Emperyalist savaşın bugünkü durumu; Bize düşen görevler

arkasayfa-

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) merkez yayın organı İhtilalci Komünist’in Temmuz-Ağustos 2014 tarihli başyazısını güncel öneminden dolayı kısaltarak yayınlıyoruz.

 

Bu binyılın başında emperyalistler arası çelişkiler, savaş biçimini de alarak iyice keskinleşmişti. Özellikle Ortadoğu ve Kafkaslar, savaşın en şiddetli haliyle sürdüğü bölgeler oldu. 10 yılı aşkın süredir bu savaş devam ediyor. Emperyalist işgaller ve içteki işbirlikçi unsurların kışkırtmasıyla, birçok ülke savaşın içine çekildi ve gerici bir iç savaş biçimini alarak tüm bölge halklarını tehdit eder hale geldi. Bugün Libya, Suriye, Irak, Filistin, Ukrayna, bunun sonuçlarını en ağır biçimde yaşayan ülkeler durumunda.

Ortadoğu ve Kafkasların haritasının yeniden çizildiği bir aşamadayız. I. Emperyalist savaş döneminde yine büyük oranda emperyalistlerce çizilen Ortadoğu haritası, tam yüzyıl sonra bir kez daha değişiyor. Irak fiilen üçe bölünmüş durumda. Suriye’de Esad rejimi bir üstünlük kurduysa da, parçalanmışlık durumu devam ediyor. Diğer taraftan Ukrayna’nın Doğu eyaletleri tek tek koparak Rusya ile bütünleşmenin adımlarını atıyor…

ABD emperyalizminin başlattığı “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı”na, diğer emperyalistlerin kayıtsız kalması düşünülemezdi. Öyle de oldu, başta Rusya olmak üzere birçok emperyalist ülke, kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için harekete geçti. ABD’nin hemen her girişimine bir hamleyle karşılık verdiler ve çoğu kez ABD’nin planlarını işlemez hale getirdiler. Elbette bunda ezilen halkların emperyalist işgale karşı direnişi önemli bir rol oynadı.

Bu durum ABD’nin planlarını da değiştirmeye zorladı, zorluyor. Savaşın başından beri hedefe çaktığı İran’la baş edememenin zorluklarını yaşıyor. Irak ve Suriye’de hegemonyasını kurup, ardından İran’ı ele geçirme planı ters tepti. İran, bölgede daha da güçlendi. Irak’ı işgal ettiği halde, Irak’ın Şii hükümeti, İran’la ilişkilerini geliştirdi. Suriye, “İran savaşının provası” idi, ama Suriye’de yenildi. Şu dönem Suriye ikinci plana düştü, Irak yeniden öne çıktı. ABD’nin “Irak’ın bütünlüğünü koruma” politikası da çöktü. Şimdi onun yerini üç parçaya bölünmüş Irak aldı.

 

Emperyalizm siyasi gericiliktir

Her yeni durum, emperyalistlerin planlarını, ittifak güçlerini değiştiriyor. Dün “düşman” diyerek saldırdığı ile, bugün işbirliği yapabiliyor, ya da tam tersi olabiliyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin mutlak ve dondurulmuş politikaları, saflaşmaları yoktur, o anki çıkarları vardır ve ona göre hareket ederler. Bazen de kendilerinin yarattığı canavarlar, bir bumerang gibi kendilerine döner ve onunla savaşmak zorunda kalırlar. ABD’nin bizzat kendisinin yarattığı El Kaide ya da bugün IŞİD gibi gerici çetelere savaşmak durumunda kalması, bununla ilgilidir.

Bu tür değişkenlikler, şaşırtıcı olmamalıdır. Emperyalizmin karakteri ve emperyalist savaş olgusu bu tür gelişmelere açıktır. Fakat bu durum, onun temel özelliklerinde bir değişiklik olduğu anlamına gelmez. Aksine bu yönlerini çok daha net biçimde açığa çıkarır. Bunun bir yanı, dinci-gericilikle olan bağlarıdır; diğeri ise, işçi ve emekçilere, ezilen halklara olan düşmanlığıdır.

