Başbakan Erdoğan, son olarak kürtaj ve sezaryan doğuma karşı olduğunu ilan ederek, kadınlarla ilgili bugüne dek sarf ettiği sözlerin uç noktalarına gelip dayandı. Daha önce de “kadınla erkeği eşit görmediğini” söylemiş, her vesileyle kadını aşağılayan sözler sarf etmişti. Bu, onun gerici ideolojisinin doğal bir sonucuydu aslında. Her ne kadar Erdoğan’a, liberaller ve reformistler tarafından “demokrat-değişimci” sıfatları verilmişse de, onun en çok da kadın sorununa yaklaşımı, gerici-faşist özünü ele veriyordu.
Erdoğan’ın kadını sadece “anne” olarak yüceltmesi, “cennet, annelerin ayaklarının altındadır” sözünden hareketle, annesinin ayağının altını öptüğünü söylemesi ve kadınlara sıkça “üç çocuk doğurun” talimatı vermesi, faşizmin kadına bakışının bir kez daha dile gelmesiydi. Şimdi buna, kürtaj ve sezaryan doğum da eklendi ki, bu faşizmin ortaçağ döneminden devraldığı, engizisyon mahkemelerinin kararlarının, dinin yasakçı anlayışının günümüz Türkiyesi’ne taşınmasıdır. Zaten faşizm de, ortaçağ döneminden kalma uygulamaları 20. yüzyıla taşıyan bir ideolojidir.
Erdoğan’ın kadınlar hakkında her sözü ve AKP hükümeti döneminde kadınlarla ilgili çıkartılan yasaları, faşizmin kadına bakışıyla birebir örtüşmektedir. AKP’nin son dönemi ise, diğer alanlarda olduğu gibi, bu konuda da en pervasız olduğu, kimliğini en açık haliyle ortaya koyduğu dönemdir. Hatırlanacaktır, daha önce “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın adı, son hükümet döneminde “Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” olmuştur. Kadın sözcüğü bile ortadan kaldırılmış, sadece anne ve aile kavramları içine sokularak boğulmuştur.
AKP’nin kadına bakışını ve bunun faşizmle olan çakışmasını daha iyi görebilmek için, 20. yüzyılın başlarında İtalya, Almanya, İspanya gibi ülkelerdeki faşist partilerin kadınlara dönük propagandalarına ve işbaşına geldikleri andan itibaren yaptıklarına bakmak, yeterli olacaktır. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin, İspanya’da Franco’nun, hatta diğer emperyalist ülkelerdeki faşist liderlerin kadınlar hakkındaki sözleri ve uygulamalarıyla Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin sözleri ve uygulamaları arasındaki benzerlik, hepsinin aynı ideolojik gıdadan beslendiğinin en açık göstergesidir.
Faşizmin kadınları kazanma yöntemleri
Faşizm, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ortaya çıkan bir devlet biçimidir. Ama sadece emperyalizme özgü değildir. O, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın bir ürünüdür. I. Emperyalist savaş sırasında 1917 Ekim devrimi ile sarsılan burjuvazinin, proleter devrimlerin yayılmasını önlemek ve içine düştüğü krizden çıkabilmek için başvurduğu yöntemlerden biridir.
Dimitrov’un ünlü tanımıyla “finans kapitalin en gerici, en şoven, en bağnaz kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğüdür.” Dolayısıyla kapitalizmden bağımsız değildir, aksine onun en çıplak haliyle ortaya çıktığı durumdur. Fakat kendisine bir kitle tabanı yaratmak için, sınıflarüstü görünmeye, hatta emperyalist-kapitalist sisteme karşıymış gibi durmaya ihtiyacı vardır. Kitleleri buna inandırmak için de her tür yalan ve demagojiye başvurur. Bunun önemli bir parçasını, kadınlara dönük demagoji oluşturur. Kadına düşman bir rejim olduğu halde, sözde kadını yücelterek onu kendine bağlamaya ve bu devasa gücü arkasına almaya büyük bir önem vermiştir.
“Siyasette kadınların desteğini kazanmak gerekir, erkekler onları kendi başlarına izleyeceklerdir” demiştir Hitler. Tüm faşist ideologlar, kadınları kazanmak için hünerlerini ortaya dökmüş, sözde onları yücelten bir dil kullanmışlar, törenler düzenlemişlerdir. Gerçekte ise kadınlar, Naziler’e göre, “öteki ırk”tır, tıpkı Yahudiler gibi. Alman “ari ırkı”nın kan saflığını korumakla yükümlü “döl yolu”dur.
Keza Mussolini, iktidara gelmeden önce, o dönem kadın hareketinin en önemli talebi olan “kadınlara oy hakkı”nı bile savunmuştur. Fakat sonrasında sadece yerel seçimlerde kadınların oy kullanması gerçekleşmiş, genel seçimlerde oy kullandırılmamıştır. Ayrıca seçilme hakları da yoktur. Daha da önemlisi, oy kullanmak için “okur-yazarlık, belli bir servet sahibi olma, savaşta oğlunu ya da kocasını yitirme” gibi kurallar getirilmiştir ki, bu oran, o sırada İtalya’da 12 milyon olan kadın sayısı içinde, sadece 1 milyonu bulmaktadır.
İktidara geldikten sonra Mussolini, kadınlara oy hakkının ikincil bir sorun olduğunu söyleyecek, eski Roma İmparatorluğu’nu örnek göstererek, kadınların o zamanlarda da “toplumun yazgısının yönetiminde belirleyici bir rol oynadıklarını”, Roma’nın “güzelliğin, gücün, zekanın, insan cömertliğinin hiyerarşisine saygı gösterdiğini” söyleyecektir. Ardından sadece ayrıcalıklı kadınlara değil, erkeklere de oy hakkını ortadan kaldıracak, sandık, yalnızca “evet ya da hayır” oylarının kullanıldığı referandumlarda kurulacaktır.
Bütün bunlara rağmen faşist liderler kadınların gözlerini bağlamayı, hatta onları büyüleyerek kendilerine tapınmalarını sağlamayı başarmıştır. Faşist birliklerde kadınları örgütlemişler, faşist kadınlar coplu saldırı taburlarında bile yer almıştır. Burjuva ve küçük-burjuva kadınlar, özellikle de savaş sırasında eşini, oğlunu yitirmiş “madalyalı kadınlar”, sokaklarda gösteriler yaparak, komünist ve devrimcilerin üzerine saldırmıştır.
Faşizm “kadını kovan-anneyi yücelten” bir rejimdir
Faşist rejimler, insanlık adına en utanç verici dönemleri boyunca, iktidara gelirken ve iktidarda kaldıkları sürelerde, çevrelerinde kadınları seferber etmişler, onların analıklarını yücelterek iktidara bağlanmalarını sağlamışlardır.
Gerek Mussolini, gerekse Hitler, I. Emperyalist savaşta eşini, çocuğunu yitirmiş acılı, yaslı kadınlar ordusunu kazanacak argümanları kullandılar. Kadınlar, savaşta ölenlerin veya sakat dönenlerin eşleri ve anneleriydiler. Bu özellikleri öne çıkardılar.
Çocukları ya da eşleri savaşta ölen kadınlar, gerçekte savaş karşıtı mücadelenin en önemli unsurları haline gelebilirler. Savaşta kaybettiklerine karşı duydukları acı, onları en kararlı savaş karşıtlarına dönüştürür. Oysa faşizm, onların bu acısını ve kaybını, onların ‘onuru’ olarak göstermeyi başardı. Sistem tarafından ‘kadın’ olarak değersizleştirilmelerine rağmen, ‘acılı anne’ ya da ‘dul eş’ olarak yüceltildiler. Faşizm, kadınları en çok bu argümanlarla kendisine yedekleyebildi.
Mussolini, eski Romalı kadınları örnek gösterdi. Çocukları, en değerli varlıkları olan, kendilerini çocukları ve eşleriyle vareden, onlar için ölüm dahil her tür fedakarlığı göze alan kadınları… Kadınlara şöyle sesleniyordu: “Faşistler sizden tek bir şey istemektedir: Tapınılası yurdumuza, tanrısal İtalya’ya alçakgönüllülük içinde, bağlılık içinde yorulmadan hizmet etmek…” Faşizm, kadınları “yurt”ları için özveriye çağırıyor, onlardan “gönüllü bir vazgeçiş” istiyordu. İşlerinden, isteklerinden, hatta çocuklarından bile vazgeçiş…
Ne yazık ki, faşizmin bu demagojileri, kadınların çoğunluğunda yankı buldu. İkinci emperyalist savaş sırasında Almanya’da, İtalya’da kadınlar, ellerindeki-avuçlarındaki her şeyi, hatta nikah yüzüklerini bile faşist devlete verdiler. İtalya’da kadınların yalnız başkentte 250 bin alyans verdikleri saptandı.
Faşizmde anne imgesiyle, ulus imgesi birleşmiştir. Hitler’in ünlü Propaganda Bakanı Goebbels, nasyonal-sosyalist halk takviminin “on buyruk”una başlık olarak şöyle yazmış: “Yurt sana can veren anadır, hiç unutma bunu.” 1933’te Anneler Günü kutlamasıyla ilgili olarak da şunları söylüyor: “Anneler Günü kavramı, Alman düşüncesini en iyi simgeleyen bir varlığa, Alman anasına saygı anlamını taşır. Yalnız yeni Almanya’da kadın ve ana bu rolü üstleniyor. Aile yaşamının bekçisi, halkımızı doruklara götürmeye yetenekli güçlerin fidanlığıdır o. Alman ulusu düşüncesini taşıyan tek varlık odur, Alman anasıdır. Ana demek, sonsuza dek Alman ulusunun olmak demektir.” (Faşizmin Analizi, sf:153)
Keza İtalya’da da faşizm, kadınlar için bir “kamu topluluğu statüsü” yaratarak, kadının devlete ait olduğunu onaylar. Onların üçlemesi de “ana/aile/ulus”tur.
Emperyalist-kapitalist sistem, aileyi çözdüğü halde “kutsal aile”den dem vurmaktan vazgeçmez. Bunun en açık halini faşizmde görürüz. Faşizm, devletin temeli olarak aileyi; ailenin temeli olarak da kadını gösterir ve bu üçlüyü birbirine yedirerek yüceltir. Diğer tüm gerici ideolojiler gibi, kadını anne olarak ele alır, anneyi de ulusla özdeşleştirir. Öyle ki, Almanya’da “ari ırkın” sürdürülmesi ve saf haliyle kalması için, seçilmiş kadınlarla savaşta başarı kazanmış Nazi subayları, “insan haraları” kurularak birleştirilmiş ve kadınlar “Alman ulusuna yaraşır nesiller yetiştirmek” için, buna gönüllü olmuşlardır.
Marks şöyle der: “İlk işbölümü, kadın ve erkeğin çoğalmak için yaptığı işbölümüdür… Modern ailenin içinde tohum halinde yalnız kölelik değil, serflik de vardır. Bu ailede, daha sonra toplumda ve devlette büyük ölçüde gelişen bütün çelişkilerin minyatür halde bulunduğunu görürüz.”
Bu yönüyle faşizm, sınıf baskısının yanı sıra kadınlar üzerindeki cinsel baskının da en yoğun yaşandığı bir rejimdir.
Faşizmin kadınlara talimatı: “Çok çocuk doğurun!”
Almanya ve İtalya, yeni bir emperyalist savaşa hazırlanıyordu. Savaş için de çok çocuğa ihtiyaçları vardı. Bunu onlara kadınlar sağlayabilirdi. O yüzden kadınlara bir “inek” gözüyle baktılar, doğurgan annelere övgüler dizdiler. Bu mecazi bir benzetme de değildir. Örneğin faşist Mussolini, kadınlarla konuşmalarında hep hayvanlardan örnek vermiş, gerçekten de kadınlara kümes hayvanıymış gibi yaklaşmıştır.
Hitler’in “programım” dediği, Alman faşistlerinin 1932 seçim bildirgesinde ise, “kadının ve erkeğin insan soyunu sürdürme görevi, birlikte çalışmadan daha önemlidir” deniyor. Devamında şunlar söyleniyor: “Bizim en büyük çabamız, ömür boyunca birbirine bağlı iki eşe bir aile kurmada kolaylık sağlamak olacaktır… organik bir evrimin uzak amacının ailenin oluşumu olduğu gerçeğini hiçbir zaman ve hiçbir şekilde gözden uzak tutmamamız gerekir.”
Hitler, yoksulları az çocuk yapmakla suçluyor, emekçi kadınların fabrikaya gitmek yerine, çocukların annesi olarak evde oturması gerektiğini söylüyordu. İki yıl sonra ise, “nüfus savaşı”nda ilk “zaferi” kazandığını ilan etti. 1933’te evlenme sayısı 630 bin iken, ‘34’te 740 bini bulmuştu. Doğum oranı da iki katına çıkmıştı.
Hitler’le yarışan Mussolini de, “sayı güç demektir, çocuk yapınız” diye buyurmuştu kadınlara. O da “dört çocuk” istiyordu. Mussolini’nin de “balkon konuşmaları” ünlüdür. Yine o konuşmalarının birinde, “beşikleri boş duran halklar imparatorluk kuramazlar, kursalar bile kısa süre içinde yok olup giderler” diyordu. Ve çok çocuk doğuran insanların daha sağlıklı olacağını vaaz ediyordu. Dev kadın toplantıları düzenletip, oralarda konuşmalar yapıyor, İtalya’nın en fazla çocuklu çiftlerini Venedik Sarayı’nda kabul ediyor, çok çocuklu annelere törenle altın madalya takıyordu.
Fransa’da ikinci emperyalist savaş sırasında iktidara gelen Petain de kadınların az doğurduğundan yakınmakta, Fransız kadınlarından “en az üç çocuk” istemektedir. Petain de tıpkı Hitler Almanyası’nda olduğu gibi “Anneler Günü” kutlamalarını başlatmış, bu günde düzenlenen törenlere tüm annelerin katılması zorunluluğunu getirmişti. Fransa’da boşanmayı zorlaştıran kanunlar çıkarıldığı gibi, 7 Mart 1942’de çıkarılan bir yasa ile “çocuk düşürmek” “Fransız halkına zarar verecek eylem” kapsamına alınarak, çocuk düşürenler ve buna ortak olanlar hakkında ölüm cezası öngörülmüştü. Hatta çocuk düşürmeye kalkmış bir kadının giyotine gönderildiği söylenir.
İşte 20. yüzyılın ortalarında Fransa, Almanya, İtalya gibi sözde “uygarlığın timsali” emperyalist ülkelerde, faşist yönetimler altında kadının düşürüldüğü durum buydu.
Faşizm kadını eve hapseden bir rejimdir
“Modern karı-koca ailesi, gizli ya da açık biçimde, kadının ev köleliği üstüne kurulmuştur; modern toplum da bütünüyle karı-koca ailelerinden meydana gelen bir kitledir; o aileler onun molekülleridir” demişti Engels. Faşizm bunu bas bas bağırıyordu. O, erkek egemen sistemin kendini en açık haliyle ortaya koyduğu rejimdi. İşte bu yüzden de kadını, “erkeklerin en erkeği” tarafından yönetilen bir rejime doğru sürüklüyordu.
Erkeklerin en erkeği de Duçe’ydi, Führer’di… Öyle ki, faşist liderler kendilerini, ulusun tüm kadınlarının sahibi gibi görüyorlardı. Hitler’e evlenip evlenmeyeceği sorulduğunda, “Ben evli değil miyim zaten? Benim karım Almanya’dır” demişti. (Anne de Almanya’ydı ya, onlara göre!)
Almanya’da 30 Haziran 1933 tarihli bir kararname ile devlet, evli bütün kadınları işten çıkarmak için ilk girişimi başlattı. “Her şey genç kızların görevi olan anne olmak görevine bağlı olacaktır” denilerek, kızların liselere girişlerine, karma okullara karşı kararmameler çıkarıldı, genç kızları iyi ev kadınları olarak yetiştirecek, ev ekonomisi dersleri verecek, özel okullar kurulmaya başladı. Yanı sıra kalabalık aileye ödeneklerin arttırılması ve onlara çeşitli ödüllerin verilmesiyle, kadının eve bağlanması ve çok çocuk yapması teşvik edildi.
Nazi ideologlarından Frick, bu durumu şöyle açıklıyor: “Anne kendini bütünüyle çocuklara ve aileye adamalıdır. Kadın da erkeğe. Bekar genç kıza gelince, o da sadece kadınlığına yaraşan uygun bir mesleğe kendini hazırlamalıdır.”
1929 bunalımının yarattığı kronik ve yoğun işsizlik, kadınların eve kapatılmasında en büyük yardımcıları oldu. Faşizm, işsizliğin nedenini de kadınmış gibi göstererek, ilkin çalışan kadınları işten attı.
İtalya’da 1927 yılında çıkarılan bir kararname ile faşist sendikalarca kadınların ücretleri, aynı işkolunda çalışan erkek işçilerin ücretlerinin yarısına indirildi. Aynı yıl kız öğrencilere liselerde edebiyat ve felsefe derslerinin okutulması yasaklandı. Bir yıl sonra (1928) kız öğrencilere orta öğrenim ve üniversitede iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirildi. 1938’de kadınların kamu görevlerindeki kadro toplamının ancak yüzde 10’u doldurabileceği belirtildi. 1942 yılında yürürlüğe giren “Rocco yasası” denilen medeni yasa ile kadın-erkek arasındaki eşitsizlik “onur suçu” kavramıyla ağırlaştırıldı. Bu yasanın 587. maddesi, “babaya, kocaya ya da erkek kardeşe, onurlarını korumaları gerektiğinde bir öfke halinde kızı, karıyı ya da kızkardeşi öldürme hakkı” verilmekteydi.
Yani faşizm, bir yandan demagoji, ekonomik yardım ve ödüllerle, diğer yandan çıkardığı yasalarla kadını eve kapatmakla kalmıyor; onun bedeni üzerinde kurduğu tahakkümü, yaşamına son verecek raddeye vardırıyordu. Faşist İtalya’daki “onur suçu”, bizdeki kadın cinayetlerinin “namus-töre” diyerek normal görülmesi ve mahkemelerin “hafifletici unsur” sebebi sayarak en az cezayı vermesi, arasında bir fark var mıdır? Zaten TC kurulduktan sonra, başta “medeni kanun” olmak üzere birçok yasanın faşist İtalya’dan alındığı bilinmektedir.
Ve kadın cinayetlerinin AKP döneminde böylesi yükselmesi, onun kadına bakıştaki gerici-faşizan yaklaşımıyla doğrudan bağlantıdır. Çünkü faşizmin kadını eve hapsetme ve onu sadece bir “döl yatağı” olarak görme ve bu yönde belli bir başarı da sağlamalarında, dinin rolü belirleyicidir. Hitler ve Mussolini’nin imdadına her zaman Kilise yetişmiştir. Dinci gericilik, her zaman kadının yerinin evi ve kocasının yanı olduğunu vaaz etmiştir.
Hristiyanlığın merkezi sayılan Vatikan’ın 8 Ocak 1956 tarihindeki genelgesi, Erdoğan’ın sözleriyle tıpa tıp benzemektedir. Vatikan, “ağrısız doğum” hakkında çıkardığı genelge ile, sadece kürtaja karşı olmakla kalmamış, kadınların doğum biçimini de belirlemeye kalkışmıştır. Papa XII Pie, ebelere verdiği söylevde şunları söylüyor: “Anneyi derin bir hipnoz durumuna getirdikten sonra ortaya çıkacak ağrıyı önlemek için, o ağrıları azaltmaya çalışan kadın-doğum uzmanı, bu yöntemin annede çocuğa karşı sevgi yönünden bir kayıtsızlığa yol açtığını görmüştür.” Papa, İncil’de yazıldığı gibi “kadının büyük ağrılar içinde doğum yapmaları” gerektiğini bildirmiştir.
Kadınlar da, faşizmin kitle tabanı oldular
Kadını bu denli aşağılayan, doğumdan ölümüne her şeyine müdahale eden bir rejim, nasıl oldu da kadınların desteğini alabildi? Ve halen nasıl oluyor da alabiliyor?
Marks, Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında, barikatlarda yiğitçe çarpışan işçi-emekçi kadınları anlattığı gibi, Komün yenilgiye uğradıktan sonra burjuva kadınların düşmanca tavırlarını da ortaya koymaktadır. “İlk Parisli tutuklular konvoyu, Versailles’a getirildiği zaman, insanı çileden çıkaran canavarca işleme tabu tutuldu. O sırada Ernest Picard elleri ceplerinde alay ederek onların çevresinde dolanmakta, Madam Thiers ve Madam Favre de nedimelerinin ortasından balkonlardan Versailles güruhunun bu alçakça işlerini alkışlamaktaydılar.” “Fahişeler, kendi koruyucularının, ailenin, dinin, her şeyin ötesinde de, mülkiyetin bekçileri olan francisileurlerin yanında yer almışlardı.”(aktaran Maria A. Maccıocchı, Faşizmin Analizi, Payel Yayınları, sf 113)
1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da faşizmin yükselişi ve iktidara gelişinde, sadece burjuva kadınların değil, küçük-burjuva kadınların da rolü vardır. Keza ‘70’li yıllarda Şili’de “sosyalist” başkan Allende’yi çökertmek için kadınların ön planda kullanıldığı görülmüştür. Küçük ve orta burjuva kadınlar “tencere gösterileriyle” sokağa inmişler ve Allende’ye karşı yapılan faşist darbede önemli rol oynamışlardır.
Faşizm, kadının bin yıllardır erkeğe bağımlı hale getiren tutucu yanlarına seslenmektedir. Bunda hiç kuşkusuz en büyük yardımcısı, tek tanrılı dinlerdir. Fakat bu tablo, kadını “tanrısallaştıran” onu her tür kötülüğe karşı iyiliğin, güzelliğin sembolü olarak gösteren yaklaşımların, tarihsel gerçekler karşısında hiçbir hükmü olmadığını da göstermektedir.
Feministlerin iddia ettikleri gibi, sınıfsal konumlarından bağımsız, bir cins olarak kadınlar, hiçbir konuda blok davranmazlar. Orta ve küçük burjuva kesimler, nasıl faşizmin kitle tabanı olmuşlarsa, bu kesimlerin kadınları da aynı tutumun sahibidirler. Farklı olması, eşyanın tabiatına aykırıdır zaten.
Şurası kesindir ki, tarihte hiçbir önemli gerici hareket, kadınların desteği olmaksızın iktidardaki durumunu sürdürememiştir. Elbette hiçbir diktatörlük de kadınların mücadelesi olmaksızın yıkılmamıştır. Faşizme kafa tutanlar arasında ilk başta, siyasal ve sendikal örgütlerde toplanmış işçi ve emekçi kadınlar vardır. O yüzden aralarından birçoğu faşistler tarafından öldürülmüştür.
Diğer yandan faşist partiler, toplumu en küçük birimine kadar (kız ve erkek çocuklarını bile) faşist örgütler içinde toplarken, hiçbir zaman işçi kadın örgütleri kurmamıştır. “İşçi kadın” sözcüğü bile faşizmi ürkütmektedir. Çünkü faşizm, kadının çalışmasına karşı çıkmakta, onu yeniden evin kölesi haline getirmek için her yolu denemektedir. Elbette bunu tam olarak başaramaz. Çünkü faşizm, burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine dayanır ve bu sınıflar, azami karı elde edebilmek için, her zaman düşük ücretli el emeğine ihtiyaç duyarlar. Faşizm kadın işçilerin ücretini yarı yarıya düşürdüğü durumda bile, hepsi evine dönmemiştir. 1940’lı yıllarda ilk grevler ve faşizme karşı mücadele de, bu kadınlar ordusuyla başlayacaktır.
Ve tabi faşizme karşı mücadelenin başında her zaman komünist ve antifaşist kadınlar olmuştur. On binlerce kadın direniş hareketlerine katılmış, işkence görmüş, zindanlara atılmış, kurşuna dizilmiştir. Liberal burjuvaziye yaslanan feminist kadınlar ise, faşizmin ilk tamtamlarını duydukları anda ortadan kaybolmuştur.
Kısacası; dünyada yaşanmış ve yaşanan birçok olumsuz gelişmede kadınların da payı vardır. Onlar, tüm bu gelişmelerden kopuk, pür-ü pak ve her durumda direnişin sembolü değillerdir. Çünkü kadınlar da yaşadıkları toplumun bir parçasıdır. Hem de en duyarlı parçası…
Dolayısıyla toplumsal-siyasal gelişmelerde, yenilgiler ve yengilerde kendi sınıfsal konumları ve bilinç düzeyleri oranında belirleyici olmaktadır.
* * *
Eleanor Marks, 1887’de bir yazısında, “erkekler için de kadınlar için de cinsel baskının ardından her zaman felaket olayların geldiği gerçeğini kavrama zamanıdır” demişti. Son yıllarda kadına yönelik artan baskıların, cinayetlerin, kadını aşağılayan argüman ve yasaların artması, yüzyılı aşkın süre önce yapılan bu kehaneti doğrulamaktadır. Kadının aşağılanması ile faşizmin ve savaşın tüm şiddeti ile toplumların üzerine çökmesi arasındaki bağ, hem tarihsel hem de güncel bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır çünkü.