Geçtiğimiz günlerde “yargıda reform” paketini açıklayan Erdoğan, bir kez daha “işkenceye sıfır tolerans” dediklerini hatırlatıp, işkenceye izin vermeyeceklerini söyledi.
Gerçekten de “işkenceye sıfır tolerans” diyerek işbaşına gelmişlerdi. Sadece işkence konusunda değil, her alanda iyileştirme sözü vermişler, demokrasi şampiyonu kesilmişlerdi.
Şimdi 17 yıl sonra aynı sözleri yinelemeleri, bu vaatlerin hiçbirini yerine getirmediklerinin itirafıdır. Söylediklerinin aksine Türkiye AKP döneminde hemen her alanda çok daha geriye gitmiştir. Öyle ki, Erdoğan’ın bu sözleri söylediği günlerde, Urfa’nın Halfeti ilçesinde polis terörü estiriliyor, kitlesel işkenceler yapılıyordu.
AKP döneminde işkence artmakla kalmadı, emniyet binalarından sokaklara, meydanlara taşındı. Özellikle 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile birlikte yasalar bile işkenceye uygun hale getirildi. Çıkarılan KHK’larla gözaltı süresi 30 gün oldu, tam 5 gün avukatlarla görüşme yasağı kondu, cezaevindeki tutukluların yeniden şubeye götürülmesi gibi 12 Eylül’ü aratmayacak yasalar çıkarıldı.
Sözde OHAL kalktı ama uygulamaları halen sürüyor. Ve doğallığında işkence vakaları arttıkça artıyor. Bunun son örneği Halfeti oldu.
Halfeti’de kitlesel vahşet
Urfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Dergili Mahallesi’nde 18 Mayıs’ta polisler bir eve baskın düzenliyor. Burada çıkan çatışmada bir komiser yardımcısı ölüyor, iki polis de yaralanıyor. Çatışmada PKK’li oldukları söylenen iki kişi de yaşamını yitiriyor.
Bu olay üzerine bölgede tam bir vahşet uygulanıyor. Halfeti ve Bozova ilçelerinde ev baskınları yaparak yüzlerce kişiyi gözaltına alıyorlar. Ve işkence daha ev baskınları sırasında başlıyor. Sonra götürüldükleri Jandarma Karakolu’nda devam ediyor. Onlarcasının kol ve bacaklarında, kafalarında kırıklar oluştuğu, buna rağmen hastaneye götürülmedikleri öğreniliyor.
Bu süre içerisinde avukatların görüşmelerine de izin vermiyorlar. Sonraki günlerde bazı avukatlar, ancak 5 dakika ve polis nezareti şartıyla görüşebiliyor. Avukatlar görüşme sonrası, müvekkillerinin tanınmayacak durumda olduğunu, kimisinin kanlar içinde ve yürüyemez halde, kimisin ise dişinin, kafasının kırık olduğunu ifade ettiler. Urfa Barosu, yapılan işkencelere ve avukatların müvekkilleriyle görüşmelerinin engellenmesine tepki göstererek, bunlara son verilmesini istedi.
Çatışmanın yaşandığı Dergili Mahallesi, günlerce askeri abluka altına alındı. Mahalleye giriş-çıkış yasağı kondu, ilçeye giriş çıkışlar kontrollü yapıldı. Bununla da yetinmediler, çatışmanın yaşandığı ev askerler tarafından yakıldı, aile fertleri ağır işkencelerden geçirildi, akıbetleri hala belirsiz…
Kısacası, tüm ilçeyi içine alan bir polis-asker terörü estirildi, estiriliyor. Çatışmada bir polisin ölmesinin hıncını tüm halktan çıkarmaya kalkıyorlar. Çatışmanın yaşandığı mahalle ve ilçenin de ötesinde, Kürt halkına karşı yeni bir işkence furyası başlatmış durumdalar.
Çatışmanın yaşandığı gece, polisler Suruç’ta sabahın erken saatlerinde çapa için tarlaya giden mevsimlik işçilerin üzerine ateş açıyorlar. Otobüsü durdurup rastgele kurşunluyorlar. Yaralanan işçilerin hastaneye götürülmesine de izin vermiyorlar. Diğer işçilere işkence yapıyor, küfürlerle saldırıyorlar.
Bütün bu olayların nedenini bir polis, çok doğal bir şeymiş gibi şöyle açıklıyor: “Şehidimiz vardı, bu nedenle tüm polislerin psikolojisi bozuktu!” Yani psikolojisi bozulan polis, istediği her şeyi yapar! Ve tabi bu polisler hakkında herhangi bir işlem, cezai uygulama sözkonusu olmaz! Zaten onları böylesine pervasız kılan da bu cezasızlık hali değil mi?
İşkenceyi meşrulaştırma çabaları
AKP’nin son yıllarda arttırdığı işkence, 12 Eylül’e, ‘90’lara benzetiliyor. O dönemlerde de işkence hem yaygın hem de vahşi biçimlerde yapılmıştı. Fakat o dönemde işkence gizlenmeye çalışılır, işkence görenler iyileştirildikten sonra mahkemeye çıkarılırdı. Şimdi göstere göstere yapılıyor. İşkence fotoğrafları özellikle basına servis ediliyor.
15 Temmuz sonrası gözaltına alınanların işkence izleriyle boy boy çekilen fotoğrafları hatırlardadır. KHK’yla işten atılanların Ankara-Yüksel Caddesi’ndeki direnişleri kaç kez polis saldırısına uğradı ve yaşlı anaları bile yerlerde sürüklediler. Kimi devrimci kurumlara yapılan baskınlarda, ilk andan itibaren başlattıkları işkenceyi, polis arabasında da sürdürmüşler ve bunların görülmesini istemişlerdi. Keza cumartesi annelerine, ardından “beyaz tülbent”li Kürt analara onlarca basın mensubunun gözü önünde nasıl saldırdıklarını biliyoruz.
Aynı durum Halfeti’de de geçerli. Polis karakolunun bahçesinde, ters kelepçe takılıp yere yatırılmış ve işkence gördükleri her hallerinden belli insanların fotoğrafları internet sitelerinde yayınlandı.
Yani 12 Eylül ve ‘90’lı yıllardan farklı olarak, işkenceyi hem sokağa taşıdılar, hem de görünmesini istediler. Bu şekilde halkı daha fazla korkutup sindireceklerini düşünüyorlar çünkü. O vahşeti göstererek kitlede dehşet duygusu yaratıyorlar. Üstelik arkalarında devletin olduğunu ve her şeyi yapabileceklerini de göstermiş oluyorlar.
Bunun yolunu ABD açtı. Irak işgali sonrası işkence fotoğrafları çarşaf çarşaf yayınlandı. Ardından CIA’nin 11 Eylül sonrasında yaptıklarını içeren raporun önemli bir kısmı deşifre edildi. Ve dönemin CIA Başkanı, işkenceyi savunan bir açıklama yaptı: “Geliştirilmiş Sorgulama Teknikleri (işkencenin yeni adı oluyor-nba) 11 Eylül saldırılarının ardından (bir dönemle sınırlıymış gibi-nba) terör şüphelilerinden istihbarat toplamada büyük fayda sağladı” diyebildi.
Ardından ABD Başkanları dahil üst düzey yöneticileri, işkenceyi ve işkencecileri aklayan sözler sarfettiler. Bush, “bizim için CIA’de çalışan kadın ve erkekler bir şanstır, bunlar vatansever insanlardır” sözleriyle işkencecilere sahip çıktı mesela. Yardımcısı Dick Cheney, “yöntemler, tümüyle ve nihai olarak adildir” diyerek işkencenin ve işkencecilerin arkasında durdu. “Demokrat” Obama bile “bu konuda hiçbir ülke temiz değil” diyerek, yaptıklarını normalleştirmeye çalıştı.
Bununla da yetinmediler, Amerikan halkına “CIA’nin 11 Eylül sonrası şüpheli gördüğü insanlara işkence yapmasını destekliyor musunuz” şeklinde bir soruyla anket düzenlediklerini ve yüzde 47’sinin destek verdiğini açıkladılar. İşkence gibi bir “insanlık suçu”nu halka onaylatmaya yeltendiler.
Özcesi, bu işin başını her zaman olduğu gibi CIA çekti. CIA tarafından eğitilen Türkiye’deki işkenceciler de benzer yöntemleri devreye sokmakta gecikmedi. İşkencenin herkesin gözü önünde sokakta, meydanda yapılması ve medya üzerinden kitlelere sunulması, CIA’dan alınmış bir yöntemdir.
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek
İnsanlığın yüzyıllardır verdiği mücadele ile geriletmeyi başardığı ve “insanlık suçu” ilan ettiği işkenceyi, yeniden kabul edilir hale getirme çabalarına izin vermemek gerekiyor. Devrim ve sosyalizmin gerilemiş olmasından aldıkları cesaretle, Ortaçağ karanlığının bu en vahşi uygulamalarını hortlatıyorlar. En uç halini IŞİD’le hayata geçirip, dalga dalga yaymaya ve kanıksatma çalışıyorlar.
15 Temmuz sonrası FETÖ’cü ilan ettikleri kişiler üzerinden yaparak, işkencenin kitleler tarafından kabul görmesini, en azından sessiz kalınmasını sağladılar. Giderek bunu yaygınlaştırıp normalleştirdiler. Kürt halkı ve devrimciler başta olmak üzere, gözaltına aldıkları hemen herkese işkence yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz günlerde “ajan” iddiasıyla alınan iki Birleşik Arap Cumhuriyeti vatandaşı hücrelerinde ölü bulundu. 12 Eylül yıllarında olduğu gibi “intihar etti” yalanına başvurdular.
Oysa 12 Eylül sonrası işkenceye karşı verilen mücadele ile işkence bir hayli geriletilmişti. Görünürde “AB kriterlerine uyum yasaları” ile işkence kaldırıldı! Gerçekte ise işkenceye karşı direnen komünist ve devrimciler hem bu silahı işlevsiz kıldılar, hem de kitlesel tepki oluşturarak yapamaz hale getirdiler. 2000’lerin başında “işkenceye sıfır tolerans” sözü de, işkencenin teşhir olması üzerinden söylenebildi.
Fakat son yıllarda işkence yaygınlaştı, işkenceyle ölümler arttı. Halfeti’de ve Suruç’ta yapılanlar ise, artık gemi azıya aldıklarını gösteriyor. Olayla hiç ilgisi olmayan insanlar bile sırf intikam amaçlı kurşunlanıyor, işkence ediliyor, öldürülüyor… İşkence, tek tek kişilere dönük bir sorgu yöntemi olmanın ötesinde, toplu cezalandırmaya dönüşüyor.
Bu tablo, işkencede gelinen noktanın resmidir. Dolayısıyla işkenceye karşı mücadele, günün acil görevi haline gelmiştir. Devrimci tutsakların tüm kitleye mal ettiği “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganını yeniden her yerde haykırma zamanıdır.
Sömürü sistemi varolduğu sürece işkencenin tümden kalkmayacağını biliyoruz. Ancak işlevsiz kılıp geriletmenin mümkün olduğunu bizzat kendi pratiğimizde gördük, yaşadık. Dün olduğu gibi bugün de bunu başarabiliriz…
Nerede ve kime yapılırsa yapılsın işkenceye karşı net ve kararlı bir tavır alınmalı ve birleşik bir duruş ortaya konmalıdır. Yeterli bir tepki ortaya konulmaz ise, her defasında işkencenin dozunun ve boyutunun artıracağını en son Halfeti ve Suruç’ta gördük. Buna artık dur diyelim!