Bugün IŞİD gibi gerici çeteler, emperyalist savaşın hem “vurucu gücü” olarak ortalığa dehşet saçıyor; hem de bu savaşa din gibi kitleleri en fazla etkileyen bir ideolojik zemin sunuyor. Emperyalizmin siyasi gericilik olduğu, girdiği her yerde en gerici kesimlere dayandığı gerçeği, savaş ortamında olanca çıplaklığı ile kendini kusuyor. Afganistan ve Irak’la başlayıp Libya ve Suriye ile devam eden emperyalist işgaller ve içten kışkırtma çabaları, bu Ortaçağ’dan kalma çeteleri besleyip büyütüyor.

Bunlar sadece Ortadoğu’ya özgü bir gelişme değildir. Ve din adına yapılan bu vahşet, sadece İslam diniyle ilgili bir durum da değildir. Ukrayna’da da benzer çeteler ortaya çıkmıştır. Keza Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde, özellikle Bosna’da yaşananlar, bunlardan farklı değildir.

İslam, Hıristiyan, Yahudi, ya da başka bir din… Emperyalistler için önemli olan, yeni pazar alanları ve oralardan elde edecekleri karlardır. Bu amaç doğrultusunda her dini, her gerici kesimi kullanır. Onların girdiği her yerde bu çetelerin hortlaması, devasa bir güç haline gelmeleri rastlantı değildir. Savaş ortamı bunlara nesnel bir zemin sunmakta, emperyalistlerin desteğiyle hızla büyümekte ve kitlelere dehşet saçmaktadırlar.

Bu durum emperyalistlerin birçok bakımdan işine geliyor. Hem kendi çıkarları için savaşacak “gönüllüler ordusu” yaratmış oluyor ve bu sayede kendi askeri zayiatını en aza indiriyor, içteki kamuoyu tepkisini azaltıyor; hem de işgaline bir meşruiyet zemini yaratıyor, dünya halkları nezdinde yıkılan prestijini düzeltme şansı buluyor.

Mesela şu anda kitlelerin gözünde bir IŞİD militanı, bir ABD askerinden daha büyük bir tehdit ve dehşet unsurudur. Hatta ABD askerleri, IŞİD zulmünden kaçanlara yardım eli uzatan “kurtarıcı” pozisyonundadır. Irak’ta Ezidilerin Şengal Dağı’na kaçışı sonrası yaşanan manzaralar ortadadır. Bu sayede emperyalistler, kendilerini aklamakta, “işgalci” konumlarını ve bu çetelerin arkasında duran, onları büyüten asıl güç olduklarını, gözlerden saklayabilmektedir.

Emperyalizmin temel özellikleri ve emperyalist savaş olgusu iyi kavranmalıdır. Biçimde yaşanan değişiklikler ya da görüngüler, aldatıcı olmamalıdır.

Son dönemde öne çıkan IŞİD olgusu ile birlikte, dinci gericiliğin emperyalizme olan bağları, gözlerden kaçmaktadır. Burjuva liberaller ve reformistler, bunu bilinçli bir şekilde yapmaktadır. Sözde gerici çetelerin vahşetine karşıdırlar, fakat bunu emperyalistlerden kopuk ele alırlar. Hatta emperyalistlerin bu çetelere karşı olduklarını söylerler. ABD’nin yer yer El Kaide veya IŞİD’le çatışmasını da bunun kanıtı olarak sunarlar. Tüm dünyada en büyük vahşeti yapan ve en acımasız sömürüyü gerçekleştiren emperyalizmi, “modern dünya”, “Batı demokrasisi”, “çağdaşlık” vb. sıfatlarla taltif ederek aklarlar. Geniş kitlelerin emperyalizmin gerçek yüzünü görmesini engeller, çeşitli demagojilerle bunu perdelerler.

 

İdeolojik mücadele yaşamsaldır

Bu yönleriyle her tür burjuva görüşe karşı ideolojik mücadele yaşamsal önemdedir. 21. yüzyılda Ortaçağ karanlığını simgeleyen dinci gericilikteki bu yükselişin nedenleri kavranmadan, ona karşı doğru bir mücadele yürütülemez. Din ile egemen sınıflar arasındaki bağ, somut durumda yükselen dinci-gericilikle emperyalist savaş arasındaki ilişki görülmeden ve asıl hedefe emperyalizm çakılmadan, dinci gericilik geriletilemez. O yüzden ulusalcı-laik kesimlerin dine karşı mücadelesi, onu geriletmek bir yana, güçlendirmektedir.

