Bir dönüm noktası olarak 23 HAZİRAN İSTANBUL SEÇİMLERİ

pdd-arka-logo-1

23 Haziran seçimlerinin, İstanbul’da bir belediye başkanının seçilmesinin çok ötesinde bir anlam taşıdığı konusunda hemen herkes hemfikirdir. 31 Mart yerel seçimlerinden büyük bir yenilgiyle çıkan AKP-MHP blokunun, İstanbul’daki yenilgiyi kabul etmeyip seçimleri tekrarlatma girişimi, 23 Haziran’ı muhalefet için bir hesaplaşmaya, AKP-MHP içinse bir “varlık-yokluk” sorununa dönüştürdü.

Esasında İstanbul’u bu hale getiren bizzat Erdoğan olmuştu. Daha 31 Mart seçimleri öncesinde AKP’lilere seslendiği bir konuşmada; “İstanbul’u kaybeden, Türkiye’yi kaybeder” diyerek, İstanbul’un kendileri açısından ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu açıkladı. Bu, İstanbul’u elde tutmak için parti kadrolarına çektiği bir ajitasyon, onları daha fazla çalışmaya sevk etme çabasının ötesinde, bir gerçeğin ifade edilişiydi.

Çünkü İstanbul, ülkenin dört bir yanından gelen 16 milyonluk nüfusuyla, Türkiye’nin en kalabalık şehirdir. Her bölgeden, hatta her ilçe ve köyden insanı, burada bulmak mümkündür. Bu yanıyla “Türkiye’nin minyatürü” veya “konsantre hali” denilebilir. Sadece bu özelliği bile, İstanbul seçimlerini kendiliğinden “Türkiye’nin seçimi” haline getirmiştir. Ama yalnız nüfus bakımından değil, Türkiye ekonomisinin yüzde 34’ünü oluşturmasıyla; üç büyük imparatorluğu barındıran tarihi-kültürü ve doğasıyla; sanatsal, siyasal oluşumların merkezi konumuyla, dünyanın en önemli metropollerinden biridir.

Bundan dolayıdır ki, “İstanbul’u yöneten, Türkiye’yi de yönetir” düşüncesi güç kazandı. Ve İstanbul’da belediye başkanı olmak, geleceğin başbakanı, cumhurbaşkanı olarak görüldü. Erdoğan, bunun somut bir prototipiydi. Aynı yol, İmamoğlu için neden açılmasındı?

Dolayısıyla İstanbul seçimleri, her halükarda önemliydi. Bir de içinde bulunan koşulların özgünlüğü, çapını katlayan bir etkiye yolaçtı. Muhalefetin İstanbul’u yüzde 9 gibi bir üstünlükle kazanması, AKP’nin 17 yıllık hükümdarlığına vurulan büyük bir darbe oldu. Dahası, Erdoğan’ın İstanbul ile başlayan hikayesine, yine İstanbul ile son vermenin zeminini yarattı. Ve Türkiye’de yeni bir siyasal dönemin başladığını ilan etti.

Seçimlerin üzerinden bir ay geçmeden AKP içindeki ayrılıkların su yüzüne vurması, Babacan-Gül ikilisinin yeni parti kurma çalışmalarına hız vermesi, kabine revizyonu konusunda Erdoğan üzerinde kurulan basınç, sistem tartışmaları ve yeni anayasa çağrıları, bir dönemin kapanıp yeni bir döneme girildiğinin emareleridir. Keza Ergenekon davasının beraatle sonuçlanması, FETÖ’cülükten yargılanan kimi aydınlara verilen cezaların Yargıtay’dan dönmesi, Demirtaş’la ilgili AHİM kararı ve Demirtaş’ın suçsuzluğu konusunda artan haberler, yeni döneme doğru döşenen taşlar gibidir.

Egemen sınıflar bir yandan “cumhurbaşkanı hükümet sistemi” adı verilen ucube yönetimin yarattığı sorunlardan kurtulmak, diğer yandan genç ve yeni yüzlerle burjuva siyasetini canlandırmak, kitleleri yeniden düzen-içi çözümlere bağlamak için düğmeye basmış görünüyor. İmamoğlu ile sosyal-demokratlara yeni bir “lider” bulundu. Babacan, “merkez sağ” dedikleri yeni ANAP veya DYP türü bir parti kurmaya hazırlanıyor. Ayrıca Kürt hareketini sisteme daha fazla entegre etme çabaları sözkonusu. Bu kesimin lideri olarak Demirtaş’ın tahliyesi ve yeniden HDP’nin başına geçmesi büyük olasılık. Dolayısıyla genç ve yenilenmiş bir liderler kuşağı ile burjuva siyasetine yeni bir dizayn verilmek isteniyor.

Bu yönleriyle 23 Haziran seçimleri, her bir klik ve onları temsil eden partiler açısından bir “dönüm noktası” niteliğine büründü. Buna karşın işçi-emekçiler cephesinde neyi ifade ediyor, onları nasıl bir dönem bekliyor, ne yazık ki, bunlar üzerinde pek durulmuyor. “Her şey çok güzel olacak” denilerek sadece umut pompalandı bugüne dek. Ve yaklaşık 6 ay boyunca seçim havasıyla kriz ve krizin yarattığı sorunlar ötelendi, üstü örtülmeye çalışıldı. Oysa işçi ve emekçiler yoksulluk ve işsizlik kıskacında, her geçen gün daha büyük zorluklarla karşı karşıya…

Onları temsil ettikleri iddiasıyla ortaya çıkanlar ise, büyük oranda burjuva politikalarına yedeklenmiş durumdalar. Son seçimler bunu bir kez daha gözler önüne serdi. Düzen-içi çözümlere bel bağlama girdabına daha geniş bir kesimin battığı görüldü.

