Ünlü Sovyet şairi Mayakovski, “Parti” adlı şiirini “yazgımız kazanmaktır” diye bitiriyor. Bunu, eşit ve özgür günler için mücadele edenlere, bu uğurda ölümsüzleşenlere karşı bir borç addediyor. İşçi ve emekçilerin ağır yaşam koşullarına, çektikleri acılara artık son vermek gerektiğini haykırıyor dizeleriyle…
Bu sözler, 20. yüzyılın başında, Ekim Devrimi başta olmak üzere devrimlerden aldığı güçle söyleniyor kuşkusuz. Aradan geçen 100 yıllık sürede hak ve özgürlükler abakımından daha geriye gittiğimiz muhakkak. Ancak 21. yüzyılın başında da “büyük insanlığın” güzel günler için mücadelesi sürüyor. Belki daha geriden başlayarak, daha fazla zorlanarak, hatta “Amerika’yı yeniden keşfederek”, ama düştüğü yerden kalkmasını bilerek, yeniden hak ve özgürlükler için sokaklara çıkıyor, meydanları zaptediyor, barikatlarda çarpışıyor…
Latin Amerika’dan Kuzey Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçiler, ezilen halklar; böyle bir dünyada yaşamak istemediklerini eylemleriyle ortaya koyuyor. Bunun son halkasını “sarı yelekliler” oluşturdu. Sadece eylemleriyle değil, talepleriyle de kapitalist-emperyalist sistemi sorguluyor ve daha iyi bir dünyanın mümkün olabileceğini haykırıyorlar. Hükümetin geri adım atmasının ardından biteceği sanılırken, daha militan ve kitlesel biçimde eylemlerini sürdürüyor; “kırıntılarla bizi kandıramazsınız” diyorlar.
* * *
Fransa’da başlayan bu eylemlerin, kısa sürede Avrupa’ya yayılması ve halkların sempatisini kazanması boşuna değil! Hemen her yerde benzer sorunlar yaşanıyor çünkü. İşçi ve emekçiler daha çok çalıştıkları halde daha az kazanıyorlar. Çocuklarına daha iyi bir gelecek kurma hayalleri yıkılıyor. Giderek daha fazla mutsuz oluyorlar. Psikolojik hastalıklar ve intiharlar artıyor.
İnsan sağlığını kar alanı gören bir sistemden başka ne beklenebilir? İlaç satmak için hastalık mikrobu yayan; gıdalar üzerinde oynayarak insanın fizyolojisini bozan; şirketlere hasta garantili binlerce yataklı “şehir hastaneleri” kurduran bir sistemden bahsediyoruz. Yoksula ölümü reva gören, onun canı-kanı üzerinden ayakta duran bir sistemden…
Geçtiğimiz hafta Fransa’nın ünlü gazetesi Le Mond’da yayınlanan bir haber, kapitalist sistemin insanlık dışı çarpık yüzünü net biçimde ortaya serdi. Günümüz dünyasında 26 kişinin, dünyadaki zenginliğin yüzde 40’ına sahip olduğu ortaya çıktı. Bir başka ifadeyle 26 kişinin malvarlığı, yaklaşık üç buçuk milyar insanın zenginliğine eşitti. Dünya nüfusunun 8 milyar civarında olduğu düşünülürse, neredeyse yarısının mal varlığı, bir avuç zenginin elinde toplanmış durumda. Buna isyan etmemek mümkün mü?
Gelir eşitsizliğindeki uçurumun her geçen gün büyüdüğünü biliyoruz. Örneğin 1900’lerin başında o dönemin en zengini Rockfeller, 1 milyar dolar servete ulaşınca büyük bir olay olmuştu. Şimdi ise trilyon dolar sahipleri var. İki-üç kişinin serveti, Afrika kıtasının tamamına denk düşüyor. Yani servet giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanırken; yoksulluk ve açlık çeken insan sayısı devasa boyutlara ulaşıyor.
* * *
Dünya böyle de, Türkiye farklı mı?
Kapitalist-emperyalist sistemin içinde yeralan hiçbir ülke, yaşanan bu büyük yarılmanın dışında değil. Kriz dönemlerinde bu durum, çok daha net biçimde ortaya çıkıyor.
Örneğin Ocak ayının açlık sınırı, resmi rakamlara göre 2 bin TL’nin üzerinde. Geçen ay belirlenen asgari ücreti geçmiş durumda. Ki, 2 bin TL ile bir işçi en az 4 kişilik bir ailesini geçindirecek! Yaşadığımız ekonomik kriz, ağırlıklı olarak gıda krizi şekline bürünmüş durumda. Gıda fiyatlarındaki artış el yakıyor. Halk, gerçek anlamda açlıkla karşı karşıya…
Krizin yükü işçi ve emekçilere yıkılmış durumda. Bugün ülkemizde 16 milyon kişi işçi statüsünde çalışıyor. 3-4 milyon civarında memur bulunuyor. Yani ücret ya da maaşla çalışan yaklaşık 20 milyon insan var. Bunlara 10 milyon emekliyi ve sayıları her geçen gün artan 6 milyonu aşkın işsizi de eklediğimizde, yaklaşık 40 milyonu buluyor. 70 milyonluk ülkede, yarısından fazlasının açlık ile yoksulluk sınırı arasında yaşamaya çalıştığı rakamlarla ortada. Ki bunlara yardımla geçinen milyonlar dahil değil.
Asgari ücretin 2 bin 20 TL olduğu bu ülkede, 100 ile 150 bin arasında maaş alan bürokratlar, genel müdürler bulunuyor. Keza bir avuç patron, işçilerden elde ettiği azami karla rekorlar kırıyor. Kriz kimi patronları da etkiliyor kuşkusuz. Ancak bunlar daha çok küçük şirketler. Her kriz döneminde olduğu gibi, büyükler küçükleri yutuyor, servet giderek daha da küçülen bir azınlığın elinde toplanıyor.
Tabii devlet de patronların yanında. Kriz patlak verir vermez, özel sektörün borcunun yarısını ödeyeceğini duyurmuştu. Hazineden yani işçi-emekçilerin ödediği vergilerden patronlara para akıtılıyor. Keza üretime ara verilen işyerlerinde ücretlerin yüzde 60’ının “işsizlik fonu”ndan karşılanacağı açıklandı. Son aylarda birçok işlerinde “ücretsiz izin” uygulanıyor. Ve işçiler işsiz kalmamak adına bu haksızlığa boyuneğmek zorunda kalıyor.
* * *
Hükümet, krizin adını bile anmayarak, onu yoksaymaya çalışıyor fakat halk bunu günlük olarak yaşıyor. Daha kötüsü, krizin etkileri önümüzdeki aylarda kendisini çok daha fazla hissettirecek. IMF raporunda Türkiye, Arjantin’le birlikte anılıyor ve krizin en şiddetli yaşandığı ülke olarak geçiyor.
Ne kadar demagojiye başvururlarsa başvursunlar, gerçekler olanca çıplaklığı ile ortada. Yakında IMF’nin kapısını çalacakları, bunun için Mart seçimlerini bekledikleri daha sık duyulmaya başladı.
Seçimler, AKP için daha büyük saldırılara için bir araçtan ibaret. Bu konuda en büyük yardımcıları ise, muhalefet partileri. Bir kez daha demokrasicilik oyunu oynayıp daha büyük saldırıları başlatmanın zemini yapacaklar.
Tabii biz izin verirsek… “Sarı Yelekliler”in pankartlarından birinde, “sefalet eken öfke biçer” yazıyor. Bizdeki “rüzgar eken fırtına biçer” sözüne yakın bir deyimle…
Bir yanda servetin, diğer yanda sefaletin böylesine çarpıcı şekilde biriktiği koşullarda, öfkenin patlaması kadar doğal bir şey olamaz. Bütün zorluklara karşın, dünyada olduğu gibi ülkemizde de işçi ve emekçiler başlarını kaldıracak ve şairin dediği gibi; “geçti artık boyuneğme dönemi, yazgımız kazanmaktır” diyecekler.
Bir kez daha Fransa’dan yükselen ses, dalga dalga yayılacak ve insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik mücadelesi zaferle sonuçlanacak…