Belirsizlikler içindeki GÜVENLİ BÖLGE

7 Ağustos günü, ABD ile Türkiye’nin, “güvenli bölge”ye dönük “ortak operasyon merkezi” kurulması konusunda anlaştıkları haberleri yayınlandı. Ardından Urfa’da bir ortak operasyon merkezi kurulduğu duyuruldu ve bu merkeze gelen ABD askerleri görüntülendi.

ABD ile Türkiye arasındaki uzlaşma metninin üç temel maddesi var. Buna göre, Türkiye’nin güvenlik kaygıları giderilecek, güvenli bölge tesisinin ABD ile birlikte eşgüdümü ve yönetimi için bir OHM (Ortak Harekat Merkezi) kurulacak ve Türkiye’deki Suriyelilerin ülkelerine geri dönmeleri için ek önlemler alınacak.

Bu aşamaya gelinceye kadar, iki ülke arasında önemli restleşmeler, tartışmalar, pazarlıklar yaşandı. Bir çok defa karşılıklı sert açıklamalar yapıldı. Sonuçta imzalanan bu metnin önemli ölçüde muğlaklıklar taşıyan bölümlerinin nasıl çözüleceği, ne düzeyde hayata geçeceği ise belirsiz.

 

Güvenli bölge pazarlıkları

AKP hükümetinin asıl hedefi, Suriye topraklarındaki varlığını genişletmek ve bunu kalıcı bir işgal-ilhak pozisyonuna dönüştürmektir. 2011 yılında Suriye savaşının başlamasından itibaren kurdukları hayal budur.

Sekiz yıllık savaş sürecinde, ABD ile Rusya’nın arasında yaşanan rekabet ve güç dengelerini kullanan Erdoğan yönetimi, bazı parçaları koparmayı başardı. Kimi zaman Rusya’dan, kimi zaman ABD’den icazet alarak Cerablus, el Bab, İdlib ve Afrin’e asker soktu; bu bölgeleri kendi kontrolü altına aldı. Menbiç konusunda, tüm bastırmasına rağmen yol alamadı; ABD de, Rusya da bu bölgeyi Türkiye’ye vermeyi kabul etmedi.

Ancak bugün, Rusya ile imzaladığı S-400 anlaşması, Türkiye’ye ABD karşısında yeni bir pazarlık kozu vermiş oldu. Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmalı hale getiren ve bu nedenle ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin planlarına önemli bir darbe vuran bu gelişmenin ardından ABD, Türkiye’ye belli tavizler vermeyi kabul etti. Sorun bu tavizlerin ne düzeyde kalacağına kilitlenmişti. Bir tarafta ABD’nin Suriye’deki en önemli dayanağı olan PYD’nin çıkarlarının gözetilmesi vardı; diğer tarafta ise Türkiye’yi tatmin edecek bir tavizin oluşturulması.

AKP hükümetinin bu pazarlıktaki talepleri, PYD’nin oluşturduğu yeni yönetime açık bir darbeyi hedefliyordu. Sınır hattı boyunca 35 km güvenli bölge oluşturulması, PYD-YPG’nin bu bölgeden çıkartılması ve bu bölgede ABD ile Türkiye’nin ortak çalışma yürütmesi maddeleri ile, AKP hükümeti pazarlığı en üstten açmıştı. Ancak bu maddeler, en başta PYD’nin hakimiyet alanının ciddi biçimde azaltılması anlamına geliyordu. İkincisi, Türkiye’nin 35 km derinliğe inmesi, Suriye-Irak hattında yaklaşık 15 km derinlikte uzanan M4 karayolunda ve Semelka sınır kapısında denetimi YPG’nin elinden alarak, özellikle Şengal-Kandil hattı ile arasındaki bağlantıyı kopartıyordu.

Bu koşullarda bir uzlaşma noktası oluşturmaya çalışan ABD, Kürt hareketini belli düzeyde geri adım atmaya ikna etti. ABD ile YPG arasında varılan anlaşma sonucunda, AKP hükümetinin önüne konulan teklif, bir ara çözüm bulma amacını taşıyordu. Buna göre YPG, 5 km derinliğinde bir güvenli bölgeyi kabul ettiklerini duyurdu. Bu 5 km’lik bölgeden YPG çekilecek, ancak bu bölgede “yerel askeri meclis” oluşturulacak; bu 5 km içindeki YPG’ye ait ağır silahlar çekilecek, hatta 20 km menzilli silahlar da 20 km uzağa çekilecek; bu alanda uluslararası gözlemciler yer alacak; Türkiye’nin bu uluslararası gözlemci gücün içinde yer alması ise, Afrin’den cihatçı çetelerin çıkartılması, öncesinde çıkartılan insanların geri dönmesi ve gaspedilen mal-mülkün geri verilmesi şartına bağlanacak.

