların kimi günlerce, kimi haftalarca süren “ücretsiz tatil” ilan ediyor. Ya da “konkordato” ilan ederek, ödemediği ücretlerin üzerine yatmaya kalkıyor.
Bu da yetmiyor; “işsizlik fonu”ndan yararlanması gereken işsizlere türlü engeller getirilirken, kamu bankalarına bu fondan para akıtılıyor. Otomotiv, beyaz eşya gibi sektörlerin patronları zarar etmesin diye vergi indirimi yapılırken, asıl yükün işçi ve emekçiye bindiği “dolaylı vergiler” arttırılıyor. Dahası, açlık sınırının altında olan asgari ücretten hala vergi alınıyor.
Bunlar yetmiyormuş gibi, yeni saldırılara hazırlanıyorlar. AKP’nin uzun süredir gaspetmek istediği kıdem tazminatı yeniden gündemde. Kıdem tazminatı, yine “fon” kıskacı ile tırpanlanıp, burjuvaziye kaynak aktarılması planlanıyor. Kriz bahane edilerek, elde kalan ne varsa saldırıya geçiyorlar. Buna karşın kıdemin gaspını “genel grev nedeni” sayacağını açıklayan Türk-İş’ten hala ses çıkmıyor.
İşçi sınıfı kendi göbeğini kendisi kesecek
Krizin faturasının işçi sınıfına yüklendiği ve daha da yükleneceği ayan-beyan ortadadır. Hem varolan hakları korumak, hem de krizle birlikte iyice zorlaşan çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için, işçi sınıfı tabandan örgütlenmek zorundadır. Varolan sendikaların harekete geçirmenin yolu da buradan geçiyor. Devrimci ve öncü işçiler, ancak taban örgütlenmesiyle sendikaları zorlayabilir ve krizle birlikte artan saldırı salvosunu püskürtebilir.
2008 krizinin nispeten daha hafif atlatılmasında, işçilerin krizle birlikte direnişe geçmesi ve HSGP gibi platformların eylemleri etkili olmuştu.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, öğrenmesini bilenler için yeterince yol gösteriyor. İşçi sınıfı bir kez daha kendi göbeğini kendisi kesmekle karşı karşıya. Lenin dediği gibi “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.”