Sonuç olarak, 23 Haziran seçimleriyle birlikte yeni bir döneme girilmiştir. Her sınıf ve kesim, kendini bu döneme göre konumlandırmak zorundadır. Onun için bu seçimlerde kimin ne yaptığı, nasıl bir taktik izlediği, hangi safta yeraldığı, büyük bir önem kazanmıştır. Çünkü bu süreçte alınan tavır, sadece bugünü değil, geleceği de belirleyen tarihsel bir özelliğe sahiptir. Tıpkı AKP ve Erdoğan’ı işbaşına getiren 3 Kasım 2002 seçimlerindeki gibi…

 

“Tekrar seçimi” tanımamak, katılmamak gerekirdi

23 Haziran seçimleri, AKP’nin İstanbul’daki seçim sonuçlarını tanımamasıyla ortaya çıktı ve bu durum, onu diğer seçimlerden farklı kıldı. Her yönden hukuk dışı, keyfi, kural tanımaz bir durum sözkonusuydu. Öyle ki, YSK’nın asli üyelerinin çoğu, seçimin tekrarına karşı çıkınca, yasalara aykırı biçimde yedekleri de oylamaya katmışlar; kararı ite-kaka çıkarabilmişlerdi. Sonrasında YSK, aldığı kararın “gerekçesi”ni açıklayamaz, kılıfına uyduramaz hale düştü.

Bu koşullarda seçimlere katılmak, AKP-MHP blokunun keyfiliğine, küstahlığına, pervasızlığına boyun eğmek, hatta onaylamak demekti. Bu faşist-gerici blok, seçim sonuçları da dahil, işine gelmeyen şeyleri tanımamayı alışkanlık haline getirmişti. Bu cesareti veren de, muhalefetin boyun eğen pısırık tutumuydu. “Yasalara-anayasaya aykırı”, “suç işliyorsunuz” dedikleri birçok şeyi kabullenerek, hem suç ortağı olmuşlar, hem de yapılanları kanıksatmışlardı. Şimdi bir kez daha kaybettikleri seçimi tanımıyor ve yinelenmesini dayatıyorlardı. Bu halk, AKP kazanana kadar sandığa gitmek zorunda değildi!

Bu koşullarda doğru tutum; AKP-MHP blokunun zor ve hile ile aldırdığı kararı tanımamak, bu keyfiyete artık dur demekti. Muhalefete düşen; kazandığı seçimin yeniden oylatılmasına razı gelmemek, elde ettiği mevziyi korumaktı. Komünist ve devrimciler, kitlelere bunu anlatmalı ve muhalefet partilerinin tabandan zorlanmasını sağlamalıydı. Bunda ne kadar başarılı olabileceklerinden bağımsız olarak, yapılması gereken buydu.

Şimdi muhalefet, kazanmış olmanın verdiği rahatlık ile, seçimlere katılmayı haklı ve yerinde bir karar gibi sunabiliyor. Düzen muhalefetinin arkasından sürüklenen devrimci, demokrat yapılar da, kendilerini bu şekilde aklamaya kalkıyorlar. Elde edilen seçim başarısıyla, yanlış tutumlarının üstünü örtmeye çalışıyorlar.

Oysa tablo çok farklı olabilirdi. Muhalefet bu karara direnebilirdi. İmamoğlu “kazandığım başkanlığı vermiyorum” deseydi ve İBB binasından çıkmasaydı, halk o binayı sarar, İmamoğlu’na sahip çıkardı. Mazbatanın verilmediği 17 gün boyunca stadyumlar başta olmak üzere birçok yerde protestosunu yükselten kitlelerin, böyle bir durumda desteği çok daha güçlü olurdu. Polisin kitleye saldırması ise, daha büyük sorunlara yolaçar, çatışma çıkar ve tüm ülkeye yayılan bir ayaklanmaya dönüşebilirdi.

Bu durumda AKP-MHP blokunun geri adım atması kaçınılmazdı. Aksi halde ya halk ayaklanmasıyla yıkılır; ya da katliam yaparak ayakta kalmaya çalışırlardı ki, bu yıkımlarını hızlandırır ve halkın gücü galip gelirdi. Dünyada bunun pek çok örneği vardır. En son Sudan’da yaşananlar ortada. AKP ve Erdoğan’ın sonu da, seçimle gitmeyen diğer hükümetler ve başkanlar gibi olurdu.

İşte muhalefetin göze alamadığı şey buydu. Çünkü böyle bir dalganın kendilerini de altında alabileceği endişesini yaşadılar. Halkın artan özgüvenle daha talepkar olacağı, bunun da onları zorlayacağı aşikardı. Egemen sınıfları korkutan ve muhalefet partilerini geriye çekilmeye zorlayan, bu olasılıktı.

İmamoğlu, YSK darbesinin yapıldığı 6 Mayıs günü, bırakalım İBB binasında direnişe geçmeyi; o gece Beylikdüzü’nde yaptığı konuşmada, tekrar seçim kararını tanımadığını, kazandığı seçime yeniden girmeyeceğini söyleseydi bile, durum çok farklı olurdu. Tüm muhalefet partilerinin boykot ettiği bir seçime AKP-MHP adayının tek başına girmesi gibi bir seçim komedisini sahneye koyamaz; koymaya kalktıklarında ise bunun hiç bir geçerliliği olmazdı.

Sonuçta CHP başta olmak üzere muhalefet partileri, aktif veya pasif bir karşı duruş içinde olsalardı; çatışmalı ya da çatışmasız yine muhalefet ve İmamoğlu kazanacaktı. İşte o zaman gerçek anlamda bir zafer elde edilecekti. Ama halkın sürece bu şekilde dahil olmasını istemediler. Düzenin kurumlarına, seçimlere ve partilere sarsılan inançlarının iyice yok olmasından ve onları aşmasından korktular. Değişimin tek çözüm yolu olarak yine sandığı gösterdiler. Çünkü bu, egemenlerin iktidarını korumak bakımından yaşamsaldı.

AKP “tekrar seçim” ile şansını bir kere daha zorladı. Daha önce yaptığı gibi, bir taraftan kitleleri her tür yöntemle maniple ederek sandık sonuçlarını değiştirmeye uğraştı; diğer taraftan burjuvaziyi kendisiyle bir dönem daha yürümesi için ikna etmeye çalıştı.

Burjuvazi, AKP’nin yeniden seçim ısrarına göz yumdu; fakat kitlelerin düzen-içi çözümlerden kopuşunu önlemek için sandıktan çıkacak sonuca katlanmasını şart koşarak…

Aksi halde 23 Haziran akşamı, daha seçim sonuçları kesinleşmeden Binali Yıldırım mosmor bir suratla çıkıp “rakibim önde görünüyor, tebrik ederim” diyerek, erkenden havlu atar mıydı? Erdoğan ve Bahçeli seçim gecesi ortadan toz olur muydu? Son yıllardaki seçimlerin baş aktörleri YSK ve AA’nın adı bile silinir miydi?

O çok güçlü görünen AKP-MHP blokunun, kitlelerin artan öfkesi karşısında nasıl sindiklerini gördük. Dipten gelen dalganın boyutu öyle yüksekti ki, bu faşist-gerici blok diz çökmek zorunda kaldı. Bunun bir de sokakları dolduran kitlelerin eylemli kalkışmasıyla gerçekleştiğini düşünün! Bu blok bir gün bile ayakta duramazdı.

Onları halkın elinden bir kez daha düzen muhalefeti ve onlara eklemlenen “solcu”lar aldı.

Muhalefet partilerinin bu kez oylara sahip çıkmasının, 800 bini aşkın bir oyla eze eze kazanmasının nedeni de budur. Halkın öfkesini ve kazanmaya olan susamışlığını sandıkta gidermek istediler.

Bu durumu “mağduriyet kazandırdı” veya “AKP ve MHP tabanından şu kadar, HDP’den bu kadar oy geldi” gibi, seçimlere özgü klişeleşmiş kalıplarla açıklamaya kalkmak, anketçilerin, burjuva siyasetçilerin işidir! İmamoğlu’na AKP, MHP tabanından ve HDP’den oylar gitmiştir tabii ki. Ancak İmamoğlu, 31 Mart seçimlerinde de yüzde 4 civarında bir fark atmıştı zaten. Daha önemlisi, 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren tüm seçimleri aslında muhalefet kazanmış, ama arkasına düşmemişti.

Bugünkü tabloyu farklı kılan; AKP’ye duyulan öfkenin önceki yıllara göre kat kat artmış olmasıdır. Erdoğan’ı işbaşına getiren emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin desteklerini çekmeye başlamasıdır. Bunlarla bağlantılı olarak AKP’nin miyadını doldurması, sıranın muhalefet partilerine gelmesidir…

Ayrıca “halk mağdura sahip çıkar” klişesi doğru değildir. Halk, hakkı yenildiğinde sinen, “mağdurum” diye şikayetlenen kişi ve kurumaların değil; dik duran, mücadele eden, hatta dişe diş bir kavgayı göze alarak hakkını yedirmeyen kişi ve kurumların arkasında durur. Bugüne dek muhalefet kaç defa “mağdur” oldu; fakat sinik, ezik tutumuyla hiç ilgi görmedi. Ne zaman ki, “hak yemem, hakkımı da yedirmem” sözü duyuldu, İmamoğlu’na desteğini arttırdı.

23 Haziran’da İmamoğlu’nun fark atarak kazanması üzerinden, seçimlere katılmayı haklı gösterme çabasına dönersek; bu tam da egemen sınıfların tek yol olarak sandığı gösteren tutumunu güçlendirmektir. Amaçlanan, zaten halkın sandıktan uzaklaşmasını önlemek, “seçimlerin bir şeyi değiştirmeyeceği” yönünde oluşan eğilimi kırmaktı. İmamoğlu’nun seçimlerden sonra bir röportajında “kaybetseydiniz en çok neye üzülecektiniz” sorusuna verdiği yanıt, bu bakımdan çok çarpıcıdır.

“Bu seçimde toplum değiştirmek istiyordu, değiştiremediği zaman demokrasiye olan inanç konusunda derin bir küslük olacaktı. ‘Artık bu ülkede seçimle bir şey değişmez…’ İşte üzüleceğim tek şey bu olurdu… Demokrasi adına toplumu uçurumun kenarından tutup çektik. İstanbul’da değil sadece, Türkiye’de.” (Sözcü, 4 Temmuz 2019)

İmamoğlu’nun “demokrasi” dediği, “burjuva demokrasisi” bile olmayan, varolan faşist-gerici düzendir. O, bu düzeni korumakla, düzenden kopmaya başlayan halkı “uçurumun kenarından tutup çekmekle” yani düzene yeniden bağlamakla övünüyor! İmamoğlu ve CHP misyonlarını oynuyorlar! Bunda şaşılacak bir şey de yok! Ama kendini sosyalist, komünist, devrimci görenlere ne demeli?

 

23 Haziran yeni bir turnosoldur

23 Haziran seçimlerinin yeni bir siyasal dönemi başlattığı artık çok açık görüldüğüne göre, böyle bir dönemeçte kimin ne dediği, nasıl hareket ettiği, hangi amaçları güttüğü önem kazanıyor. Yani 23 Haziran’a dair söylenenler ve yapılanlar bir “turnosol” işlevi görüyor. Herkesin rengini ortaya çıkarıyor.

Denilecektir ki, bu kaçıncı seçim ve bu kaçıncı sandığa koşma hali… Herkes rengini çoktan ortaya koymadı mı?

Bu doğru. Fakat her dönemeçte yeni savrulmalar yaşanıyor. Kiminin zaten ortaya çıkan rengi daha koyulaşabiliyor, kimileri ise renkten renge girerek bir o yana bir bu yana meylediyor. Bir de hiç renk vermemeye çalışanlar var. “Hem nalına hem mıhına vurup” ortada durarak kendilerini korumaya alıyor, her gelişmeye göre pozisyon değiştirebiliyorlar.

23 Haziran öncesinde bunların hepsine tanık olduk. Reformist partiler açısından (ÖDP, EMEP vb.) her durumda seçimlere katılmak, olmazsa olmaz bir tutum zaten. Sadece biçimi değişebiliyor. Ama yalnız reformist partiler değil, devrimci hareketlere kadar uzanan “her ne olursa olsun seçimlere katılma tavrı”, 2000’li yıllardan itibaren artarak sürüyor. Bu, devrimci hareket üzerindeki reformizmin etkisidir. Çünkü seçimler ve parlamento, devrim ile reformu, komünist devrimci ile düzen-içi solculuğu birbirinden ayıran temel iki konudur. Bunlara yaklaşım ve belirlenen taktikler (altında devlet, demokrasi, devrim gibi sorunlara bakış vardır) her siyasi akımın kimliğini de ortaya koyar.

Türkiye devrimci hareketi açısından ‘90’ların ortasında uç vermeye başlayan parlamentarist eğilim, 2000’lerden sonra güçlendi ve her seçimle birlikte yayılarak büyük bir kesimi içine aldı. Bu noktada Kürt ulusal hareketini temsil eden partilerin önemli bir rolü oldu. Aday olup propaganda yapmanın ötesinde, parlamento ya da belediyelerde yer almak amaçlaştı. Kürt hareketinin tabanı (oy potansiyeli) bunun zeminini oluşturdu. Bu tabana dayanarak seçildiler, koltuklara oturdular. Her kolay kazanımda olduğu gibi bunun da bir bedeli olacaktı tabi. Kürt hareketinin ideolojik-siyasi hegemonyasına girmekle kalmayıp örgütsel disiplinine de boyuneğen, yani kimliksizleşen, aynılaşan bir rotaya girildi. Devrimci düşünce ve tavırlardan kopartan “düzlem farkı” böyle oluştu.

Bu kesimlerin seçimlerde ne yapacağını (hatta hemen her konuda) Kürt ulusal hareketini temsil eden partiler belirlediler. Boykot diyorlarsa boykot; bağımsız adaylarla girmeyi tercih ediyorlarsa bağımsız aday; partiyle katılmaya karar verdilerse o partiyi destekleme… Son 20 yıla dönüp bir bakalım; aynen böyle gerçekleştiğini görürüz.

Bu şablonu bozan, daha uygun ifade ile zora sokan, 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri oldu.

HDP, 31 Mart’ta 7 büyükşehirde “millet ittifakı”nı destekleyeceğini açıklayınca, ezberler bozuldu; yalpalamalar başladı. Her koşulda HDP’ye oy vermeye şartlanmış olanlar, 7 büyükşehirde ne yapacaklarını kara kara düşünmeye başladılar. Bugüne dek “karşı-devrimci, faşist” dedikleri CHP-İYİP ittifakını nasıl savunacaklar, kitlelerden bu partilere nasıl oy isteyeceklerdi!? HDP’nin pragmatizmine, dün faşist dediğiyle bugün ittifak yapmasına ayak uydurmak, o kadar kolay değildi!

Ama bazıları bunu da hazmetti. HDK bileşenlerinin önemli bir kısmı, örtülü veya açık desteklerini açıkladı; sözde “bağırlarına taş basarak” CHP-İYİP ittifakına oy verdiler. Halen devrimci görünmeye çalışanlar ise, çareyi 7 ilde bağımsız aday çıkarmakta buldu. Ya da 7 ilde oy kullanmayacaklarını açıkladılar. Ama hepsi HDP’nin girdiği yerlerde HDP’yi desteklemeye devam etti. (Hatta Dersim’de SMF’nin adayı Fatih Maçoğlu’na karşı HDP ile birlikte “güç birliği” oluşturdular; tercihlerini, devrimci bir adaydan yana değil, reformist bir partiden yana yaptılar.)

31 Mart’ı bu şekilde atlatmışlardı. Gelin görün ki, 23 Haziran, öyle yandan dolanmaya imkan tanımıyordu. Safları net biçimde ortaya koymaya zorlayan tek atışlık bir durum sözkonusuydu.

HDP, hızlı biçimde 31 Mart’tan daha aktif “millet ittifakı”nı destekleme kararı aldı. Öcalan’dan getirilen mektuplar, AKP’nin çeşitli atraksiyonları bu kararından döndüremedi. (Geçerken belirtelim; HDP’nin bu dönem CHP’ye yanaşması, Kürt hareketinin Suriye üzerinden ABD ile kurduğu ilişkilere bağlıdır. AKP, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerle sorunlar yaşamakta ve artık ömrünü tüketmektedir.)

HDP, yine Türkiyeli bileşenlerini ortada bırakmıştı. HDK çatısı altındaki devrimci-demokrat kurumlar, haftalarca bir karara varamadılar. Seçimlerin yenilenmesi kararı 6 Mayıs’ta alındığı halde, Haziran ortasında bile -yani seçimlere sayılı günler kalmışken- ne yapacaklarını belirlemeyen yapılar vardı.

Halkevleri açıktan, EHP örtük de olsa İmamoğlu’nu destekleyeceklerini kısa sürede açıkladı. Fakat ESP, Devrimci Parti gibi bugüne dek HDP ile hareket eden bazı kurumlar, zorlanarak da olsa İmamoğlu’nu destek vermeyeceklerini söylediler. Daha önceki seçimlerde HDP’yi destekleyen Alınteri, Köz, Çağrı gibi kurumlar ise, boykot taktiğini benimsediklerini açıkladılar.