 

Üç tarafta Kürt halkına topyekun saldırı

ABD ile Türkiye arasındaki pazarlıklar sürerken, AKP hükümeti bölgeye dönük saldırılarına hız kazandırdı. KCK Yürütme Kurulu üyesi Diyar Garip’in öldürülmesinin ardından Erbil’de MİT mensubu Osman Köse’ye dönük suikast haberi geldi. Bunun üzerine AKP hükümeti, “Pençe Harekatı” adını verdiği bir saldırı ile Kandil’i zayıflatma girişimini başlattı. Üstelik bu harekat sırasında ABD ya da KDP’den aldığı bilgilerle, nokta atışlarda ilk defa bu kadar büyük bir isabet kaydetti. Bu arada Suruç ve Akçakale karşısındaki Kobane, Tel Abyad ve Serakaniye’ye her an girme hedefiyle askeri yığınak yapıldı. Tüm bu gelişmeler yaşanır ve PKK ve PYD’ye dönük bu saldırılar artarken, ABD ya da KDP’den tek bir ses yükselmedi.

Türkiye ile ABD’nin 7 Ağustos günü “güvenli bölge” konusunda uzlaştıkları duyurusuna paralel olarak AKP hükümeti, Öcalan’ı da devreye soktu. Öcalan, “Kürtlerin başkaca bir devlete ihtiyacı olmadığı” konusunda garanti veren açıklamasında, “Kürtlerin bir hukuku olacak mıdır” diye soruyor ve bir “çözüm” için devreye girmeye hazır olduğunu belirtiyordu.

Üstelik Öcalan’ın bu açıklaması, AKP hükümetinin Kürt kentlerinde 430 kadar mülki yetkiliyi değiştirip HDP’li belediyelere yeniden kayyum atamaya başlayacağı konuşuluyorken yaptırılmıştı.

AKP hükümetinin hedefinin genel olarak üç parçada Kürt hareketini zayıflatmak, güçten düşürmek ve kendisine bağımlı hale getirmek olduğu açık. Ve Suriye’nin bir savaş içinde olmasından faydalanarak, “ne kadar fazla toprak kopartırsam kar” diye bakıyor. Bu basitçe bir toprak kazanımının ötesinde, Kürt özerk yönetimini de zayıflatacak bir hamle olarak planlanıyor. Ve devamında, Irak’ta giderek güçlenen Kürt alanlarına (Şengal ve Kandil başta olmak üzere) müdahale etmek istiyor. Bu bölgelerde askeri varlığını kalıcı hale getirmek, bu hedefin en önemli parçası.

 

ABD ne kadar taviz verecek?

Güvenli bölge konusunda pazarlıkların sürdüğü bir dönemde, 1 Ağustos günü, ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, “Bizimle savaşanların zarar görmemesi, saldırıya hedef olmaması konusundaki taahhüdümüz sürüyor. Bu durum Türklerle ilgili endişelerimizi de kapsıyor” açıklamasını yaptı.

Ancak bu açıklama, Kürt hareketine yönelik bir ajitasyon cümlesi olmanın ötesine geçmiyor. Çünkü sadece ABD’nin değil, egemenlerin genel tutumu, aldıkları kararlardaki genel yaklaşım “bizimle savaşanların zarar görmemesi” değil, “bizim zarar görmememiz” olarak özetlenebilir. Yani ABD, işbirlikçilerinden önce kendi çıkarlarını gözetir, kendi çıkarları doğrultusunda kararlar alır, işbirlikçilerini de bu çizgiye çekmeye çalışır.

Aslında PYD-SGD ile olan ilişkisi de başından itibaren böyledir. Menbiç’i Türkiye’ye teslim etmeme kararı, PYD’yi değil, kendi çıkarlarını korumakla ilgilidir; bugün Türkiye Hakurk’a “pençe” atarken istihbarat sağlaması da öyle…

Güvenli bölge anlaşmasında ABD’nin asıl motivasyonu, Türkiye’nin S-400 anlaşmasını etkisizleştirecek, Türkiye’ye gelen S-400’lerin ABD’ye tehdit oluşturmasını önleyecek bir noktayı bulmaktır. Bu arada, PYD-SGD’nin de kendisinden koparak Rusya’ya yaklaşmasına gerek kalmayacak bir nokta olacaktır bu.

