İşsizliğin ebesi olan kapitalizm, ilk uç verdiği 17. yüzyıl başlarında işsizliği “suç” sayıyordu. Patronlar işçiden yoksun kalmamalıydı. Çıkarları, yüksek maliyetten kaçmak için el emeğinin çoğalmasından yanaydı çünkü. işçiler zorunlu çalışmaya mahkum edildi, emeğini sunmak zorunda bırakıldı. Bu ihtiyacı karşılayacak yasalar çıkardılar. O yıllarda Fransa’da çıkan bir yasa şöyleydi: “İşsiz güçsüz kimseler, serseriler ve yaşamlarını kazanmak için en ufak bir çaba göstermeyenler… önlerine çıkanı yağmalamak, soymak amacıyla kırlara ya da kentlere gidenler… üç gün içinde yargı işlemleri bitirilip kırbaç ve sürgün cezasına çarptırılır, mallarına el konur.”
Bir yüzyıl sonra yasalar tersten işleyecektir. işçilerin “çalışma hakkı” gasp edilecek ve buna karşı her direniş kanla bastırılacaktır.
Oysa işçiyi o güne kadarki tüm yoksullardan ayırt eden özelliği çalışma tutkusudur. İşçi fabrika ile birlikte patronların nasıl mülkiyet sahibi olduğunu görmüştür. O yüzden çalışmaksızın edinilen mülkiyeti “hırsızlık” sayar. Toplumun özgür bir düzen içinde örgütlenmesinin ancak çalışma ilkesi ile ger-çekleşebileceğini fark eder. Onun için de emeğinin tam karşılığını ister.
Fakat kapitalizm, Sanayi Devrimi’yle birlikte insanın en doğal hakkı olan çalışma hakkını elinden almıştır. Sanki Fransız Devrimi öncesinde isteklerini dile getiren onlar değildir: “Çalışma yeteneği, insanın en önde gelen haklarından biridir. Bu hak onun mülkiyetidir… Mülkiyetlerin birincisi, en kutsalı, en vazgeçilmezidir çalışmak…”
El aletlerinden makineye, imalathaneden fabrikaya geçiş, her yeni teknolojik gelişme, her dalgalanma, çok sayıda işçinin üretim dışına atılması ile sonuçlandı. Geri kalanların ücretlerinde azalma demekti bu.
Makinenin ucuz işgücü olarak kadın ve çocukları büyük oranda üretime çekmesiyle birlikte erkek işçiler, özellikle kalifiye erkek işçiler, üretimin dışına atıldı. Kapitalizm geliştikçe, artan kırdan kente göç de, işsizliği tırmandıran bir başka etken oldu.
Kapitalist, azami kar elde etmek için yarattığı işsizliği, yine daha fazla kar için kullanmaya başladı. Ücretlerin düşürülmesi ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasında, elindeki “işsizler ordusu” kozu önemli bir rol oynadı.
“İşini ve yaşama olanağını kaybetmek korkusuyla yapılan çalışma, hayatın kendisi kadar güvensiz. Çünkü her an ölebiliriz, ya da her zaman daha ucuz bir emekçi yerimizi alabilir…”
“Proletarya işte budur”, diyordu bir yazar daha 1845 yılında, “korku içinde çalışma!”
“Emeğin yedek ordusu” olan işsizler, 1900’lü yıllardan itibaren hızla çoğalmaya başladı. İşçi sınıfının o güne dek ücretlerin arttırılması talebine, işgününün kısaltılması için verdiği mücadele de eklendi. O yıllarda yapılan grevlerin yüzde 10’unun amacı, atılan işçilerin yeniden işe alınmasıydı.
İşsizliği önlemek için verdikleri mücadelede işçiler önemli başarılar da elde ettiler. 1887’de Paris’te işsizlere iş bulma işlevini de gören “Çalışma Borsaları” kuruldu. Devlet ve yasama meclisi ilgilenmediği için belediyelerin el attığı bu kurumlar kısa sürede diğer illere de yayıldı. Keza, “işsizlik sigortası” görevini de üstlenen “Ulusal Atölyeler” buna örnekti.
Fakat tüm haklar, kısa sürede gasp edildi. Bunların yeniden kazanılması proletaryanın dinmek bilmez direnişleri, grevleri, isyanlarıyla gerçekleşti. Yüzyıllardır süren bu kavga, çekilen onca acı ve şehitlerin kanıyla yazıldı.
1831 yılında kavgayı yükselten Lyon işçilerinin bayraklarına yazdıkları şiar izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Kavga aynı kavga, şiar aynı şiar…
“Ya çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!”