Boykot veya sandığa gitmeme şeklinde İmamoğlu’na oy vermeyi reddedenler, en fazla baskıyı HDP ve ona yedeklenenlerden gördü. Boykot çalışması yapanlara, AKP-MHP veya CHP-İYİP ittifakından herhangi bir engelleme olmazken, HDP tarafından bir kuşatma sözkonusuydu. Düne kadar HDP’ye çalışan, hatta “bileşenleri” içinde yeralan bu kurumlara karşı cansiperhane savaştılar.

TKP ise, seçim tekrarının alındığı 6 Mayıs günü, 31 Mart’ta İstanbul’dan koyduğu adayını çektiğini açıklayan ilk parti olmuştu. Bu açıklama, ilk anda TKP’nin İmamoğlu lehine adayını çektiği şeklinde yorumlandı. Ancak sonrasında yaptıkları açıklamada, her iki bloka da oy vermeyeceğini, boykotu da gündemlerine aldıklarını söylediler. “Boykot”u ağızlarına aldıkları andan itibaren de üzerlerinde öyle bir basınç kuruldu ki, görüşlerini savunamaz, arkasında duramaz hale geldiler. “Halkımıza” başlıklı bir açıklama yaptıkları halde (yani doğrudan halka çağrı yapmalarına rağmen), “Biz bir boykot çağrısı yapmadık, bu süreçte insanlara ‘oy kullanmayın’ da demedik, yalnızca ‘TKP üyeleri oy kullanmayacak’ dedik.” şeklinde bir düzeltme yaparak, alay konusu oldular. Siyasi bir acz örneği sundular.

23 Haziran’ın bir “turnosol” özelliği taşıdığını bu tablo net biçimde ortaya koymuyor mu? Sadece reformist partiler ve kurumlar açısından değil, devrimci yapılar açısından da bir “turnosol”du. Çünkü bir çoğu genel doğruları sıralayıp geçiştirmeyi tercih etti. Seçimlerde ne yapacaklarını somut biçimde ortaya koymaktan uzak durdular.

Örneğin yıllar yılı seçimlerde aday çıkarmamayı “apolitiklik” olarak niteleyen BDSP, 31 Mart ve 23 Haziran’da aday çıkarmadığı gibi, seçim taktiğini de ortaya koyamadı. Dahası, seçim arifesinde çıkardığı “Faşist-gerici iktidara geçit yok!” afişleri ile kafaları karıştırdı. ’80 öncesinde modern revizyonistlerin kullandığı “Faşizme geçit yok” sloganını çağrıştıran bu afiş, oldukça sorunluydu. Dönemin TİP, TSİP, TKP gibi partilerinin Türkiye’de faşizmin olmadığı ve ona geçit vermemek gerektiğini ileri sürerek öne çıkardıkları bu slogan, devrimci hareketler tarafından haklı olarak doğru bulunmuyor ve atılmıyordu. Şimdi benzer bir sloganı, hem de seçim öncesinde kullanmak ne kadar doğruydu? (Ki bu platformun, varolan devlet yapısı için “sömürgeci faşist diktatörlük” tanımını kullandığını biliyoruz.)

İkincisi; -ve konumuzu ilgilendiren yönü- “faşist-gerici iktidar” olarak varolan rejim, somut olarak da AKP-MHP bloku tanımlanıyorsa, onlar zaten “iktidar” değiller mi? O halde neye-kime “geçit verilmiyor”? Kastedilen, AKP-MHP blokuna oy vermemek ise, (ki böyle anlaşılmaya çok müsaittir) buradan İmamoğlu’na örtük bir destek çıkmaz mı? Seçimlere dair yazılarda somut bir çağrı yoksa ve seçim öncesi yapılan afişte böyle bir slogan kullanılıyorsa, başka ne söylenebilir ki? BDSP, 23 Haziran’da aday çıkarmayarak değil ama, teşhir dışında hiç bir şey söylemeyerek o sıkça kullandığı “apolitik” duruşa kendisi düşmüştür.

Ama sadece o değil. Devrimci Hareket’ten Kaldıraç’a, Özgür Gelecek’ten Yeni Demokrasi’ye kadar birçok devrimci kurumun (CHP-İYİP ittifakına ve İmamoğlu’da dönük eleştirilerini sıralamakla birlikte) seçimlerde ne yapacaklarına dair somut bir tutum ortaya koymadıklarını görüyoruz.

Özellikle HDP-HDK içinde yeralan kurumlar açısından 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde tavır belirlemek bir hayli zor oldu. Bugüne dek kitleleri hep sandığa çağırdıkları için “sandığa gitmeyin” diyemediler. Her iki adayı da desteklemediklerini açıklamakla yetindiler. HDP’yi eleştirmekten ise uzak durdular. Dolayısıyla ne reformizmden ne de HDP’ye bağımlılıktan kopmuş değiller. Sadece bu seçimlere özgü bir farklılık oluştu, hepsi bu!

ESP’nin tutumu bu yönüyle oldukça çarpıcıdır.ESP 31 Mart seçimleri için tavrını şöyle açıkladı: “… içinden geçtiğimiz konjonktüre, politik öznelerin niteliğine ve konumlanışına bakıldığında CHP’yle şu ya da bu düzeyde ittifak zemininin olmadığı, dahası bunun taktik açıdan hatalı olacağı açıktır. Bu bağlamda söz konusu 7 metropolde il düzeyinde aday çıkarmayarak CHP adaylarına destek verilecek olması partimizin görüş açısı ve fiili-meşru mücadeleyi geliştirerek faşist bloku alaşağı etme perspektifiyle tam bağdaşmamaktadır… CHP adaylarının olduğu yerlerde ise bu adaylara dair dolaylı ya da dolaysız herhangi bir oy çağrısında ve çalışmasında bulunmayacağız.” (abç)

Ne kadar kıvrandıkları, lafı dolandırdıkları her cümlede kendini ele vermiyor mu? HDP’nin taktiğini yanlış buluyorlar, fakat açıktan eleştiremiyorlar!  “CHP’ye oy verilemez, bu görüşümüzle bağdaşmaz” demek yerine “tam bağdaşmıyor” gibi yarım, çekinceli bir sözü tercih ediyorlar. Dahası, sandığa gitmeme ya da kendi adayını çıkartıp oy isteme yerine, “oy çağrısında bulunmayacağız” gibi dolambaçlı bir yola başvuruyorlar.

23 Haziran seçimlerinde de aynı tavır devam ediyor: “ESP olarak hiçbir meşruluğu olmayan İBB başkanlık seçimi için sandığa çağrı yapmayacağız. Seçim muharebesini… direniş damarlarının sokakta buluşması, ayrı bir siyasi hat olarak belirginleşmesi ve üçüncü cephenin yeni ve daha güçlü sıçraması hattından ele alacağız.”

“Sandığa çağrı yapmamak” gibi yeni bir “seçim taktiği” oluştu! Böylesine iddiasız ve edilgen!.. Gerisi lafı güzaf!.. O çok lafını ettikleri “üçüncü cephe”yi güçlendirmek adına seçim öncesi ve sonrası ne yaptılar? Örneğin seçimlere katılmamayı savunanların biraraya gelip ortak bir çalışma yürütmesi çağrısına icabet bile etmediler. Çünkü tavırları “sandığa gitme” değildi. HDP’yi karşılarına almak istemediler.

Seçimlerden sonraki yeni siyasal dönem, birçok değişikliğin yanısıra yeni saflaşmaları da getirecektir. Bunu düzen partilerinde göreceğimiz gibi, reformist ve devrimci kesimlerde de göreceğiz.

 

Seçimlerden sonra

“faşizm geriledi” mi?

31 Mart’ta CHP-İYİP ittifakına; 23 Haziran’da İmamoğlu’na oy vermeyi savunan “sol” cenahın temel argümanı, “faşizmi geriletmek” olmuştu. Şimdi sormak gerekiyor; 23 Haziran sonrası faşizm geriledi mi?! Yoksa daha kaç ay, kaç yıl beklememiz gerekiyor?

Bırakalım “millet ittifakı”nı (ki içinde İyi Parti ve Saadet gibi gerici-faşist kesimler bulunuyor) tek başına CHP yönetime gelse bile faşizm gerilemiş olmaz. Faşizmi ancak halkın mücadelesi geriletebilir. Fakat bu kesimler faşizmi bir devlet biçimi değil de, hükümetlerle sınırlı geçici bir durum olarak gördükleri için, seçimlerle gideceği yanılsamasına kapılıyorlar.

Geçmişte faşizmi MHP ile sınırlamış, “faşizme karşı mücadele” adına sadece MHP’yi hedefe çakmışlardı. Ve bunun faturasını 12 Eylül sonrasında tüm halk ödedi. Aynı hatalı yaklaşım devam ediyor. Bu kez faşizmi AKP ile özdeşleştirip “AKP giderse faşizm de gider” diyorlar. Faşizme karşı mücadeleyi AKP-MHP blokuyla sınırlayıp, bu bloka karşı olanlarla ittifaka giriyor ve böylece faşizmi gerileteceklerini sanıyorlar. Geçtik teorik doğruları, kendi tarihlerinden bile ders almayarak aynı yanlışları derinleştirerek sürdürüyorlar.

Bununla da yetinmeyip, sandığa gitmeyenleri AKP-MHP blokunu yani “gerici-faşist iktidarı” desteklemekle suçlamalarına ne demeli?  Son yılların tüm seçimlerinde tekrarladıkları beylik nakarattır bu! Çözümü sandıkta arayan, sadece seçim dönemlerinde canlanan, siyaseti seçimlerden ibaret gören, kapağı legal bir kurum veya partiye atmış, “tatlı su devrimcileri”nin gerçek devrimcilere ve komünistlere karşı kullandıkları en önemli saldırı retoriğidir. Kendi pasifist-reformist duruşlarını aklamak, düzenin çemberine girmeyenleri oraya çekmek, “suç ortakları”nı çoğaltmak çabasıdır aslında. Gemiyi terk eden farelerin, geminin batmasını çok istemeleri gibi herkesin kendilerine benzemelerini isterler. Benzemeyenler, onların yüzüne tutulan bir ayna işlevi gördükleri için fazlasıyla rahatsız eder.

Bu kez de öyle oldu. Hatta iyice gemi azıya aldılar. Cepheyi genişletmiş olmanın cesareti ile saldırganlıkları arttı. AKP-MHP gerici-faşist blokla değil, “sandığa gitme” diyenlerle kavga ettiler. Çünkü bunların AKP-MHP düşmanlığı da ilkesel ve tutarlı değildir, konjonktüreldir. Daha düne kadar AKP’yi “statükoya karşı değişimin temsilcisi”, “askeri vesayete karşı sivil demokrasinin savunucusu” diyerek savunan; “yetmez ama evet”lerle bugünlere gelmesini sağlayan bunlar değil miydi?  Gezi direnişinde “hükümet istifa” sloganlarını atanlara “AKP gitsin de CHP mi gelsin” diyerek karşı çıkan, “çözüm süreci”ni sekteye uğratacağı korkusuyla Gezi’yi bitirmeye çalışan, Kürt illerinde halkın sokağa çıkmasını durduran bunlar değil miydi?

Keza Bahçeli’yi “ülkücüleri sokaktan çekti” diye alkışlayan, eski MHP’nin değiştiğini, merkeze çekildiğini söyleyen de bunlardı!

Şimdi hiç sıkılmadan faşizme ve gericiliğe karşı en uzlaşmaz mücadeleyi yürüten kanını-canını veren komünistleri ve gerçek devrimcileri en akılalmaz savlarla suçluyor ve saldırıya geçiyorlar. Çünkü onlar asıl düşman olarak komünistleri ve devrimcileri görüyorlar. Düzen partileriyle şu ya da bu kesitte birlikte hareket edebiliyor; bazen ona bazen diğerine yaslanabiliyorlar. Kah o parti ya da bloka, kah bu parti ya da bloka yedeklenebiliyor ve bunu da ‘reel politika’ diye savunuyorlar.

“AKP’ye iktidarı altın tepside biz sunduk” diyenler ve en kritik zamanlarda AKP’ye soluk borusu olanlar, bugün CHP’nin arabasına atlamış durumdalar. Yıllarca “Ergenekoncu”, “faşist”, “kafatasçı” diye saldırdıkları CHP’yi; “kontra”, “katil” olarak tanımladıkları Meral Akşener’i, bugün “faşizmi geriletecek” ittifak olarak destekleyebiliyorlar.

Böylesine belkemiksizler! “Dün dündür, bugün bugün” düsturuyla siyaset yapanlardan tutarlı bir duruş beklenebilir mi? Daha düne kadar CHP’ye oy vermeyi “katiline aşık olmak”la “Stockholm sendromu” ile açıklayan onlar değil sanki. Geçmişte CHP’nin gadrine uğrayıp da hala CHP’ye oy verenleri “kasabın bıçağını yalayan koyun” diyerek aşağılayanlar da onlar değil!

Uzak geçmişten de bahsetmiyoruz. Birkaç yıl önceki yayınlarına, konuşmalarına baktığımızda buna benzer tonlarca örnek görebiliriz. Ama herkesi kör, sağır ya da balık hafızalı sanıyorlar. Ya da “biz ne dersek, bu halk ona inanır, arkamızdan gelir” diyorlar. Çünkü demagojide sınır tanımıyorlar!

Örneğin “biz bilmiyor muyuz hepsinin düzen partisi olduğunu? ‘Millet ittifakı’ kazandığında devrim olmayacağını?” diyorlar. Ya da “sermayenin faşist yüzü Yıldırım ise, yumuşak yüzünün İmamoğlu” olduğunu?..

Gerçekten de biliyorlar! Zaten bildikleri halde çarpıttıkları için revizyonist, reformist oluyorlar. Doğrularla yanlışları karıştırıp, bir bulamaç halinde, “sol” adına kitlelere boca etikleri için…

7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP barajı aşınca “demokratik devrim” bile demişlerdi. “Millet ittifakı” için daha temkinliler! Onlara “devrim” yaptırırlarsa, hiç bir inandırıcılıkları kalmayacağı için “ülkede faşizmi geriletmek”, İstanbul’da ise “faşist iktidarın en önemli kalesini düşürmek” gibi “makul” hedefler koydular. Bir de değişen siyasi iklimle birlikte “mücadele alanlarının açılacağı” beklentisini yaydılar.

Onların “demokratik devrim” diye bayram ettikleri günlerden birkaç ay sonra, Kürt illeri yerle bir edildi. Başkentin göbeğinde ülke tarihinin en büyük katliamı yapıldı. Her yerde bombalar patladı, tutuklamaların ardı arkası kesilmedi, işkence yeniden hortladı.

Şimdi “faşizmi geriletmek”ten bahsediyorlar ya, vay halimize! Sosyal-demokratların hükümet olduğu dönemler, karşı-devrimin en büyük saldırılarını gerçekleştirdiği dönemlerdir çünkü. 70’li yıllarda CHP’nin ‘90’larda SHP’nin kısa süreli hükümet dönemlerinde bile neler yaşandı. İlkinde ’78 Maraş katliamını, ardından sıkıyönetim ilanını gördük; ikincisinde ’93 Sivas katliamını… Bir de Ecevit’in başbakanlık yaptığı 2000’lerde “Hayata Dönüş” adı verilen hapishane katliamını… Öcalan’ın esir alınıp Türkiye’ye getirilişi de Ecevit döneminde olmuştu.

Böyle bir sicile sahip partiden “faşizmi geriletmesi” beklenebilir mi? Bu kez diyorlar ki, “tabi ki mücadele edeceğiz”(!)

Eğer faşizmi geriletmek, halkın mücadelesi ile gerçekleşecek ise, -ki öyledir- şu ya da bu düzen partisine neden destek veriyor, onlara kan taşıyorsunuz? Kitleleri neden yanıltıyor, umut pompalıyorsunuz? Bir kez daha hayal kırıklığı yaşatmaya ne hakkınız var!

İşte böylesine tutarsız, çelişkili sözlerle halkı düzen partilerine mahkum ediyorlar. Seçimden seçime koşturup sandıktan medet ummasını sağlıyorlar. Devrimci hareketin güçsüzlüğünden, sesini yeterince duyuramamasından yararlanıp ahkam kesiyor ve kitleler üzerinde baskı oluşturuyorlar. Onlara boş yere “faşizmin koltuk değneği” ya da “can simidi”, “stepne” sıfatları uygun görülmemiş…

Peki CHP’nin AKP’den hiç farkı yok mu? CHP işbaşına geldiğinde, AKP döneminden farklı bir şey olmayacak mı?

Kuşkusuz olacak. Misyonları gereği halkın öfkesini söndürecek bazı adımlar atmak zorunda kalacaklar. Örneğin bazı gerici-dinci uygulamalar, eğitim başta olmak üzere pek çok alanda değişecektir. Laik kesimlerin talepleri karşılanmaya çalışılacaktır. Ki bu konularda bile “dindar kesimi ürkütmeme” adına son derece yavaş ve sınırlı davranmaları muhtemeldir.

Ama işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüde; komünist ve devrimciler üzerindeki baskıda; Kürt halkına dönük asimilasyon politikalarında değişen bir şey olmayacak! Bir şeyler değişecekse de, bu kitlelerin mücadele gücüyle olacak, CHP’nin varlığıyla değil…

Sonuçta kapitalist düzen aynı kaldığı sürece, hangi hükümet kurulursa kurulsun “hak verilmez alınır” şiarı geçerliliğini koruyacaktır… “Mücadele alanlarını” dişe diş bir mücadele ile yine biz açacağız…

 

Sonuç yerine

Yenilenen seçimlerle birlikte yaklaşık 6 ay Türkiye’nin gündemini seçimle doldurdular. Böylece gerçek sorunları perdelemeyi, en azından gündemden düşürmeyi başardılar. Fakat kriz başta olmak üzere sorunlar olduğu yerde duruyor. Geçen  süre zarfında daha da derinleşmiş durumda.

Seçimlerin hemen ardından zam yağmuru, artan vergiler, işsizlik ve enflasyon rakamlarının fırlaması, bunun göstergeleri. Öte yandan ABD ile Rusya arasına sıkışan dış politika, daha çapraşık hale geldi. Uzun süredir tartışılan S-400’lerin Türkiye’ye gelmesi, ABD’nin yaptırım tehditleri, yaşanan krizi depreştirecek unsurlardır.

Seçim yenilgisi ve ardından başlayan sistem tartışmaları ile bunalan Erdoğan ve şürekası, çareyi yine “etrafımız düşmanlarla sarılı” demagojisinde ve savaşı yaymada buldu. Bir yandan Irak’ın Kürt bölgesine “sınır ötesi operasyon”ları arttırıyor, diğer yandan Suriye ordusuyla İdlib’de savaşıyor ve oradaki çetelerinin bir kısmını Libya’ya göndererek bir cephe de Libya’da açıyor. Ayrıca Doğu Akdeniz’de iyice ısınan sulara yeni savaş gemileri göndererek, gerginliği tırmandırıyor.

Ülke içinde desteğini kaybeden bir hükümetin dışarda giriştiği bu tür maceralar, çok daha büyük yıkımlara yol açar. Bunu düzen partileri değil, yine halkın tepkileri, eylemli protestoları durduracak. Düzen muhalefetinin hali pür meali ortada!

Seçimlerden başarıyla çıktıkları ve halkın desteğini arkasına aldıkları halde, hükümeti istifaya zorlayıp bu ucube sisteme son vermek yerine, Erdoğan’ı “tarafsız” kalmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Ya da AKP içinden çıkacak yeni partilere umut bağlıyorlar.

Oysa İstanbul seçimlerinin ardından ülkenin yaklaşık yüzde 70’i muhalefetin eline geçmiş durumda. Neredeyse tüm büyükşehirleri CHP’nin belediye başkanları yönetiyor. Buralar, sadece nüfus bakımından değil, ekonomik, siyasi, kültürel bakımdan da ülkenin en önemli bölgeleri. Dolayısıyla muhalefetin eli her yönden güçlenmiş durumda. Hükümeti gümbür gümbür sarsabileceği halde, bu yola başvurmuyor. Yani reformistlerin yaydıkları gibi “faşizmi geriletmek” bir yana, hükümeti yerinden oynatacak bir çaba içine bile girmiyorlar.

Belli ki, önce “tarafsız cumhurbaşkanlığı”nı kabullendirmek, sonra adım adım eski rejime döndürmek istiyorlar. Muhalefetin bu tutumuna karşılık Erdoğan, “kabine değişikliği”ne bile gitmiyor. Yanısıra milletvekilleri ile çeşitli toplantılar yaparak, Babacan-Gül ve Davutoğlu ekibinin kopartacağı milletvekili sayısını azaltmaya çalışıyor. Yani muhalefetin isteklerine uymayacağını göstermiş oluyor.

Ama ne Erdoğan’ın bu çabaları, ne muhalefetin işi yavaştan alan tutumu, AKP’nin yuvarlanışını durduramayacak. Bataklıkta çırpındıkça daha fazla batıldığı gibi, AKP’nin attığı her adım, batışını hızlandıracak.

Önümüzdeki dönem krizin ağır faturası ile iyice bunalan işçi-emekçi direnişlerine sahne olacaktır. AKP’nin savaş politikaları ve bu yöndeki kışkırtıcı propagandası, halkta rağbet görmeyecek, aksine AKP’ye olan tepkileri arttıracaktır. Savaş karşıtlığı ile krize karşı mücadele birleşecek, AKP’nin sonunu da bu getirecektir. Muhalefet partileri ancak o zaman harekete geçecek, halkın tepkisini düzen-içinde tutmaya çalışacaktır. Tabi reformistler yine onların en büyük yardımcıları olarak yerlerini alacak.

AKP’nin işbaşına geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde, onu “demokrat” göstererek destekleyenler, nasıl tarihi bir hata işledilerse; bugün CHP ve muhalefet partilerini “faşizmi geriletmek” adına destekleyenler (ki aynı kesimlerdir) benzer bir yanlışın içindeler. Fakat düne karşı bir sorumluluk ve bir özeleştiri ihtiyacı duymadıkları için, (onları bu yönde zorlayan bir devrimci basınç olmadığından) bugün de çok rahat biçimde aynı yanlışları yapıyorlar.

Faşizme karşı mücadele, reformizme karşı mücadele ile birlikte verilmek zorundadır. Devrimci bir bakış açısıyla bu çemberi kırabilir, faşizm ve reformizm birlikte geriletilebilir.

23 Haziran sonrası oluşan yeni siyasi dönem, komünist ve devrimcilerin önüne hem bu görevleri koyuyor, hem de yeni olanaklar sunarak yaşama geçirme zeminini güçlendiriyor. Bunu başarabildiğimiz oranda halkın mücadelesini doğru hedeflere yönlendirebilir ve kalıcı sonuçlar elde edebiliriz. Aksi halde halkın tepkileri reformistler eliyle yine düzen partilerine akacak ve bir kez daha hayal kırıklığına yol açacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …