Bu yıl 1 Mayıs’a yerel seçimlerin ardından giriyoruz. Uzun yıllardır ilk kez AKP’nin büyükşehirlerde kaybetmesi, kitlelerin yeniden umutlanmasına yol açtı. “Ne yapsak da bu AKP gitmez” duygusu, yerini “başarabiliriz”e bıraktı. Kitlelerin kendi gücüne güvenmesi bakımından, bu duygu elbette çok önemlidir.
Görünürde bu bir seçim başarısıdır. Fakat gerçekte kitlelerin yıllardır verdiği mücadelenin bir sonucudur. Haziran Ayaklanması gibi Türkiye tarihinin en büyük halk hareketi, Seka, Tekel, metal gibi büyük işçi direnişleri, fiili grevler ve sayısız eylemler üzerinden bu sonuca ulaşılmıştır.
Son birkaç yıldır artan baskı ve terör, krizle birlikte fırlayan gıda ürünleri, devasa bir hal alan işsizlik, hayatı çekilmez hale getirmiş ve bunun yarattığı öfkeyi büyütmüştür. 31 Mart seçimleri, AKP-MHP blokuna karşı halkın biriken öfkesinin sandığa taşmış halidir.
Seçim öncesi ve sonrasında yapılan onca anti-demokratik uygulamaya, hile ve manipülasyona rağmen bu sonucun elde edilmesi, esasında yenilginin gösterilenden çok daha büyük olduğunun kanıtıdır. Bu gerçeği, en başta egemen sınıflar çok iyi biliyor. Ve AKP-MHP yöneticilerini bu doğrultuda uyarıyorlar. Erdoğan ve Bahçeli’nin seçim sonuçlarını olabildiğince “sakin” karşılamaları; çetelerini bu kez sokağa salmamaları, sonuçları önceden bildiklerini ve “büyük yerler”den uyarıldıklarını gösteriyor.
Kitle desteğini yitiren hiçbir yönetim, işbaşında kalamaz. Sözkonusu liderlerin ihtirasları ne olursa olsun, bu gerçeği değiştiremezler. En başta sırtlarını dayadıkları emperyalistler ve işbirlikçileri onları terk eder. Öncesi bir yana, yakın tarihimiz, bunun örnekleriyle doludur.
Elbette bu “son”u kolayca kabullenmeyecekler, ömürlerini uzatmaya çalışacaklardır. Nitekim AKP de bunu yapıyor. Ciddi bir seçim yenilgisi almasına rağmen yalan ve demagojiyle, çeşitli atraksiyonlarla durumu tersine çevirmeye çalışıyor. İstanbul, Ankara gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerini kaybettikleri halde, kazandıkları il ve ilçe sayısıyla ve yine “birinci parti” olmakla övünüyor mesala. Ya da daha 4 yıl “iktidarda” olduklarını söyleyerek, tabanlarını teskin etmeye, morallerini yükseltmeye çalışıyor. Dahası, kaybettikleri yerlerde oyların yeniden sayılmasını istiyorlar; bazı yerlerde ilçe seçim kurullarını basmaya kalkıyorlar vb…
Ama nafile… 31 Mart seçimleri, AKP için sonun başlangıcıdır. Eğik düzleme girmişlerdir bir kez. Bu başaşağı gidişi durdurmaları mümkün değildir. Parçalanma, birbirine düşme, küçülme dönemi başlamıştır artık…
KRİZİN FATURASINI ÖDEMEMEK İÇİN…
Seçimlerde AKP-MHP faşist gerici blokun yenilmiş olması kuşkusuz önemlidir. Ancak ne devletin yapısı değişmiştir, ne de kriz ortadan kalkmıştır. İşçi ve emekçiler açısından yoğun sömürü ve baskı devam etmektedir. Keza burjuvazi krizin faturasını yine halka ödetmeye çalışacaktır. Bunu durduracak tek güç; başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerin mücadele gücüdür.
Bu yanıyla 1 Mayıs, daha fazla önem kazanıyor. 1 Mayıs’a hazırlık süreci ve 1 Mayıs günü ortaya konulacak eylemler, önümüzdeki dönemin nasıl şekilleneceğini gösterecek.
1 Mayıs, her zaman egemenler ile halkın, burjuvazi ile işçi sınıfının karşı karşıya geldiği bir gün olmuştur. Uzlaşmaz sınıflar arasındaki kapışmanın en somut haliyle ve en net biçimde kendini ortaya koyduğu, güçlerini sınadıkları bir gündür. Bu yıl da böyle olacaktır. Ekonomik krizin giderek tırmandığı bir dönemde, bu karşı karşıya gelişin çok daha sert ve şiddetli olması muhtemeldir.
En başta sürekli artan işsizlik, patlama dinamiklerini büyütüyor. Hemen her gün üç-beş kişi işten atılıyor. Resmi olarak 4 milyon gösterilse de, gerçekte 7 milyon civarında işsiz var. Bir işe girmek için onbinlerce kişinin başvuru yapması, saatlerce kuyrukta beklemesi, izdihamlar yaşanması, bunun en açık kanıtı.
Bunların arasında gençler çok önemli bir yer tutuyor. Her 4 gençten biri işsiz durumda. Özellikle üniversite mezunlarında bu oran çok yüksek. Ekonomik zorluklardan dolayı 5 yıl içinde 1 milyondan fazla öğrenci, kaydını dondurmuş ya da okuldan ayrılmış durumda. Okuyabilenler ise kapağı yurtdışına atmaya çalışıyor. “Beyin göçü” en fazla üniversite mezunlarında görülüyor. Sadece “beyin göçü” de değil, işsiz kalan gençler, akıl sağlıklarını yitiriyor, intihar ediyorlar…
Bu sistemin gençlere vereceği hiçbir şeyinin olmadığı, özellikle kriz dönemlerinde çok açık biçimde görülüyor. Okuma ve çalışma olanakları ellerinden alınan gençlerin beyni, ya dini hurafelerle, ya da madde kullanımıyla uyuşturuluyor. Gençliği kazanamayanlar, onu öldürerek ya da uyuşturarak sistemlerini ayakta tutmaya çalışıyorlar.
İşsizlik devasa boyutlara ulaşırken, çalışanlar üzerindeki sömürü ve baskı da artıyor. Asgari ücretin açlık sınırının altına düştüğü bir dönemde, fazla mesailer zorunluluğa; “ücretsiz izinler” rutine dönüştü. 1 Mayıs’ın ortaya çıkmasına neden olan “8 saatlik işgünü” hakkı rafa kalktı. İşçiler ortalama 10-12 saat ve her tür güvenceden yoksun biçimde çalışmak zorunda kalıyorlar.
Buna rağmen yine de açlıkla karşı karşıyalar. Son aylarda temel gıda ürünlerine yapılan zamlar, ücretleri iyice eritti. Yoksul sofralarının “olmazsa olmazı” soğan ve patates bile alınamaz hale geldi. Akşam saatlerinde pazarcıların attıkları çürükleri toplayanların sayısı hızla arttı.
Buna elektrik, su ve doğalgaza yapılan zamları da eklediğimizde, işçi ve emekçinin yaşam koşulları kendiliğinden ortaya çıkar. Ve krizin faturasının işçi ve emekçilerin sırtına yıkıldığı…
Tabi ki beterin beteri var. Önümüzdeki aylarda krizin daha da derinleşeceği hesaba katılırsa, çok daha zor günler bizi bekliyor. 1 Mayıs, buna set oluşturma; “krizin faturası burjuvaziye” diye haykırma ve ona uygun bir pratiği yaşama geçirme günü olmalıdır!
1 MAYIS VE TAKSİM ENGELLENEMEZ!
İşçi ve emekçiler 1 Mayıs’a krizle birlikte daha da kötüleşen yaşam ve çalışma koşullarıyla giriyor. Ancak yerel seçimlerde AKP-MHP blokunu yenilgiye uğratmış olmanın verdiği bir morale sahip. Her ne kadar bunu boğacak atraksiyonlar yapılıyorsa da, yenilginin üstünü örtmeleri mümkün olmayacak…
Fakat buradan 1 Mayıs’ın rahatça kutlanabileceği, hatta Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılacağı gibi bir hayale kapılmak, son derece tehlikelidir. Aksine AKP-MHP bloku, seçim yenilgisinin hıncını işçi ve emekçilerden çıkarmak isteyecektir. Onun için de 1 Mayıs’a dönük saldırılarına devam edecekler, Taksim yasağını sürdüreceklerdir.
Ancak bu saldırılar, yüreği emekten ve devrimden yana atanların 1 Mayıs’ı kutlamalarına ve Taksim’i zorlamalarına engel olamaz. En zor dönemlerde bile bunu başaranlar, bu yıl da aynı iradeyi gösterecektir.
Çünkü 1 Mayıslar’ın Türkiye’de her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Öyle ki, 1 Mayıs marşını dünya işçi ve emekçilerine armağan eden, onu enternasyonal bir marş haline getiren yerdir burası. Ölümler, yaralanmalar, tutsaklıklar pahasına tüm engelleri aşarak 1 Mayısları kutlayan, Taksim Meydanı’nı açmayı başaran bir halktan sözediyoruz. Hiç bir güç, bu halkın 1 Mayıs’ı kutlamasını engelleyemedi, engelleyemeyecek…
“Her sınıfın sevdiği öz bayramları vardır” demiştir sınıfın ustaları. 1 Mayıs, işte bu bayramın adıdır.
Fakat 1 Mayıs’ı herhangi bir bayramdan ayıran çok önemli farkları vardır. İlk başta, o sömürücü sınıfların, ya da genel olarak “ezilenlerin” değil, bu sömürü düzenini tümden ortadan kaldıracak olan sınıfın, yani işçi sınıfının ve onun müttefiki emekçilerin bayramıdır. İkincisi, 1 Mayıs enternasyonaldir. Herhangi bir ırk, ulus, din, mezhep vb. hiç birine ait değildir. Sömürüsüz, sınıfsız, savaşsız bir dünya isteyen herkesin bayramıdır. Ve üçüncüsü, 1 Mayıs diğer bayramlar gibi bir karnaval, bir eğlence günü değil; işçi ve emekçilerin taleplerini haykırdığı “birlik, dayanışma ve mücadele” günüdür!
Onu bu şekilde ele almak ve özüne uygun olarak kutlamak gerekir. Bunun da yeri meydanlardır. Türkiye’de bu meydanın adı; TAKSİM’dir. ’77 yılındaki 1 Mayıs katliamının ardından, Taksim’in adı “1 Mayıs alanı” olmuştur.
Ne var ki, egemenler Taksim’i uzun yıllar 1 Mayıs’lara, işçi ve emekçilere kapattı. Ama işçi ve emekçiler, onların davasını savunan komünist ve devrimciler, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararlılığından vazgeçmediler. Polisin barikatına, gazına copuna, kurşunlarına rağmen Taksim’e çıktılar. Hem devletin engellerini, hem de sendikalara çöreklenen reformistlerin uzlaşmacı tutumlarını aşarak Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğunu dosta-düşmana gösterdiler.
Bu kararlılık sayesinde, AKP Hükümeti Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına açmak zorunda kaldı. 2010’dan itibaren tam 3 yıl, milyonlarca işçi-emekçi Taksim Meydanı’nı doldurdu. Her yıl artan kitleselliği ve militanlığı ile, burjuvaziyi ve hükümeti korkuttu.
2013 yılında Taksim Meydanı’nı şantiyeye çevirerek 1 Mayıs’a kapadılar. Önce bunu bahane ettiler sonra tümden yasakladılar. Ama1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama istek ve iradesini kıramadılar.
Son yıllarda Taksim’i unutturmak için 1 Mayıs mitinglerine izin veriliyor. Fakat bu yerler, İstanbul’un iki yakasında (Yenikapı ve Maltepe) denizi doldurarak yapılan miting alanlarıdır. Yani işçi ve emekçiler şehrin merkezlerinden koparılıyor, taleplerinin duyulması engelleniyor. Ama daha önemlisi, Taksim’den kopartılmış oluyor. Bunu sarı ve reformist sendikalar aracılığıyla gerçekleştiriyorlar. Ve ne yazık ki, kimi devrimci kurumlar da bu duruma ortak oluyor.
Bu oyunu bozmak zorundayız! Türkiye’ de 1 Mayıs her şehrin en işlek meydanında kutlanmalıdır. “Kavgamızın şehri” İstanbul’da ise, bunun adı Taksim’dir.
Yaşasın 1 Mayıs! Bıji Yek Gulan!
Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halklar Birleşin!
3 Nisan 2019