Günümüz dünyasında hiçbir gelişme, emperyalizmden bağımsız ele alınamaz. Emperyalizme karşı mücadele edilmeden de, onun yarattığı türevlere karşı mücadele, doğru bir zeminde ve sonuç alıcı şekilde yürütülemez. Bu noktalarda çarpıtılan konuların üzerine cesaretle gidilmelidir. Devrimci hareketleri de içine çeken ideolojik bulanıklığa kesin darbeler vurmalı, ısrarla ML doğruları savunmalı ve her somut gelişmeyi bu doğrularla çözümleyip ortaya koyabilmeliyiz.

Ülkemizde emperyalizm denilince ABD anlaşılmaktadır mesela. II. Emperyalist savaştan bu yana ABD’nin dünya genelinde “süper güç” olması ve Türkiye’nin ABD’ye bağımlı bir ülke halini alması, bu algıyı besleyen en önemli nedendir. Böyle bir nesnelliğin yanı sıra, küçük-burjuva akımların ve kimi dinci yapıların, bir bütün olarak emperyalizmi değil, ABD’yi hedefe çakmaları da bunda büyük bir rol oynamıştır, oynamaktadır. Çin, Rusya, Japonya, Almanya, Fransa vb ülkeler, emperyalist değillermiş gibi davranılmakta, bir bütün olarak emperyalist sistem değil, onun içinde sadece ABD, düşman olarak görülmektedir. Bu durumda, ne emperyalistler arası çelişkiler ve emperyalist savaş anlaşılabilir; ne de bir bütün olarak emperyalizme karşı mücadele yürütülebilir. Zaten sözkonusu akımlar, çoğu kez emperyalistlerden birine sırtını dayarlar ve bunda bir mahsur da görmezler. Dolayısıyla her tür uzlaşmaya-işbirliğine açık hale gelirler.

Bir diğer yaygın yanlışlık, mücadelenin sadece emperyalist ülkelerle sınırlanması, onu vareden kapitalist üretim ilişkilerine yönelmemesidir. Oysa emperyalizm, Lenin’in deyimiyle “kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.” Ondan bağımsız ya da farklı-yeni bir sistem değildir. Kapitalizme ve onun yarattığı sonuçlara karşı mücadele etmeden, tek tek emperyalist ülkelere karşı mücadele, en iyimser ifade ile bataklığı kurutmadan sineklerle uğraşmaya benzer.

Ya da tersi, kapitalizme karşı mücadeleyi öne çıkartıp, emperyalizmi ve ona karşı mücadeleyi göz ardı edenler vardır. Bunlar, kapitalizmin ortaya çıkardığı işsizlik, sömürü biçimleri, pahalılık vb. ile ilgilidirler; fakat işin siyasal yönünü görmezden gelir, emperyalizmle bağlarını kurmazlar. Son derece keskin görünen ve kapitalizme karşı en amansız mücadeleyi yürüttüklerini iddia eden bu kesimler, gerçekte mücadeleyi kapitalizmin ekonomik tezahürleriyle sınırlayan, devletle (faşizmle) ve emperyalizmle mücadeleyi es geçenlerdir. İşçi ve emekçilere sadece ekonomik mücadele vermelerini vaaz eden ekonomistlerin günümüzdeki uzantılarıdır. Reformizmin bir biçimi olarak ekonomizm de, düzen-içi mücadeleye demir atar çünkü. Ekonomik mücadele, siyasi mücadele ile, yani doğrudan devleti hedefleyen biçimlerle birleşmez ve ona karşı yürütülmezse, devrim ve sosyalizmi hedefleyen bir iktidar mücadelesi olamaz.

Bu yaklaşımın bir başka versiyonu, sadece ülke içindeki işbirlikçilerle uğraşmak, onun bağlı olduğu emperyalist güçleri göz ardı etmektir. Bu kez karşımıza çıkan, hem ekonomik hem de siyasal darlaştırmadır. Bunu da en yaygın olarak ulusalcı hareketlerde görürüz. (…)

Kısacası emperyalizme karşı mücadele, tüm emperyalist güçleri ve işbirlikçilerini, ayrıca onu var eden kapitalist sistemi içine almalıdır. Bu bütünlükte ele alınmaz ise, devrim ve sosyalizm mücadelesi yürütülemez. Sadece düzen-içi ve kesitsel mücadele verilir. Kimi zaman bir emperyalist ülke öne çıkar, kimi zaman işbirlikçileri… Kimi zaman ekonomik mücadele ile sınırlı kalıp devlete dokunmaz, kimi zaman da siyasal mücadele ekonomiden kopartılarak, hükümet değişikliklerine, darbelere bel bağlanır.

Her ideolojik çarpıklığın, bu tür siyasal sonuçları vardır. Ya da her siyasal yanlışlığın arkasında ideolojik bir bulanıklık, çarpıklık sözkonusudur. Emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı mücadeleyi bu bütünlük içinde ele almalı, onun ideolojik kökleri kadar siyasal-taktiksel yansıyışlarını da görmeli ve sergilemeliyiz.

 

Savaşın ülkemize yansımaları

10 yılı aşkın süredir hemen yanıbaşımızda süren bir savaşın, iç politikaya yansımaması mümkün değildi. Hatta AKP’nin kurulması ve son 12 yıldır hükümette olması bile, ABD’nin Ortadoğu’ya dönük paylaşım savaşıyla doğrudan ilgiliydi. AKP, ABD’nin Irak işgali öncesinde bir “savaş hükümeti” olarak işbaşına getirildi. Her ne kadar yükselen toplumsal muhalefetin de etkisiyle ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçişine izin verilmediyse de (“tezkere”nin TBMM’den geçmemesi) ABD’ye her tür olanak sağlandı. Ve ABD, kendisine karşı duran kliklere, AKP eliyle operasyonlar yaptırarak büyük oranda tasfiye etti. (Ergenekon, Balyoz vb…)

Sadece Afganistan ve Irak işgaline sunulan yardım ve desteklerle de yetinilmedi. “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen Erdoğan, Libya’ya da asker göndermek zorunda kaldı. Son olarak Suriye’ye dönük saldırının ise başını çekti. Esad rejimine karşı savaşan çeteleri eğiten, besleyen, her tür araçla donatan ülkelerin başında yer aldı. Sınırlar kevgire döndü. Başta Antakya olmak üzere sınır bölgesi, radikal İslamcı grupların barınma, eğitilme, tedavi görme merkezi oldu.

Hal böyle olunca, savaşın etkileri giderek artan bir oranda ülkemizde hissedilmeye başlandı. Reyhanlı’ya yapılan saldırıda 100’den fazla kişi can verdi. Urfa-Ceylanpınar’a düşen mermilerle birçok kişi öldü, yaralandı. Resmi olarak 1,5 milyon denilen, gerçekte 2 milyonu aştığı bilinen Suriyeli mülteciler, Türkiye’nin dört bir yanına yayıldılar. Bunlar bir yandan AKP’nin oy kaynağı olarak kullanıldı ve kitle desteğini yitirmeye başlayan AKP’ye soluk borusu oldu. Bir yandan da ülke içinde çeşitli huzursuzluklara, olaylara yol açtı.

Önce Antakya’da, sonra Ankara ve Antep’te Suriyeli mültecilerle çatışmalar yaşandı. Bunun hem ekonomik, hem toplumsal-siyasal nedenleri bulunuyor. Son iki yıl içinde ülkeyi dolduran milyonlarca mülteci, “ucuz işgücü” olarak, zaten düşük olan ücretleri iyice düşürüyor. Ayrıca işsizliği de arttıran bir rol oynuyor. Buna karşı yükselen tepkiler, doğrudan mültecilere yöneliyor. Diğer yandan savaşın içinden gelen ve artık sorunlarını şiddete dayanarak çözmeye alışan bu kitle, Türkiye içinde de çıkan sorunlarına şiddetle karşılık veriyor. Kimi yerde patronunu, kimi yerde ev sahibini veya komşusunu öldürüyor, yaralıyor. Hatta toplu ulaşım araçlarının şoförlerine, lokanta sahiplerine, kendilerine “parasız hizmet” sunmadıkları için saldırabiliyorlar. Bir de Esad rejimini Alevilerle özdeşleştirip Alevilere karşı savaş açmaları, Antakya gibi Arap Alevilerinin bulunduğu bir yerde mezhepsel olarak da çatışmaya yol açıyor.

 

 

Mültecilere karşı artan tepkiyi

savaşa yöneltelim!

Emperyalistler ve işbirlikçileri açısından savaş, düşündüklerinden çok uzun sürdü. Esad rejimi güçlendi, ABD rota değişikliği yapmak zorunda kaldı; buna ayak uyduramayan AKP ile sorunlar çıktı ve AKP, milyonları aşan mültecileri besleme ve barındırmada iyice zorlandı. Kamplara sığmayan veya orada karnını doyuramayan mülteciler, İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropoller başta olmak üzere ülkenin dört bir yanına yayıldılar. Bu metropollerin en lüks semtlerinde dilenmeye başladılar. Şehrin parklarını, metruk yerlerini mesken eylediler. Ve bu durum, Suriyelilere karşı tepkileri, yer yer çatışmaları meydana getirdi. Son örneğini Antep’te yaşadığımız gibi il çapında günler süren eylemler gerçekleşti. Antakya’dan farklı olarak, buralarda Suriyeli mültecilere karşı eylemlerin başını, ırkçı-şoven kesimler çekiyor. Kitlelerin gerek ekonomik, gerekse toplumsal tepkilerini milliyetçi faşizan bir kanala akıtmaya çalışıyorlar.

Bu tür çatışmaların önümüzdeki günlerde artma olasılığı yüksektir. Elbette bütün bir şehir ya da bir bölge ayağa kalkmışken sessiz kalınamaz, bir kenara çekilip beklenemez. Böyle bir edilgenlik, kitlelerin tepkisinin yanlış yerlere kanalize edilmesine ve faşizmin kitle tabanını genişletmeye yarar sadece. O yüzden böylesi durumlarda ne yapmamız gerektiği önce kafamızda açık olmalıdır.

İlkin, yaşanan durumun asıl suçlusunun emperyalistler ve işbirlikçileri olduğunu bilmek ve anlatmak gerekir. Daha somut konuşursak, ABD ve AKP’yi hedefe çakmalı, kitle tepkisini onlara yöneltmeliyiz. Sınır kapılarını açan AKP, onları barındırmakla da yükümlüdür. Ona göre mülteci kampları düzenlemeli ve onlara insanca yaşayacak koşulları hazırlamalıdır.

Diğer yandan savaştan kaçan Suriyeli mülteciler ile, Suriye’de savaşan çeteleri aynı şekilde değerlendirmemek gerekir. Zaten çete elemanlarının büyük çoğunluğu, beslenip yeniden savaşa gönderilmektedir. Suriyeli zengin mülteciler, paraları sayesinde Türkiye’de ya da Avrupa’da daha rahat bir yaşam sürmektedirler. Şehirlerin etrafına saçılmış olan Suriyelilerin ise, ağırlığı çocuk ve kadın olan yoksullardır. Onlar, bir yandan fuhuşa, bir yandan da dilenciliğe mahkum edilmiştir. Esasında onlar da kendilerini bu duruma düşüren savaşa ve onun kışkırtıcılarına karşı mücadele etmelidir. Ancak ülkelerindeki savaştan kaçan bu yığınların, başka bir ülkede, o ülkenin devletine karşı savaşmaları pek mümkün olmaz. Onların tek güdüleri yaşamak, hayatta kalmaktır. O yüzden onları ABD ve AKP’ye karşı yönelterek mücadeleyi birlikte yükseltmek, kolay değildir.

Talebimiz, bu mültecilerin barınma ve beslenme sorunlarını devletin çözmesidir. Mültecilerin de bu talebi sahiplenmelerine çalışmaktır. Türkiye halkıyla değil, devletiyle karşı karşıya bırakmaktır. Kitlelerin mültecilere karşı tepkisini emperyalist savaşa karşı tepkiye dönüştürmek, savaşa karşı mücadeleyi büyütmektir.

 

Dinci gericiliğe karşı mücadele

Savaşın bir diğer yansıması ise, bizzat IŞİD militanlarının sağda-solda görünmesi, hatta İstanbul-Esenyurt’ta olduğu gibi Caferilerin camilerini bombalaması, Alevileri tehdit etmeleridir. Bunlara karşı tavrımız çok net olmalıdır. Çünkü bunlar yukarıda sözünü ettiğimiz tarzda savaşın gadrine uğramış bir halk değil, gerici çetelerdir ve bizzat saldırıyı başlatanlardır. O yüzden başta saldırıya uğrayan kesimler olmak üzere tüm halkı örgütlenmeye, silahlanmaya çağırmak, buna öncülük etmek gerekir. Kitlenin can güvenliğini korumak ve bu yönde güven vermek, öncelikli görevimizdir. Bunun için de bulundukları bölgeyi korumaya dönük “savunma birlikleri” oluşturmalarına önayak olmak gerekmektedir.

Örneğin Esenyurt’taki saldırıların ardından gençlerin bu yönde istekli olduğu, fakat yaşlıların izin vermediği söyleniyor. Bu doğaldır. Herhangi bir mezhebin önde gelenleri, dernek-federasyon başkanları, devletin çeşitli yöneticileriyle görüşmekte ve onlar tarafından uyarılmaktadır. Kimisi açıktan işbirliği halinde, kimisi ise korkudan ve çeşitli kaygılardan dolayı başta gençler olmak üzere kitleyi dizginlemekle görevlidir. Gençler ise, genel olarak daha ateşli, cüretkardır. Yaşlıların temkinliği onlardan uzaktır. Düzenin çarkları tarafından henüz öğütülmüş değillerdir. Dolayısıyla bu tür durumlarda ilk olarak gençlerin harekete geçmesi, eşyanın tabiatı gereğidir. Ve bizlerin gençler üzerindeki etkimiz arttıkça, onları frenleyen kişi ve kurumları aşmaları daha hızlı olacaktır. Diğer yandan susarak ve boyun eğerek bu saldırıları durduramayacağımız, tüm kitleye uygun biçimde anlatılmalıdır. Bunu yaşayarak gördüklerinde, bugün frenleyenlerin bir kısmı da bize hak verecek ve giderek daha geniş kesimler mücadeleye çekilecektir.

Mültecilerle veya çetelerle ilgili çıkan olaylara sessiz kalamayız. Hele ki bu olaylar, bizim faaliyet yürüttüğümüz bir bölgede veya alanda gerçekleşiyor ise, doğru bir şekilde müdahale etmek ve kitleyi yönlendirmek zorundayız. Israrla bunların emperyalist savaşın sonuçları olduğunu anlatmalı, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleye çağırmalıyız.

 

Kürt halkının yanında olmalıyız

Savaşın ortaya çıkardığı kötülüklerin yanı sıra olumlu gelişmeler de bulunmaktadır. Bunların başında Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da (Batı Kürdistan) Kürt halkının kendi özerk yönetimlerini kurması geliyor. (…)

Bu yazı kapsamında söyleyeceğimiz şey, emperyalist savaşın bugünkü aşamasında Rojava’nın önemine vurgu yapmak, Kürt halkının mücadelesinde yalnız olmadığını göstermektir.

Rojava, uzun bir süredir başta IŞİD olmak üzere radikal dinci örgütlerin saldırılarına karşı direniyor. IŞİD’in Irak’ta devletleşmesi ile birlikte daha büyük bir tehlikeye dönüşmesiyle, ona karşı mücadelenin önemi daha da arttı. Ve Rojava’daki direniş, uluslararası bir boyuta büründü. IŞİD’ten kaçan Ezidilerin kurtarılmasında önemli bir rol oynadılar. Peşmerge IŞİD karşısında gerilerken, PYD ve PKK daha dirençli bir duruş sergiledi. Ve Peşmerge ile işbirliğine giderek IŞİD saldırılarını püskürttü. Bu durum  ABD işbirlikçisi Barzani ve onun silahlı güçleriyle, PYD’nin (dolayısıyla PKK’nin) farkını bir kez daha ortaya koydu.

Bugün Rojava’da Kürt ulusal hareketi ve  orada yaşayan Kürtler, kendilerini varetme savaşı veriyorlar. Savaşın yarattığı olanaklardan yararlanarak elde ettikleri kazanımları kaybetmemek için tüm güçleriyle direniyorlar. Demokratik bir muhtevaya sahip bu yönetimi ve IŞİD’e karşı yükselttikleri mücadeleyi desteklemek gerektiği açıktır. Sürmekte olan gıda ve ilaç yardımından, dayanışma eylemlerine kadar çeşitli biçimlere biz de destek sunmalı, Rojava’daki direnişe duyarsız kalmamalıyız.

En büyük destek ise, hiç kuşkusuz kendi topraklarımızda genel olarak emperyalist savaşa ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltmektir. Bunun doğrudan sonuçları Rojava’ya da uzanacaktır. Mesela Mayıs 2013’te Reyhanlı’daki bombalı saldırının ardından, Türkiye’deki egemen sınıflar, Suriye’ye saldırmak için oldukça şiddetli bir basınç oluşturmaya başladılar, kitleleri bu konuda provoke etmek için her koldan uğraştılar. Ancak hem Antakya’da giderek güçlenen savaş karşıtı hareketin Reyhanlı sonrasında daha da büyümesi, hem de 31 Mayıs’ta patlak veren Haziran ayaklanması, Türkiye’nin savaşa girmesini durduran bir etki yarattı.

Türkiye’nin savaşa girmesi, asıl olarak Rojava’ya dönük bir tehdit anlamını taşıyordu ki, Türkiye halklarının mücadelesi, bu cephenin açılmasını durdurmuş oldu.

 

Savaşa ve krize karşı

mücadeleyi yükseltelim!

Ortadoğu’daki savaşın giderek çıkmaza girmesi, bu arada ekonomik krizin bütün şiddetiyle kendisini göstermekte oluşu, önümüzdeki dönemde savaşın etkilerinin yaygınlaşacağını göstermektedir. Egemen sınıflar krizden kurtulma yöntemi olarak da savaşı yükseltme-yaygınlaştırma çabasına gireceklerdir.

Egemen sınıfların, kendilerine karşı yükselmekte olan kitle tepkisinin rotasını değiştirmek için kullandıkları yöntemlerden birisi de, mültecileri öne sürerek tepkileri buraya yöneltmek, kitleleri birbirine kırdırarak savaşa girmenin koşullarını olgunlaştırmaktır. Bu koşullarda, yaşam hakkını savunmak, krizin faturasını ödememek ve savaşın korkunç vahşetinden kurtulmak için en önemli unsur, emperyalist savaşa ve krize karşı mücadeleyi yükseltmektir. Bu doğrultuda ajitasyon-propagandayı arttırmak, örgüt ve mücadele biçimlerini yaratarak bunları pratiğe dökmektir.

 

I. Kongremizden bu yana (Şubat 2002) yeni bir emperyalist savaşın başladığını söylüyor ve bunun ideolojik-siyasi temellerini ortaya koyuyoruz. Savaşın her aşamasını, yayın organlarımızda etraflıca ele alıyor, her somut gelişmeyi değerlendiriyoruz. Görüngülerin altında yatan gerçek nedenleri, bunun emperyalizmin karakteristik özellikleriyle olan bağlarını gösteriyoruz. Buralardan hareketle olası gelişmeleri sıralıyor, öngörülerde bulunuyoruz.

10 yılı aşkın süredir yaşananlar, bu tespitlerimizin doğruluğunu ortaya koydu. Bu konuda önemli bir birikime, örgütsel dökümana sahibiz. Konuyla ilgili çıkan kitaplarımız ve dergilerimizde yer alan yazılar, çok değerli bir hazinedir. Yoldaşlarımız bu hazineden yararlanmalı, bir eğitim konusu yapmalıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu konuda ciddi bir kafa karışıklığı, ideolojik-siyasal çarpıklık sözkonusudur. Kendimizi en başta ideolojik olarak donatmalıyız.

İkinci olarak, bu bilinçle karşımıza çıkan sorunları ele almalı ve pratik müdahalelerde bulunmalıyız. Bugün meydana gelen birçok sorunun arkasında, dolaylı veya dolaysız, bölgemizde süren emperyalist savaş bulunmaktadır. Kitlelere bu gerçeği göstermek ve savaşa karşı savaştırmak, ilk başta biz komünistlerin görevidir.

Üçüncü olarak, savaşa karşı yürüttüğümüz mücadeleyi, kitleleri örgütlenmenin ve kendi örgütlülüğümüzü geliştirmenin bir aracı haline getirmektir. (…) Ancak bu şekilde kitlelerin tepkisini ve isyanlarını, ML bir önderlikle yürütebilir, onu zaferle taçlandırabiliriz…

Bu bilinç ve sorumlulukla görevlerimize sarılalım, emperyalist savaşa ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltelim!

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …