Tarımdaki kriz, ekonomik krizin en vahşi, en katmerli, kitleler için en acı yüzünü oluşturur. Sanayideki kriz, bir yıkım anlamına gelirken, bu durum tarım krizi ile birleştiğinde, yaşam koşulları çok daha korkunç bir düzeye düşer, vahşi bir açlık ortaya çıkar. Ve bu krizi atlatmak daha zor, bedeli çok daha ağır olur. Zaten tarım krizini atlatmak, genel ekonomik krizi atlatmaktan çok daha zorlu ve sancılı bir yoldur.
Stalin, ’29 krizini değerlendirdiği bir konuşmasında, tarım krizinin, sanayi üretiminde meydana gelen bir krizden çok daha sarsıcı, çok daha etkili, çok daha uzun erimli olduğunu; tarım krizi ile sanayi krizinin içiçe geçerek birlikte ortaya çıktıklarında ise, emperyalist sistem için çok daha sarsıcı sonuçlar yaratacağını söylemişti.
Gıda fiyatlarında Temmuz ayından bu güne yaşanan artış, çok ciddi bir gıda krizi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ve bu gıda krizinin temelinde, AKP hükümetinin yıllardır sistemli biçimde uyguladığı tarım politikaları bulunuyor. Ancak Erdoğan ve hükümet, manipülasyonlar yaparak, üreticileri ve gıda toptancılarını “terörist” ilan ederek, gıda fiyatları hakkında konuşmayı adeta yasaklayarak sorunu yok saymaya çalışıyorlar.
Gıda “terörizmine” karşı mücadele(!)
Önce soğan üreticilerini “terörist” ilan ettiler. Soğan depolarını basıp, soğanları “gözaltına” alarak fiyatları düşürebileceklerini zannettiler. Soğan üreticilerinin, pazarın doğası gereği soğanın kış boyu depolandığını anlatma çabası bir işe yaramadı. Sonunda soğan ithal etmeye başladılar. Yine de fiyatları indiremediler.
Ardından fiyatı 10 liraya tırmanan patlıcan ve domates için kıyameti kopardılar. “Yaz sebzesini yazın yerseniz, fiyatlar bu kadar da yükselmez” dediler. Oysa aynı günlerde ıspanağın kilosu da 10 liraya dayanmıştı. Keza kış sebzelerinin fiyatları da yükselmeye devam etti.
Artan gıda fiyatlarına AKP tabanı da tepki göstermeye başladığında, bu defa askeri harcamaları öne sürdüler. “Bir merminin fiyatı nedir? Benim Mehmet’imin giyinip kuşanmasının bedeli nedir?” sözleri, bir kova buzlu su gibi döküldü kitlelerin kafasından aşağıya. Öyle ya, kitleler açlıktan ölebilir, ama devletin askeri harcamaları da, savaşı da bitmez! Suriye topraklarını işgal edebilmek için bu devlet, yüzlerce Mehmet’i gönderebilir, tonlarca mermi harcayabilir, milyarlarca para akıtabilir; kitlelerin sofrasına koyacak ekmeğinin olup olmaması önemli değildir!
Ardından sebze-meyve halcilerini “terörist” ilan ettiler. “Devlet nasıl Gabar’da, Cudi’de, Tendürek’te teröristlerle mücadele edip işlerini bitirdiyse, sebze halinde terör estirenlerin de işini bitiririz” dediler. Ordu Cudi dağlarında gezer gibi, sebze haline de askeri birlik gönderecek, mağaraları bombalar gibi, hal ofislerini ele geçirecek ve gıda fiyatları düşecekti!
FETÖ ile mücadele eder gibi sebze toptancılarının “inlerine gireceklerini” söylediler; “George, Hans bizi vurmak istiyor” diyerek gıda zamlarının nedeninin “kökü dışarıda” olduğunu ilan ettiler.
Elbette, bunların hiçbiri kar etmedi. Fiyatlar yükselmeye, gıdaya erişim zorlaşmaya, açlık tehlikesi yayılmaya devam etti. Son çare, tanzim satış çadırlarını kurdular.
Seçim yatırımı olarak tanzim satış
Tanzim satışlar, AKP’nin 17 yıl boyunca özelleştirme için öne sürdüğü argümanların tek kalemde çürütülmesi gibiydi. 2005’te Erdoğan, “Devlet artık tüccarlık yapmayacak” diyordu. Üretim ve satışın devletin işi olmadığını ileri sürerek, kitlelerin ucuz ve kaliteli ürünlere eriştiği son derece önemli kamu kuruluşları satılmıştı. İzmir’den başlayarak tüm ülkeye yayılan etkili bir tanzim satış sembolü olan “Tansaş”ın satılması da bunlardan biriydi.
Ancak gıda krizi öyle boyutlara ulaşmıştı ki, tüm söylediklerini unutturarak, “devlete manavlık yaptırma”yı göze aldılar. Patates, soğanla başlayıp, domates, biber, maydanoz derken, bakliyata da el attılar. Belediye çalışanları, zabıtalar tezgah başında pazarcılık görevini üstlendi; yetmedi PTT çalışanları da “manav çırağı” oldu, evlere sebze taşımaya başladı.
Elbette tanzim çadırlarındaki asıl sorun, devletin bu işe el atmış olması değil. Asıl sorun, uygulanan yöntemin çiftçi başta olmak üzere, pazarcısından hal esnafına kadar, sektörün tümüne ağır darbe vuruyor olmasıdır.
Birincisi, devlet bu işi, kamu kaynaklarına yaslanarak yürütmektedir. Mersin halinden aldığı ve nakliye ile beraber kilosu 4,5 liraya malolan salatalığı, İstanbul’da 4 liraya satmaktadır. Diğer ürünlerde de benzer biçimde, maliyetinden daha düşük bir satış fiyatı sözkonusudur. Ve bu satışlar, devlete günlük 200 bin lira ek gider oluşturmaktadır. Sonrasında parası bizim sırtımıza yüklenecek olan bir miktardır bu.
İkincisi, devlet sıradan bir esnafın tüm giderlerinden muaf biçimde satış yapmaktadır. Kira, dükkan harcamaları, işgaliye parası, vergi, işçi çalıştırma parası gibi giderleri yoktur. Pazarcı ve küçük marketlerin-manavların, bu koşullarla rekabet edebilmesi mümkün değildir. Tanzim çadırları, bu kesimin ciddi bir darbe almasına, en küçüklerin iflas etmesine, yok olmasına neden olacaktır.
Üçüncüsü, büyük zincir marketler bu yarışın gerisinde kalmamak için, üretici üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Devletin satış fiyatlarına ulaşmak isteyen zincir marketler, bu maliyet yükünü üreticinin üzerine yıkmakta, daha düşük fiyattan mal alabilmek için tekel gücünü kullanmaktadır. Maliyetin çok altında bir fiyata ürün satmaya zorlanan üretici, bu yükün altında ezilir. Bu koşullarda üreticinin yıkımı kaçınılmazdır.
Dördüncüsü, tanzim çadırlarında satılan ürünler, sektörün en düşük, en kalitesiz, en güvensiz ürünleridir. Esnafın “çıkma” dediği ve satış standartının altında olan çürük soğanlar, içi kararmış patatesler dayatılmaktadır yoksul sofralarına. Keza GDO’lu pirinçler, ithal çöpler doldurmaktadır tanzim poşetlerini. Ya da Rusya’nın gümrükten geri çevirdiği domatesler…
Ne yazık ki, en basit kış sebzesinin bile 5 liranın üzerinde olduğu koşullarda, 2 liradan kilolarca patates alıp günler boyunca bununla beslenen evler hiç de az sayıda değildir.
Tabi ki bütün bunlar seçime kadar. Devlet kamu bütçesinden harcayarak, yoksula seçim rüşveti veriyor. Tıpkı bedavaya makarna kolisi, kömür torbası dağıttığı gibi. Peki seçimden sonrası?… Tufan!
Önce üreticinin sorunlarını
çözmek gerekir
Tanzim çadırları ile tüketiciyi kısa vadede rahatlatan palyatif bir çözüm bulmuş oldu AKP. Oysa asıl rahatlatılması gereken kesim üreticidir. Üretim maliyetleri düşmediği koşulda, tüketiciye bulunan “çözüm” de hem kısa süreli olur, hem de acısı daha fazla çıkar. Doğru tarım-gıda politikası, üretim maliyetlerini düşürmek ve üretmeye teşvik etmektir.
Tarımsal üretim maliyetlerini etkileyen kalemler şöyle sıralanır: Tohum, gübre, mazot, elektrik ve ulaştırma-nakliye. Son yıllarda, hükümetin aldığı kimisi siyasi, kimisi ekonomik kararlar, üretim girdilerinin fiyatlarının aşırı yükselmesine ya da “erişilemez” hale gelmesine neden oldu.
En başta tohum ve gübrede ithalata bağımlılık, dolardaki yükseliş nedeniyle maliyeti artıran bir unsur oldu. Elbette yerli tohum ve gübre kullanılmaması, bu alanın emperyalist tekellere terkedilmesi, hükümetin kararıydı. Üstelik tohum ve gübrede sadece dolardaki artış değil, dünyanın en yüksek vergilerinin ödeniyor olması da maliyeti daha fazla artırdı.
Buna dünyanın en yüksek mazot fiyatı ve mazot vergisinin ülkemizde olduğunu da eklemek gerekiyor.
Keza otoyol ücretlerinin zamlanması, büyük köprülerden geçiş ücretlerinin fahiş düzeylerde olması gibi unsurlar da nakliye ücretlerini şişiriyor.
İkincisi, üretim alanları sistemli biçimde düşürüldü. Birçok bölgede ekilebilir tarımsal arazilere, rantı daha yüksek olduğu için konut inşaatları, TOKİ binaları, AVM’ler yapıldı.
İthalatçı tekellerin çıkarları doğrultusunda düzenlenen “kota” uygulaması da tarımsal üretimi sistemli biçimde düşüren bir unsur oldu. Ülkemizde ekimi yapılan bir ürünün, aynı zamanda ithalatı da yapılıyorsa (pirinç, tütün vb), devlet üreticiye ekim kotası getirdi. Belli miktarın üzerindeki ürünü almayacağını baştan ilan etti; yani ithalatı artırabilmek için ekimi azalttı.
Hatta bir çok üründe “ekmeme parası” adı altında üreticiye ödeme yapıldı. Üreticinin havadan aldığı bu para, üreterek kazanacağı paraya denk olduğu için, daha fazla işine geldi. Böylece önemli düzeyde üretici tarımdan düştü, arazileri boşta kaldı ya da inşaata ayrıldı.
Başta kota koymasa bile, hasat zamanında devletin geç alım yapması, geç fiyat açıklaması gibi unsurlar, üreticinin özel sektörün fiyat ve alım tarifelerine mahkum olmasını getirdi. Yetmedi, hasat zamanında gümrük vergilerini azaltarak ithalatın önünü açtı.
Bütün bunlarla çiftçi zarar etti, devlete güvensizleşti, üretimi azalttı. Ya da geleneksel üretimlerin dışına çıkmaya başladı. Mesela Malatya’da yüzlerce kayısı ağacı kesildi, yerine nar ağacı ekildi. Adana’nın pamuk tarlaları söküldü, yerine ayçiçeği ya da mısır ekildi. Amasya elması Amasya’da yetişmez oldu, Niğde’ye taşındı. Bu değişiklikler toplamda üretime de, üretim alanlarına da zarar verdi.
Üçüncüsü, üreticiye dönük destekleme politikaları azaltıldı. Sonuçta giderek daha zor koşullarda üretim yapmak zorunda kalan üretici, banka kredilerine mahkum edildi. Yüksek banka faizlerini ödeyemez duruma geldiğinde üretici iflasları yaygınlaştı.
ABD ve AB ülkelerinde tarım destekleri giderek artırılıp, tarım üreticisi koruma altına alınırken, bu ülkelerin tarım tekelleri, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde tarım desteklerinin kaldırılmasını dayattılar. Emperyalist ülkelerin Cargill, Monsanto gibi dev tarım tekellerinin, Türkiye gibi bağımlı ülke tarımlarını kontrol altına alması için atılmış bir adımdı. Desteksiz kalan tarım üreticisi, bir yanıyla sözkonusu tekellerin tohum-gübre-ilaç ithalatına karşı korumasız kaldı; diğer yanıyla, en güçlü tarım ülkelerinde bile emperyalist tekellerin tarım ürünleri ithalatı dizginsizce artırılırdı.
Tarımın yokedilmesi
emperyalizmin dayatmasıdır
1980’lerden buyana ABD ve AB emperyalistleri Türkiye’deki tarımı yoketmek ve tarımda kendilerine bağımlı hale getirmek için sistemli bir politika izlediler. İMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’deki hükümetlere dayattığı “reçete”nin üç temel başlığı vardı: Tarıma yapılan destekleri azaltın; tarımsal kredi faizlerini yükseltin; destekleme alımı yapan kuruluşları özelleştirin! Ve ‘80’lerden bu yana ülkede, tarımı yok edecek tüm yasalar, bu reçetelere bağlı olarak çıkartıldı.
Mesela Özal döneminde KİT’lerin özelleştirilmesi furyası başladığında, Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Gıda Kalite Kontrol Genel Müdürlüğü, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü gibi son derece önemli kurumları özelleştirdi. Bu kurumlar, kitlelerin güvenli gıdaya ulaşmasında belirleyici rol oynuyorlardı. Ardından ÇAY-KUR’un, TEKEL’in tekelliğini kaldırdı, çay, tütün ve üzüm üreticileri için özel sektörün vahşi kurallarının önü açıldı.
‘90’ların başından itibaren YEMSAN (Yem Sanayi), SEK, EBK özelleştirildi. Satın alan özel şirketler bir taraftan yem fiyatlarını artırırken, diğer taraftan süt fiyatlarını düşürdüler. Hayvancılık ilk darbelerini burada almaya başladı.
‘90’ların sonlarında Cargill Türkiye’ye mısır şurubu ithal etmeye başlamıştı. Aynı tarihlerde Şeker Yasası çıkartıldı. Bu yasa ile, pancar ekimi azaltıldı, pancar alım fiyatları düşürüldü. Şeker pancarı üretiminin azalması hem pancar üreticilerini yoksullaştırdı, hem şeker fabrikalarında çalışan işçilerin azalmasına neden oldu, hem de pancar küspesini kullanan hayvan üreticilerinin gelir kaybına uğramasına neden oldu.
Aynı dönemde çıkartılan Tütün Yasası ile, tütün üretiminde destekleme alımları kaldırıldı, tütün üreticileri özel sektörle sözleşmeli üretime geçmek zorunda kaldı. 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 255 bine geriledi.
Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’ne ilişkin çıkartılan yasa ile, kooperatif fabrikalarının özelleştirilmesinin, arsalarının satılmasının, işçi çıkartılmasının önü açıldı. Üreticilerin birliklerle bağları kopartıldı. Fiskobirlik, Tariş gibi kooperatifler, bundan en çok etkilenenler oldu.
AKP hükümeti dönemi, özelleştirmede tam gaz giderken, tarımdaki yıkım da büyük bir hız kazandı. En başta Tohumculuk Yasası çıkartılarak üreticilerin kendi aralarında ve pazarda tohum alıp satması engellendi; devlet tohum üretimini bıraktı; tohumun ticaret ve denetimi özel şirketlerin eline geçti. Giderek tohum ihtiyaçlarını karşılamak için tek adres tohum şirketleri oldu. Şirket ile üretici arasındaki anlaşmazlıklarda bile, devlet değil tohum şirketleri yetkili kılındı.
Ardından Üretici Birlikleri yasası çıkartıldı. Bununla birlik üyelerinin kolektif üretim yapması; ürettikleri ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurması; birliklerin tarım girdilerini (ilaç, gübre vb) toptan alıp üreticilere dağıtması; aracıların ortadan kaldırılarak üreticinin doğrudan pazara erişmesi; birlik gelirlerinden üyelerine pay dağıtılması engellendi.
Yine aynı süreçte çıkartılan Lisanslı Depoculuk Yasası, üreticilerin durumunu daha da kötüye götürdü. Üreticiyi piyasa karşısında korumasız bırakan, üstelik ürünün depoda kaldığı süre için kira ödemek gereken bir yasa oldu bu da.
Bunların yanısıra, Organik Tarım Yasası ile organik tarım sertifikası verme yetkisini yabancı özel şirketlere devretmiş; Tarım Sigortası Yasası ile sigorta şirketlerinin karını garanti altına almış; Tarım Kanunu ile üreticilere Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 1’inin altında destekleme yapılmayacağını (bu tür “asgari” belirlemeler, gerçekte “azami” olarak uygulanır) kararlaştırmış; Ziraat Odaları Kanunu çıkartarak hükümet üreticiler aleyhine yasalar çıkartırken Ziraat Odaları’nın sessiz kalmasını sağlamış; Toprak Koruma Kanunu çıkartarak birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz fabrika kuran Cargill’e af getirmiştir.
Bunlar öne çıkan örneklerdir. Bunların dışında, GDO’lu üretimi ülke genelinde yaygınlaştıran, terminatör tohumlarla tarımda sürekliliği kesintiye uğratan, yoğun ilaç kullanımını zorunlu kılarak hem ürüne hem de toprağa zarar veren, fabrikaları kapattıran, üreticinin ürününün elinde kalmasına neden olan sayısız yasa, karar, yönetmelik çıkartılmıştır.
Alınan bütün kararlar, çıkartılan bütün yasalar, ABD ve AB emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda, İMF ve Dünya Bankası’nın reçetelerinin yönlendirmesiyle alınan kararlardır. Amaç, tarımda kendine yeterli ülkelerin, tohumda, ilaçta, gübrede emperyalist tarım tekellerine bağımlı hale gelmesidir. Dahası yerli üretimin tamamen durması, emperyalist tekellerin sınırsız ithalatına bütün kapıların açılmasıdır. Bugün geldiğimiz nokta, 20 yılı aşkın süredir, sistemli biçimde uygulanan yıkım politikalarının sonucudur.
Tarım alanları azaldı,
üretim düştü
Uygulanan tüm bu politikalar sonuç verdi. Ülkemizde tarımsal üretim (hayvancılık da tarımsal üretim kapsamındadır) günden güne azaldı. 2001 yılından 2018’e kadar, ülke nüfusu yüzde 27 artarken, tarım arazileri yüzde 14 küçüldü. Sebze bahçelerindeki küçülme ise yüzde 15 oldu. Mesela patates üretimi yüzde 4, buğday üretimi yüzde 13, sivri biber üretimi yüzde 18 azaldı.
Son bir yılın verileri ise daha ürkütücü. 2018 yılında baklagil üretimi yüzde 6, tahıl üretimi yüzde 5, sebze üretimi yüzde 3 gerilemiş. Ortalama böyle iken, bazı gıda ürünlerinin üretime adeta çakılmış: mesela çarliston biberde yüzde 26, fındıkta yüzde 24, mercimekte yüzde 23, kayısıda yüzde 24, zeytinde yüzde 29, fındıkta yüzde 24, kuru soğanda yüzde 9, domateste yüzde 5, buğdayda yüzde 7 üretim azalması sözkonusu. Türkiye’nin dünyada en önemli üretici ve ihracatçı olduğu fındık, kayısı, zeytin gibi gıda ürünleri bile çarpıcı biçimde azalmış durumda.
Azalan gıda üretimi ithalatla takviye edilmeye çalışıldı. 20 yıl öncesine kadar tarımda kendine yeterli bir ülke konumundayken, bugün fındık, fıstık, kayısı ve şeftali hariç tüm kalemlerde ithalat yapılır oldu. Bazı gıda ürünleri ise, tümüyle ithalata bağımlı hale geldi.
2010-2017 döneminde, sebze ithalatı yüzde 66, meyve ithalatı ise yüzde 81 arttı. Bu dönemde dolardaki artış, ithal meyve-sebzenin fiyatını da artırdı. 2010 yılında dolar 1,50 iken, bugün dolar 5,30 civarında.
Tarım alanlarındaki azalma, tarım üreticilerinin azaldığını da gösteriyor aslında. Son on yılda, Türkiye’deki üretici sayısı yüzde 38 azaldı. Özellikle son 8 yılda ciddi bir düşüş sözkonusu. 2008’de 1 milyon 127 bin olan çiftçi sayısı, 2018’de 697 bine kadar düştü. Düşüşün özellikle 2011’den sonra hız kazandığı görülüyor.
Tarım sektöründe istihdam edilenlerin sayısı da bu süreçte hızla azaldı. TÜİK verilerine göre 2002’de, tarımdaki istihdam 7 milyon 458 bin kişiyken, 2018 Şubat ayı itibariyle, 4 milyon 983 bin kişiye geriledi. Yani son 16 yılda, 2,5 milyona yakın insan, tarım istihdamından düştü.
Sonuç yerine
Bugün AKP, bir seçim yatırımı olarak tanzim çadırlarını devreye soktu. Sebzede yıllık enflasyonun yüzde 94,7’ye ulaştığı koşullarda, yaşanan gıda krizinin etkilerini seçim sonrasına ertelemeyi hedefliyor. Topu topu birkaç hafta, üstelik de son derece sınırlı alanlarda, çürük meyve-sebze, GDO’lu bakliyat satarak, açlık tehlikesini seçim sonrasına atmaya çalışıyor.
Oysa devletin bu biçimde pazarcılığa soyunması, sorunu çözmek bir yana daha da derinleştiriyor. Bu tanzim çadırlarının faturası, pazarcı esnafı, küçük marketler ve çiftçilere çıkacak, önemli bir kısmı iflasla karşı karşıya kalacaktır. Yani hem gıda krizi, hem de tarımdaki yıkım, seçim sonrasında daha da derinleşmiş olarak önümüze gelecektir.
Dahası AKP hükümeti, Yeni Hal Yasası’nı çıkartarak, tarım üretimine bir darbe daha vurmayı hedefliyor. Bu yasa ile, ülke genelinde meyve-sebze toptancı halinin sayısı 175’ten 30’a düşürülecek ve işletmesi belediyelerden alınıp TOBB koordinasyonunda özel sektöre verilecek. İşletmesinin özel sektöre verilmesi, doğrudan fiyatların artması ve kalitenin düşmesi, böylece gıda güvenliğinin kötüleşmesi anlamına geliyor elbette. Sayının düşürülmesi ise, sebze-meyve satıcılarının buna ulaşmasını zorlaştırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Market ve pazarcıların, daha uzun mesafelerdeki hallere giderken harcadığı zaman da benzin parası da artacak, bu da satacakları ürüne yansıyacaktır.
TC tarihinin toplam özelleştirmelerinin yüzde 88’ini tek başına gerçekleştirmiş olan AKP hükümetinin, gıda krizine de, tarım üretimine de çare bulması ihtimali yoktur. Gıda üretimini kendine yeterli bir şekilde gerçekleştirmeyen bir ülkenin de, hayatta kalma şansı yoktur. Ekmekten samana kadar temel ihtiyaç maddelerinin tümünde ithalat yapılan bir ülkede, kitlelerin açlık tehlikesi her geçen gün artacaktır.
Emperyalist tarım politikalarıyla ve tarım üzerinden oluşturulan rantla mücadele etmeden, bu durumu değiştirmek mümkün değildir. Palyatif çözümlerin günü kurtarmaya ve gözboyamaya dönük olduğu, köklü çözümlere yönelmeyen her girişimin durumu daha vahim noktalara götürdüğü somut bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Esasında emperyalist-kapitalist sistem varolduğu sürece ne krizler ne de onun bir parçası olan tarım krizi biter. Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde bunun sonuçları çok daha ağır yaşanır. Bu yönüyle krize karşı mücadele, bu sisteme karşı mücadeleden kopuk ele alınamaz.