ABD, en başta Türkiye’nin Fırat’ın Doğusu’na tek taraflı bir askeri harekat gerçekleştirmesini önlemiş, en azından zaman kazanmış oldu. Bu arada güvenli bölgenin nasıl, hangi koşullarda, ne kadar sürede kurulacağı soruları belirsiz bırakıldı. Üstelik bu, AKP hükümetinin “bu defa Menbiç’e benzer bir oyalanmaya izin verilmeyeceği” yolundaki açıklamalarına rağmen böyle oldu.

Yapılan anlaşma, 5 km derinliğinde SGD’den arındırılmış bir bölge kurulmasını öngörüyor. Yanısıra devamında 9 km derinliğinde bir şerit içinde de (toplam 14 km) SGD ağır silahları olmayacak. Ancak ABD’nin her halükarda TSK’yı Kobane ve Kamışlı’nın dışında tutacağı anlaşılmaktadır.

Anlaşmanın en tartışmalı olan maddesi, “Suriyelilerin ülkelerine dönmesi” ile ilgili olanıdır. “Suriyeliler” kavramı her yöne çekilebilecek bir kelimedir. AKP hükümetinin niyetinin bölgenin demografik yapısını değiştirmek olduğu biliniyor. Ancak bu, bölgeye Arap nüfusu kaydırmakla sınırlı olmayacaktır. Asıl olarak, “Türkiye’deki sığınmacıların geri dönmesi” kamuflajı altında, AKP’nin kontrolündeki cihatçı çeteleri bölgeye yerleştirecektir. Böylece Kürt bölgelerinde iç çatışmaları körüklemek için şimdiden zemin oluşturacaktır.

PYD açısından, “güvenli bölge” tartışmaları oldukça “güvensiz” bir tablo yaratmaktadır. Bir yanıyla ABD’nin kendilerine “muhtaç” olduğunun farkındalar. IŞİD ile savaş sırasında ABD’li komutanların Kürt savaşçıların iç disiplin, savaşma kabiliyeti ve motivasyonu, koordinasyon becerisi gibi özelliklerinden, keza kadın komutanların savaş gücünden epeyce söz ettikleri biliniyor. ABD’liler, Afganistan ya da Irak’ta böyle bir askeri güç görmediklerini ifade ediyorlar.

Diğer yandan PYD, ABD’nin Türkiye’den vazgeçemeyeceğini de biliyor. ABD, Türkiye ile yaptığı görüşmeleri anlık olarak PYD’ye ileterek, her aşamada Kürt hareketinin rızasını oluşturma çabasına girdi. Ancak PYD, bunun geçici ve göstermelik bir tutum olduğunun farkında. ABD, Türkiye’yi Rusya’dan kopartmak için, Kürt bölgesinden birkaç kenti (mesela Arap nüfusun olduğu Tel Abyad’ı) feda etmekten çekinmeyecektir. Son birkaç gün içinde yaşanan Hakurk vb gelişmeler bunun açık kanıtıdır zaten. Bu koşullarda PYD-SGD, olası bir işgal durumunda kendi savunmasını gerçekleştirme hazırlığını sürdürmektedir. Yollarda mevziler-siperler hazırlanması, şehirde tüneller kazılması, belli yığınaklar yapılması; her şeyden önemlisi psikolojik olarak “tetikte durma” uyarıları, bunun göstergesidir. Kürt yetkililer “bu defa Afrin gibi olmayacak” sözünü sıkça tekrar etmektedir.

 

“Güvenli bölge”ye Rusya ne diyor?

Bir ABD projesi olarak kurulan AKP hükümeti, her ne kadar 15 Temmuz darbesi yüzünden ABD ile arayı açmış olsa da, özü ABD’den yanadır. Rusya ile yaptığı anlaşmalar ise, bir taraftan ülke içindeki Avrasyacı kliklerin dayatması sonucu, bir taraftan da ABD ile pazarlık gücünü artırmak için “eli yükseltme” çabasıdır. Bu nedenle AKP hükümetinin önceliği, ABD ile anlaşarak “güvenli bölge” oluşturmaktır.

Elbette ABD ile “Suriye toprakları” üzerine yapılan güvenli bölge pazarlığı, Suriye’nin de, Rusya’nın da büyük tepkisini çekmektedir. Rusya bu pazarlıklar başladığı anda, “İdlib kartı”nı masaya sürdü. Türkiye’nin İdlib’deki görevlerini yerine getirmediğini söyledi ve Suriye Ordusu’nun başlattığı bir saldırı ile, İdlib’de sekiz yıldır cihatçı çetelerin elinde olan bazı bölgeleri geri aldı. Stratejik öneme sahip Han Şeyhun kasabasının alınması, İdlib’de gerçek bir ilerleme anlamına geliyor. Keza Türkiye’nin “gözlem noktası” bahanesiyle asker yığdığı bazı noktaların çok yakınlarına da saldırı gerçekleştirdi. Türkiye’nin 9. ve 8. gözlem noktaları Suriye Ordusu’nun doğrudan tehdidi altında.

Türkiye artık İdlib’de yolun sonuna geldiğini biliyor. İdlib’de cihatçıların temizlenmesi konusunda verdiği sözlerle Rusya’yı uzun zamandır oyalıyor olsa da, artık bahanesi, gerekçesi kalmadı. Bu durumda, Rusya’nın Suriye’deki son cihatçı yuvasını temizlemek için harekete geçmesi kaçınılmaz hale geldi. AKP hükümeti, bugün İdlib’deki gözlem noktalarını koruma kararlılığını ifade ediyor ve saldırılara yüksek perdeden tepki gösteriyor. Ancak bu da Rusya ile pazarlık yapma amacını taşıyor. Rusya ve Suriye ile doğrudan bir savaşa giremeyeceğine göre, Suriye Ordusu ilerledikçe Türkiye de bu gözlem noktalarından çekilmek zorunda kalacaktır.

AKP hükümetinin güvenli bölge konusundaki çığırtkanlığında temel unsurlardan biri de budur. Bugün bir taraftan İdlib’de savaşı kaybedecek cihatçı çeteler için yeni bir çekilme ve üslenme bölgesi arayışındadır; diğer taraftan İdlib’de mevzi kaybettiğini gözlerden gizleyecek bir “zafer” görüntüsüne ihtiyaç duymaktadır. PYD’nin yönetimindeki bölgede “güvenli hat” oluşturma tartışması, bu koşullarda başlamıştır. Tel Abyad’da ya da Menbiç’te elde edeceği küçük de olsa bir toprak parçası, İdlib’deki kayıplarını gözlerden gizleyecektir.

5 Ağustos günü Suriye Ordusu İdlib’in güneyine yoğun hava operasyonları başlattıktan iki gün sonra, çok önemli başarılar elde etmeye başladığı bir anda, 7 Ağustos günü ABD ile güvenli bölge anlaşmasının imzalanması, birbirinden bağımsız gelişmeler değildir.

 

Belirsizlikler sürüyor

Güvenli bölge anlaşmasının imzalanmış olması, ABD ile Türkiye arasında gerçekten bir anlaşma yapıldığının göstergesi değildir. ABD’nin önceliği, Türkiye’nin YPG ile sıcak çatışmaya girmesini engellemek, geciktirmek ve zaman kazanmaktır. Türkiye’nin önceliği ise, savaş çığırtkanlığı içinde hem iç ekonomik gündemi, hem İdlib kayıplarını gözlerden gizlemektir. Bu arada, içeride ve dışarıda Kürt hareketinin üzerinde sopa sallamak, kazanımlarına darbeler vurmak da hedefleri arasındadır.

Diğer yandan güvenli bölgenin kurulması, sadece ABD ile Türkiye’nin karar alabileceği bir konu değildir. Böyle bir girişim olursa, Rusya, Suriye ve İran’ın da müdahil olacağı çok farklı gelişmeler gündeme gelecektir. Benzer biçimde, Türkiye’nin ABD ve Rusya’nın onaylamadığı bir işgal harekatına kendi başına girişmesi ihtimali de yoktur.

Aslında Türkiye’nin ABD ve Rusya’dan sınırlı bir işgal izni alması ihtimali, küçük de olsa vardır. ABD, Türkiye’nin asıl Kürt kentlerinden uzak kalması koşuluyla; Rusya ise İdlib’de karşılaşacağı direnişi azaltma karşılığında, PYD-SGD’nin kontrolündeki küçük bir Arap bölgesine TSK’nın girmesine izin verebilir. Geçmişte Halep’in temizlenmesi sürecinde Türkiye’ye el Bab’a girme izninin verilmesi, Doğu Guta’daki cihatçıların direnişsiz çıkması karşılığında Afrin işgaline yeşil ışık yakılması gibi…

Bugün de benzer bir durum ihtimal dahilindedir. Ancak Kürt hareketinin bu anlaşmanın neresinde duracağı, Afrin’de olduğu gibi anlaşmayı kabullenip kabullenmeyeceği belirsizdir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …