AKP’nin saldırganlığı ile artan Faşizm tespitleri üzerine

internette-arkasayfa-yazilari-icin

Son aylarda AKP’nin artan baskı ve şiddet politikaları, faşizme dair tespitleri yeniden gündeme getirdi. AKP’nin polis yetkilerini arttıran yeni yasasıyla birlikte “faşizme çeyrek kaldı”, “faşizm yükseliyor”, “kara faşizm geliyor” türü çığlıklar aldı başını gitti ve bunlar gazete manşetlerini kapladı.

Aslında AKP hükümetine dönük bu tür değerlendirmeler yeni değil. 2007’den sonra AKP’nin başta ordu olmak üzere devletin kurumlarından kendine karşı klikleri tasfiye harekatının ardından, faşizm tartışmaları başlamıştı. O güne dek “askerin vesayeti”ne karşı olduğu savıyla AKP’ye “demokrat” payesi verip destekleyenler, “asker vesayeti”nin yerini “polis devleti”nin aldığını ileri sürerek, AKP’nin “sivil faşist” bir rejime gittiğini söylediler.

Bu kesimler, ülkemizde faşizmi “askeri darbe” ile özdeşleştirdikleri için, ona karşı olan herkesi “demokrat” payesi ile onurlandırmayı hep yapıyorlar. Öyle ki, 12 Mart yarı-askeri faşist rejimini destekleyen ve 70’li yıllar boyunca faşist “Milliyetçi Cephe” hükümetlerini kuran, halka yönelik saldırıların başını çeken Demirel bile, sözde 12 Eylül’e karşı olduğu için, dönemin liberalleri tarafından “demokrat” ilan edilmiş ve baştacı yapılmıştı! Benzer bir durum yıllar sonra Erdoğan’la yaşandı. Aynı kesimler, onu 28 Şubat’ın gadrine uğramış bir “kahraman” yaptılar!

Ne zaman ki Erdoğan ve AKP, durumunu sağlamlaştırdı, kendine daha güvenli olarak yeni adımlar atmaya başladı; faşizmin sadece ordu darbesiyle gerçekleşmediğini, Hitler örneğinde olduğu gibi seçimle de işbaşına gelebileceğini hatırladılar! AKP’nin ikinci döneminde “yasama-yürütme-yargı”yı ele geçirip otoriterleştiğini söyleyerek “sivil faşizm” demeye başladılar.

Oysa AKP başından itibaren ABD işbirlikçisi gerici-faşist bir parti olarak kurulmuş, bir “savaş hükümeti” şeklinde işbaşına getirilmişti. Elbette kuruluşundan bugüne kimi değişiklikler yaşandı. Bu normaldi de. Başlangıçta kendisini kitlelere kabul ettirebilmek için, onların tepkilerine tercüman olacak, kimi taleplerini sahipleniyor görünecekti. Hatta kendini halktan biri gibi gösterecek, benzer acılar yaşadıklarını iddia edecekti.

Unutulmasın ki, dünyadaki en güçlü faşist partinin adı “Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi”dir. Hitler’in başında bulunduğu bu parti, Alman işçi ve emekçilerinin sosyalizme olan sempatilerini bu şekilde sömürerek iktidara gelmiştir. İlk dönemde de, seçimler ve parlamento dahil varolan kurumları aynen korumuşlardır. İlginçtir; tıpkı AKP’nin ki gibi, Nazilerin iktidara geldikten sonraki seçimlerde (5 Mart 1933) aldıkları oy oranı yüzde 43.9’dur. Yani çoğunluğu elde etmiş değillerdir. Aynı seçimlere komünistler de girmiş ve 81 milletvekili kazanmıştır. Ama onların milletvekillikleri iptal edilerek, faşistlerin parlamentoda çoğunluğa ulaşması sağlanmıştır. Çoğunluğu elde edince de, önce komünistlerin, ardından kendilerine en büyük desteği sunan sosyal-demokratların partisini kapatacak, anayasayı değiştirecek ve devleti faşistleştirme yönünde hızla ilerleyeceklerdir. (Veriler; Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili’nden, sf: 41-42, Sol yay.)

Faşizmin en sık başvurduğu yöntem; yalan ve demagojidir, entrika ve provakasyondur. Öyle ki, iktidara gelişlerini birçok yerde bir “devrim” olarak nitelemişlerdir. Tıpkı bizde işçi ve emekçilere dönük saldırı paketlerine “devrim” denmesi gibi… Almanya’da yalan ve demagoji makinesi olarak işleyen, başında ünlü Göbels’in yeraldığı bir “Propaganda Bakanlığı” bile kurulmuştur ve faşizmin kitle tabanını oluşturmada bu bakanlık çok önemli roller üstlenmiştir. Bu konuda en büyük destekçileri ise, -dün olduğu gibi bugün de- reformistler, sosyal-demokratlar ve burjuva liberallerdir.

AKP de -kendinden önceki tüm gerici, faşist partiler gibi- rakiplerine darbeler indirerek iktidarını sağlamlaştırdıkça, eskisinden çok daha güvenli bir şekilde istediği yasaları çıkarmaya başladı. Elde ettiği her başarı ile daha da pervasızlaştı. Bu durum, o güne dek çeşitli demagojilerle yüzüne taktığı maskelerin hızlı bir şekilde düşmesini sağladı. Bu aşamadan sonradır ki, ona “demokrat” payesi verenler, “sivil faşist” demeye başladılar.

Bugün AKP’yi “kara faşizm”le özdeşleştirenlerin ağırlıklı bir kısmı, daha düne kadar onun ortağı olan, aynı zamanda “vurucu timi” gibi çalışan Gülen Cemaati’nin destekçileridir. AKP’nin ikinci döneminde, onun faşist yüzünü keşfeden(!) kimi liberal ve reformistlerden sonra, AKP’nin üçüncü döneminde Cemaatçiler de bu koroya katıldılar. Yani AKP hangi kesime dokunmaya, çıkarlarına ters düşmeye başlamışsa, o kesimlerden “faşizm” feryadını duymaya başlıyoruz. Tıpkı bir Alman papazın “önce komünistleri götürdüler, sesimizi çıkarmadık” diye başlayan ve sıra kendilerine geldiğinde ses çıkaracak kimsenin kalmadığından yakınan ünlü sözlerinde olduğu gibi… Ama bu süre içinde “atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş” oluyor! Artık onlara ihtiyaç kalmıyor! Misyonlarını oynamış faşizme gerekli zamanı ve fırsatı sağlamış olarak sahneden çekiliyorlar…

Dolayısıyla bugün yeniden “yükselen faşizm” söylemleri, burjuva liberal aydınların yaşadıkları hayal kırıklığı ve çıkarlarına dokunulması üzerinden gerçekleşiyor. Bu tahliler, teorik bir altyapıdan ve nesnel bir değerlendirmeden yoksundur. Tahlilleri yapanlar böyle bir çabaya bile girmiyorlar. Buna karşın bu tespitlerin kendilerine “sol”, “sosyalist” diyen yayın organlarında yer alıyor olması, birçok reformist akımın burjuva liberal aydınların tespitlerini referans alması, konu üzerinde durmayı gerektirmektedir.

Esasında “faşizm tırmanıyor” tespiti, ‘70’li yıllara damgasını vuran bir tespittir. Onun diğer ucu ise, kendisini “sürekli faşizm” teorisiyle ortaya koymuştur. Üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen her iki teori de hala güncelliğini korumakta, her fırsatta yeniden hortlamaktadır.

Ne yazık ki, faşizm üzerine yapılan bu tespitlerde, sadece görüngülerden hareket edildiğini, faşizmin “baskı ve şiddet”ten ibaret sayıldığını görüyoruz. Daha da önemlisi, faşizm bir hükümet değişikliğine indirgeniyor. Bir devlet biçimi olarak ve sınıfsal dayanaklarıyla ele alınmıyor. Sadece burjuva aydınlar arasında değil, Türkiye devrimci hareketi içinde de faşizm konusunda ciddi bir kafa karışıklığı ve yüzeysellik sözkonusu.

Faşizm üzerine tespitlerin arttığı böyle bir dönemde, faşizmin ortaya çıktığı günden bu yana ele alıp derinleştirmeye vesile yapmak, “faşizm yükseliyor” çığlıklarının doğurduğu belki de en yararlı sonuç olacaktır.

 

Faşizmin ortaya çıktığı dönem-nesnel koşulları

Faşizm, 1920’li yıllardan itibaren siyaset sahnesinde yerini aldı. 30’lı yıllarda ise hızla yayılarak, bir dünya tehlikesi haline geldi.

I. emperyalist paylaşım savaşının bitiminden sonra, emperyalist-kapitalist sistem, bir kez daha krize sürüklenmeye başlamış ve bunun sonucunda faşist eğilimler belirmişti. Bunda en önemli faktör, I. emperyalist savaşın birçok ülkede halk ayaklanmalarına, devrimlere yol açmasıdır. 1917 Ekim devrimi, burjuvazinin savaş sonrası içine girdiği kriz koşullarını daha da derinleştiren en önemli unsurdur. Hem dünyanın altıda birini sömürü alanının dışına çıkarmış; hem de tüm işçi ve emekçilere, ezilen halklara somut bir örnek ve çok önemli bir maddi-manevi destek olmuştur. Bu durumda sosyalist SSCB, burjuvazinin “daha fazla kar” isteğinin karşısına dikilmiş en ciddi engeldi ve bir biçimde ezilmesi, yok edilmesi gerekiyordu.

Bundan dolayıdır ki faşizm, sadece emperyalizm döneminin değil, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nın ortaya çıkardığı bir devlet biçimidir.

İlk olarak 1922 yılının sonbaharında İtalya’da iktidara gelmeyi başardı. Asıl görevi, “proletaryanın devrimci çalışmalarını engellemek”ti, bu yöndeki çabaları, eskisinden çok daha şiddetli bir zorbalıkla bastırmaya girişti. Ama faşizm, sadece baskı ve şiddetten ibaret değildi ve tek başına işçi sınıfına yönelmekle de kalmadı; burjuva demokrasisinin temel kurum ve kurallarına karşı da saldırıya geçti. Bunu daha sonra kurulan faşist diktatörlüklerde de görmek mümkün olacaktı.

İtalya’dan sonra 1933 yılının Ocak ayında Almanya’da Naziler iktidara geldiler. Almanya, o yıllarda işçi sınıfının ve Komünist Partisi’nin en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. SBKP’den sonra Alman Komünist Partisi, dünyadaki en kitlesel partiydi ve Rusya’dan sonra Almanya’da devrim bekleniyordu. Böyle bir ülkede faşizmin zaferi, Avrupa’daki diğer ülkelerin egemenlerini de cesaretlendirdi. Ve bir bütün olarak faşizmin Avrupa’ya yayılmasında çok önemli bir rol oynadı.

Almanya’nın ardından Avusturya, Macaristan, İspanya, Bulgaristan, Yugoslavya Polonya, Finlandiya gibi ülkelerde faşizm değişik biçimler altında kendini gösterdi. Fransa başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde ise, faşizmin iktidara gelme girişimi, ona karşı verilen birleşik mücadele ile engellenebildi. Ama faşizmin yayılması sadece Avrupa ile sınırlı kalmadı. Uzakdoğu’da Japonya’da askeri faşist bir diktatörlük kuruldu.

1930’lı yıllar, kapitalizmin en ciddi kriz yıllarıydı. 1929 krizi, kapitalist ekonomiyi derinden sarsmış, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını yıkıcı yönde etkilemişti. Buna karşılık, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu yönünde büyük atılımlar yaşanıyordu. Kapitalist sistem, ekonomik krizle sarsılırken; sosyalist ekonominin hızla gelişmesi, pratikte de sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün kanıtlanmasıydı. Böyle bir durumda işçi ve emekçilerin giderek kötüleşen yaşam koşullarına tepkileri ve sosyalizme olan yönelimleri daha da arttı. Egemenler açısından devrim tehdidi çok yakın ve somut bir hal almaya başladı. Buna en yakın ülkelerden biri olan Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinde, bunun önemli bir rolü vardır. Bir devrim olasılığının yakınlaşması, buna karşın varolan biçimlerle onu bastıramama durumu, egemenleri son çare olarak faşizme yöneltmiştir.

Bir diğer etken ise, krizden çıkış yolu olarak savaş dışında başka seçeneğinin kalmamasıdır. Bu, hem içte tüm emekçi halka karşı yürütülen bir savaştır. Çünkü krizin yükünü işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak, ona karşı yükselen direnişi ise büyük bir şiddetle bastırmak zorundadır. Diğer yandan krizi aşabilmek için yeni pazar alanlarına ihtiyaç duyar, dışarıya karşı da saldırganlaşır; farklı ülkelerin yeraltı-yerüstü zenginliklerini de sömürmek için harekete geçer. Bu, “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı” demektir ki, yeni bir emperyalist savaşın başlaması anlamına gelir. Böyle bir savaşa kendi halkını razı edebilmek ve “cephe gerisi”ni sağlama almak için, faşizme başvurmak dışında yolu yoktur.

Dolayısıyla faşizm, emperyalizmin içte ve dışta keskinleşen saldırganlığının somutlaşmış halidir. Stalin, bu durumu şöyle özetlemektedir: “Burjuvazinin artık parlamentarizmin ve burjuva demokrasisinin eski metodlarıyla hakimiyetini sürdürememesinin; ve bu yüzden iç siyasette terörcü hükümet tedbidlerine başvurmak zorunda kalmasına barışçı dış politika temelinde bir çıkış yolu bulacak durumda olmamasının; ve bundan dolayı savaş siyasetine sarılmak zorunda olmasının işaretleri olarak görülmek zorundadır.” (Faşizm ve İşçi Sınıfı, Dimitrov, İnter yay. Sf. 11)

Gerçekten de faşizmin 1930’larda Almanya’dan başlayıp Avrupa’daki birçok kapitalist devleti kıskacına alması, yeni bir emperyalist savaşın işaret fişeğidir aynı zamanda. Nitekim Almanya’da Naziler, iktidara geldikten sonra başta ekonomi olmak üzere her alanda savaş hazırlığına başlamışlardır. Aynı durum İtalya ve Japonya için de geçerlidir. Bu üç faşist devletin, ittifak halinde II. Emperyalist savaşı başlatan “saldırgan emperyalistler” olması, faşizm ile savaş arasındaki bağın, pratik olarak da kanıtlanmasıdır.

Bu yönüyle faşizme karşı mücadele, emperyalist savaşa karşı mücadele ile içiçe geçmiştir. Faşizmin iktidarı ve ardından patlak veren ikinci emperyalist savaş, aynı zamanda başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm devrim ve sosyalizm güçlerine karşı imha savaşıdır.

İkinci emperyalist savaşın “provası” İspanya’da Halk Cephesi hükümetine karşı yapılmıştır mesela. Faşist general Franco, Alman ve İtalyan faşistlerinin desteğini arkasına alarak, seçimle işbaşına gelmiş ve İspanya Komünist Partisi’nin dışarıdan desteklediği Halk Cephesi hükümetine saldırmıştır. Franco’nun faşist ordusunun Madrid’e yürüyüşü, çok büyük bir direnişle karşılanmasına, “uluslararası tugaylar” kurularak enternasyonal bir hal almasına karşın, aylar süren bir direnişin ardından kırılacaktır.

1936 yılında gerçekleşen bu olay, faşist Almanya’nın sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı başlatacağı saldırının ilk denemesidir. Fransa, İngiltere ve ABD emperyalistleri, bu saldırganlık karşısında sessiz kalarak, faşizmi cesaretlendirir, önlerini düzlerler. Sadece İspanya’ya karşı saldırıyı değil, bu faşist devletlerin diğer ülkeleri işgallerini de sessizce izlemişlerdir. Bu tutumlarıyla, işçi ve emekçilere örnek olan sosyalist SB’nin ortadan kalkması için, Nazi Almanyası’nı adeta kışkırttılar, iteklediler. Böylece hem sosyalist bir ülkeyi ortadan kaldıracak, hem de Almanya’yı zayıf düşüreceklerdi.

Bu ikili amaçlarını gerçekleştirmek için Almanya’nın SB’ye saldırısını büyük bir sevinçle karşıladılar. Ve SB, Almanları püskürtene kadar da kıllarını kıpırdatmadılar; sözde “müttefik” olmalarına ve SB’nin çağrılarına rağmen Almanya’ya karşı yeni bir cephe açmadılar. Ta ki, SB, Alman ordusunu bozguna uğratıp Berlin’e kadar sürükleyene dek… Ancak o aşamadan sonra ABD, Berlin’e SB’den önce girebilmek için büyük bir hızla harekete geçti ve adeta faşistlerin imdadına yetişti. II. Emperyalist savaş sonrası birçok Nazi liderinin ABD gözetiminde saklandığı, ABD’nin onlardan her biçimde yararlandığı bilinmektedir.

Sonuç olarak, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada faşizmi dize getiren, sosyalizmin ve devrimin güçleri olmuştur. Stalingrad’daki büyük direniş, Alman faşizmi açısından sonun başlangıcıydı. Kızıl ordu, Nazileri kendi inlerine kadar süpürüp attı. Birçok ülkede faşizme ve savaşa karşı büyük direnişler gerçekleşti, birleşik cepheler kuruldu. Bir bütün olarak Komüntern (3. Komünist Enternasyonal), 1922 yılından itibaren kongrelerinde faşizmi gündemine aldı ve ona karşı mücadeleyi örgütleyen en önemli odak oldu. 70’in üstünde ülkenin Komünist Partilerini biraraya getiren, onların deneyimlerini birleştiren ve aldığı kararlarla tek bir merkezden yönlendiren yapısıyla Komüntern, faşizme karşı zaferin de en büyük mimarıydı.

Faşizmin yenilgisi, aynı zamanda ikinci emperyalist savaşın bitimi oldu. Başlangıcından bitimine kadar faşizmle emperyalist savaşın böylesine birbirine bağlı olması, hem faşizmin sınıfsal niteliğini görebilmek, hem de ona karşı mücadeleyi doğru bir şekilde verebilmek açısından son derece önemlidir.

 

Faşizmin sınıfsal niteliği ve kitle tabanı

1930’lu yıllarda faşizmin tüm dünyada yaygınlaşması üzerine, başta komünistler olmak üzere her siyasi akım, faşizmi tahlil etmeye, onu tanımlamaya çalıştı.

Başlangıçta faşizmin kitle tabanı, onun sınıfsal niteliği ile karıştırıldı. Kitlesel olarak küçük-burjuva kesimlerin desteğini almasından hareketle, faşizmin sınıfsal olarak da küçük-burjuvaziye dayandığı şeklinde yorumlandı. Ya da lümpen proleter unsurları “vurucu güç” gibi kullanması, lümpen proletaryaya dayanan bir siyasal akımmış gibi algılandı.

Elbette bu tür tespitler, asıl olarak reformist kesimlerden, burjuva aydınlardan geliyordu. Ve tabi ki, faşizmin işine yarıyordu. Çünkü, faşizmin -özellikle de başlangıç aşamasında- gerçek kimliğini saklamaya ihtiyacı vardı. Kendisi de bu doğrultuda büyük bir çabanın içindeydi.

Örneğin saldırgan emperyalistlerin çıkarını temsil ettiği halde, hor görülen bir ulusun koruyucusuymuş gibi göründü; yaralanmış milli duygulara hitap etti. Yükselen halk hareketini durdurmak için işbaşına geldiği halde, kendini “bütün milletin iktidarı” olarak gösterdi. Ağızlarından “millet adına”, “milli irade”, “milli menfaatler” hiç düşmedi. İşçi ve emekçilerin en azgın sömürüsüne dayandığı halde, “anti-kapitalist”miş gibi göründü; “toplumsal refah”, “korporatif devlet”, “zenginliğin paylaşımı” gibi çekici sloganlar kullandı. Rüşvetçi, rantçı unsurların sömürüsüne dayandığı halde, halkın karşısına “dürüst ve satın alınmaz” olarak çıktı. Yolsuzluk dosyaları ayyuka çıktığı zamanlarda bile, ikiyüzlüce halkın dini inançlarını sömürmekten geri durmadı.

Bu tutum ve argümanlar, tabi ki bize de çok tanıdık geliyor. Faşizmin kullandığı yalan ve demagojiler, neredeyse her yerde birbirine benziyor çünkü. Fakat her ülkenin iklimine de kendini uyduruyor; ulusal özelliklerine, geleneklerine, hassasiyetlerine göre çeşitlendiriyor, yanlış önyargıları körüklüyor. Ayrıca kitlelerin burjuva hükümetlerine, partilerine duyduğu hayal kırıklığını kullanıyor. Onlara karşı uzlaşmaz görünerek kitleleri kendisine bağlıyor. Yanısıra kitlelerin özlemlerini, iyi duygularını da ikiyüzlüce sömürüyor.

Bütün bunların, krizin de etkisiyle küçük mülkiyetini yitirmiş ve devasa bir işsizlikle karşı karşıya kalmış umutsuz kesimleri etkilemesi çok doğaldır. Keza savaş ortamının yarattığı atmosferi kullanarak, şoven milliyetçiliği körüklemesi, her şeye güvensizleşmiş, horlanmış kişileri şişirilmiş bir kimlikle etrafında toplaması zor değildir. O yüzden faşizm, iktidara geldiği birçok ülkede, küçük mülk sahibi orta kesimleri, lümpen proletaryayı, hatta bilinçsiz işçi ve emekçileri peşinden sürükleyebilmiştir. Fakat çok açıktır  ki, faşizmin kitle tabanı olan bu kesimler, onun demagojik söylemlerine aldanan ve faşizmin gerçek yüzünü bilmeyen kitlelerdir.

Buradan hareketle faşizmi küçük-burjuvazinin ya da lumpen proletaryanın iktidarı olarak görmek, son derece yanıltıcıdır. Onun kitle tabanı ile sınıfsal niteliğini birbirinden ayırmak gerekir.

Burada birinci kriter, faşizmin ortaya çıktığı dönemi göz önünde bulundurmaktır. Bu da kapitalizmin emperyalizm aşamasıdır. Yani, serbest rekabetin yerini, tekellere bıraktığı dönemdir. Lenin’in deyimiyle “tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu” dönemdir. Dolayısıyla faşizmi doğru bir şekilde tahlil edebilmek, emperyalizmi ve onun özelliklerini iyi bilmekten geçer. Bunun da en önemli noktasını, Lenin’in “her şeyin çekirdeği” dediği tekeller oluşturmaktadır. Çünkü tekel, emperyalizmin en temel, en belirgin özelliğidir. “Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmamız gerekseydi, onun kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylerdik.” (Lenin)

İlk olarak ekonomik alanda ortaya çıkan tekeller, kaçınılmaz biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına yayıldı. Çünkü tekel, yapısı gereği sürekli büyümek ve genişlemek zorundaydı. Bundan dolayı saldırgan ve anti-demokratikti ve bu özellikleri ile “her çizgide gericiliği” temsil ediyordu. Ekonomik alanda üstünlüğünü kurduğu andan itibaren, devlet yönetimini de ele geçirdi. Bu zaten kaçınılmaz bir yasaydı. Ekonomik alandaki güç yoğunlaşması, kendini politik alanda da gösterecekti.

Emperyalizmin tekelci özelliği, devlet yönetiminde de tekelciliği, otoriter bir egemenliği getirdi. Çünkü burjuva demokrasisi, tekellerin ekonomik iktidarı için artık uygun bir politik biçim olmaktan çıkmıştı. Yerine sınırsız bir egemenlik gerekiyordu. Genel olarak kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin devlet biçimi burjuva demokrasisi iken, emperyalizim döneminin faşizm oldu.

Elbette ekonomi ile politika arasındaki ilişki, düz bir ilişki değildir. Başta sınıf mücadelesi olmak üzere birçok faktörün devreye girdiği diyalektik bir ilişki vardır. Aksi halde emperyalizm döneminde tek yönetim biçiminin faşizm olması gerekirdi. Öyle olmadığını biliyoruz. Ama bu durum, emperyalizmin tekelci karakterinin eğilim olarak politikada da tekelleşmeyi doğurduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ve faşizmin, kapitalizmin tekelci aşamasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını…

Komüntern, faşizmin iktidara geldiği 1922 yılından itibaren bu konuyu gündemine aldı. Daha ilk anda onu “emperyalizmin içeriğinde varolan ‘her çizgide gericilik’ eğiliminin yarattığı bir devlet biçimi” olarak tanımladı. Dönemin “sosyal-demokrat” reformist partilerinin aksine, faşizmin kitle tabanı ile sınıfsal niteliğini ayırmış, onun tekelci burjuvaziyle bağını ortaya koymuştu. Almanya’da faşist diktatörlüğün kurulmasının ardından ise, faşizm hakkında çok daha etraflı ve ayrıntılı incelemeler yaparak, “finans kapitalin (mali sermaye) en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” tanımına ulaştı. (Geçerken belirtelim, AKP’yi “islam sermayesi” ya da “Anadolu sermayesi” gibi “orta ölçekli” tekellere dayandırıp işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile bağını kopartanlar, onun sınıfsal niteliğini de çarpıtmış oldular.)

Komüntern’in faşizmi  genel olarak burjuvaziye değil de “finans kapital”e  dayandırması ve onların içinde “en”lere kısmını vurgu yapması boşuna değildir. Bu tanım, başta Almanya olmak üzere, birçok ülkedeki faşist diktatörlüklerin incelenmesi, bizzat o ülkelerinin komünistlerinin değerlendirmeleri üzerinden şekillenmiştir. Faşist iktidarların arkasında duran tekellerin, ticari ya da tüketim sanayine egemen olan değil, ağır sanayi tekelleri olduğu görülmüştür. Ve bunlar, banka sermayesi ile de birleşmiş tekellerdir. Zaten mali sermaye (finans kapital) banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasıdır ki, tekelleşme ile birlikte ortaya çıkan emperyalizmin özüdür. Almanya’daki faşizmin arkasında “Genel Ekonomi Meclisi” olarak gün yüzüne çıkan Krupp, Thyssen, Siemens, Bosch gibi mali sermayenin temsilcileri bulunmaktadır.

Fakat faşizmin kendi içindeki açmazlarından biri de, tekelci burjuvaziyi oluşturan grupların kendi arasındaki rekabetleridir. Faşist diktatörlüğün kurulduğu kimi ülkelerde, işçi ve emekçilere karşı bir zırh oluşturmak için, burjuvazinin değişik gruplarının geçici olarak birleştikleri görülmüştür. Ancak bu durumlarda bile sözkonusu birliktelik kısa sürelidir. Sürenin uzaması durumunda, mutlaka bu çatlaklar su yüzüne çıkacaktır. Devlet aygıtının önemli noktalarını ele geçirme ya da eli geçirdiği yerleri tutma şekline bürünen bu çatışmalar, diktatörlüğü de zayıf düşürecektir.

Elbette faşizmi asıl gerileten ve yıkan, işçi ve emekçilerin eylemleridir. Faşizmin yalan ve demagojileri, aradan geçen sürede pul pul dökülmekte, gerçek yüzü daha çıplak bir biçimde görülmektedir. Bu durum, başlangıçta kitle tabanı haline getirdiği küçük-burjuvaları da ondan uzaklaştırır. İşçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları düzelmek bir yana daha da kötüleşir. Buna bir de savaşın yükü eklenince, toplumsal hareketlerin patlaması kaçınılmaz olur. Bu bir devrimle sonuçlandığında, faşizm sınıfsal dayanaklarıyla birlikte yok olacaktır ki, bu kesin çözüm budur. Fakat devrimle sonuçlanmayan halk hareketleriyle de faşizmin geriletildiği, hatta yıkıldığı görülmüştür.

 

“Faşizm tırmanıyor” ya da “sürekli faşizm” tespitleri

Faşizm hakkında bu genel bilgiler ışığında, konunun başında değindiğimiz ve ülkemizde fazlasıyla rağbet gören “faşizm tırmanıyor” ile “sürekli faşizm” teorilerine dönebiliriz.

Her iki teori de 70’li yıllardan itibaren Türkiye devrimci hareketinde yer edinen, faşizm konusundaki iki temel yaklaşımdır. Bunlar birbirine zıt görünen, fakat aslında bir eldivenin iki yüzü gibi, tersten benzeyen teorilerdir.

“Faşizm tırmanıyor” TİP, TSİP, TKP gibi geçmişin modern-revizyonist partileri tarafından savunulmuştur. Tabi onlardan burjuva aydınlara, liberallere kadar uzanan geniş bir kesimi kapsadığını söyleyebiliriz. Artan her baskı ve şiddetinin ardından “faşizmin ayak sesleri”, “faşizme çeyrek kaldı” gibi sözlerin sarfedilmesi, bu teorinin etki gücünü ve günümüze kadar uzanan boyutunu göstermektedir.

Bu teori, faşizmi hep bir “tehlike” olarak gören, ama asla iktidara getirmeyen, dolayısıyla faşizmin iktidarını sürekli gizleyen bir teoridir. Onlara göre, öncesi bir yana, 70’lerden itibaren geçen 40 yılı aşkın sürede faşizm hep tırmanmış, ama bir türlü zirveye ulaşamamıştır. Esasında, sadece son 40 yıl için değil, TC’nin hiçbir dönemi için “faşist diktatörlük” tanımını yapmamaktadırlar. Faşist diktatörlüğün bangır bangır bağırdığı dönemlerde bile, ona faşist demekten kaçınmışlardır. Buna 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü dahildir.

Bunların içinde TKP, “faşizm tırmanıyor” teorisinin en tipik savunucusu olduğu için onun üzerinde duralım. TKP, 80’li yıllarda yurtdışından yayın yaptığı radyosunda ve yine orada basılan yayınlarında, hiçbir zaman 12 Eylül cuntasına “faşist” dememiştir. Sürekli olarak “askersel devirge”, “askeri yönetim” gibi kavramları kullanmış; 12 Eylül’ü faşist görenleri de, ona karşı “esnek bir tutum takınmamakla” suçlamıştır. TKP’ye göre 12 Eylül cuntası, “emperyalizmin en saldırgan kesimleri ile çelişen”, “ulusal çıkarları koruyan”, hatta sözümona “sosyalist dünya güçlerinden etkilenen” bir yönetimdi. 12 Eylül rejimi, “Türkiye’de faşist hareketi temsil eden MHP’ye vuran” sınıflarüstü bir politika izliyordu! Dahası, “ülkede işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için elverişli koşullar yaratmış”tı! Kendine koyduğu görev ise, “cuntanın görece ılımlı kesimlerini nötralize etmek” ve “cuntayı destekleyen anti-faşist güçlerle ittifak kurmak”tır. “Savaşın sivri ucu” “en gerici emperyalist çevrelere ve terörist gruplara” çevrilmeli, cuntadan “faşistler ve Maocu teröristler dışında” politik tutukluları serbest bırakması istenmelidir!

TKP gibi yönetiminin yıllardır mülteci olarak yaşadığı, Türkiye’den habersiz ve dönemin sosyal-emperyalist SB’sinden yönetilen bir partiden bunları duymak şaşırtıcı gelmeyebilir. Fakat TKP bu konuda yalnız değildir. Onun zıttıymış gibi görünen “Aydınlık” çizgisi de 12 Eylül’ü alkışlayanlar arasındadır. Aydınlık, 1978’de ilan edilen sıkıyönetimi de desteklemiş, “başdüşman” ilan ettiği SB’ye karşı NATO’nun, Türk devletinin ve ordunun yanında saf tutmuştur. Tıpkı 12 Eylül cuntasının iddia ettiği gibi onun, MHP ile halk arasında duran “hakim sınıfların merkezi kuvveti” olarak tanımlamıştır. Darbe hazırlığı yapan generalleri “uyanık yurtseverler” diye kutsayan, cunta şefi Kenan Evren’e “Mustafa Kenan Bonapart” diye hitap eden Doğu Perinçek’tir. (Bkz Tasfiyecilik Üzerine, Yediveren yay)

Şimdi ne söylerse söylesinler, Aydınlık’tan, TKP’ye kadar bütün revizyonist karşı-devrimciler, 12 Eylül cuntasının faşist yüzünü gizleyerek, ona ‘sol’dan destek sunmuşlar, dolayısıyla suçlarına da ortak olmuşlardır.

Komüntern’in daha 1930’lu yıllarda ipliğini pazara çıkardığı “bonapartizm” gibi, faşizmle emperyalizmin bağını kopartan, onu kapitalizmin ilk dönemlerindeki “geçiş” biçimleriyle karıştıran bu tespitler, sadece Aydınlık’la sınırlı kalmadı, Kurtuluş gibi küçük-burjuva akımları da içine aldı. Elbette bu tespitler, 12 Eylül’deki dövüşsüz yenilginin, panik halindeki kaçışın da örtüsü olarak kullanıldı. Ama asıl olarak “faşizm tırmanıyor” tespitinin geldiği noktayı görmek bakımından çarpıcıdır. Bu teori, faşizme karşı mücadeleyi savsaklayan, onun gerçek niteliğini gözlerden saklayan, dolayısıyla kitleleri uyutan, aldatan bir teoridir.

Faşizmi MHP ile sınırlı görmek, “faşizm tırmanıyor” tespitinin en tipik yönüdür. Böyle olunca MHP dışında tüm partiler aklanmakta, hatta desteklenmektedir. Faşizmin iktidarı, sadece MHP’nin tek başına hükümet kurması olarak anlaşılmakta, onu bir devlet biçimi değil de, bir hükümet değişikliğine indirgemektedir. 12 Eylül öncesinin en kitlesel örgütü DY’nin de ortak olduğu, faşizmi MHP ile sınırlayan bu yanlışlığın, genel olarak faşizme, özel olarak 12 Eylül’e karşı mücadeleyi nasıl olumsuz yönde etkilediği pratik olarak da görüldü.

Halen faşizmi MHP ile sınırlı gören, onun da hükümeti tek başına kuracak kadar kitle tabanına ulaşmayacağını düşünenler vardır. Bu, ülkemizde faşizmin hiç iktidar olmayacağını söylemektir. Yani sadece geçmişi değil, geleceği de temizler!

Bu çizginin bugünkü savunucuları, her ne kadar AKP’nin milliyetçi-şoven sözleri ya da artan saldırganlığı karşısında faşizme dair atıflar yapsa da, hala MHP dışında faşist parti tanımıyorlar! O yüzden de AKP’nin saldırganlığını “faşizm tırmanıyor”la özdeş olan “faşizm yükseliyor”, “faşizme gidiliyor” gibi sözlerle ifade ediyorlar. Bir kısmı ise, geçmişte MHP ile sınırladığı faşizmi şimdi AKP ile sınırlıyor. “AKP faşizmi” diyorlar örneğin. Burada kastettikleri, AKP’nin faşist bir parti olması değildir sadece; faşizmi bir hükümetten ibaret görmektir. Faşist olan AKP’dir ve onun kurduğu hükümettir, ama devlet değil! Böyle olunca hükümet değişikliği ile faşizm de ortadan kalkar!

Faşizmi bir parti ile sınırlamanın ve bir hükümet değişikliğine indirgemenin diğer kutbu ise, onu askeri darbelere sıkıştırmaktır. Burjuva aydınlar içinde bu bakış da oldukça yaygındır. Bugün AKP ile faşizmi asla birarada düşünmeyen aydınların temel yaklaşımı da budur. Onlara göre, çeşitli siyasi partiler bulunuyor ve seçimler yapılıyorsa, bunlar üzerinden yasama ve yürütme organı işliyorsa, faşizm yok demektir! Daha net ifade ile parlamento varsa, faşizmi yok sayarlar. Oysa parlamentonun varlığı, faşizm açısından temel bir sorun değildir. İçinde bulunduğu duruma göre, parlamentolu ya da parlamentosuz diktatörlüğünü yaşama geçirir. Bunun dünyada pekçok örneği vardır. Özellikle de burjuva klikler arasında mücadelenin keskin olduğu yerlerde, faşizm parlamentoyu hemen feshetmez. Diğer burjuva partilerlere izin verir. Hatta devrim tehlikesini somut olarak yaşadığı yerlerde bile, kimi zaman parlamentoyu kapatmaz. Dolayısıyla faşizmi parlamentonun varlığı ya da yokluğu ile açıklamak, yanıltıcıdır. Ülkemizde askeri faşist darbelerde bile parlamentonun olduğu dönemler vardır. Parlamento ve seçimler, faşizmi perdelediği için çok zorda kalmadıkça ortadan kaldırılmaz.

“Faşizm tırmanıyor” tespitinin diğer kutbunda yer alan “sürekli faşizm” teorisi de, birincisi kadar çarpıktır. Bununla birlikte ülkemizde faşizm konusunda en etkili olan görüşlerden biridir. Bugün “faşizm tırmanıyor”cular kadar sesleri çok duyulmuyorsa da, Türkiye devrimci hareketi içinde daha köklü ve yaygındır. Hatta “faşizm tırmanıyor” teorisi, reformist, sosyal-demokrat kesimlerde kabul görürken, “sürekli faşizm” devrimci hareketleri etkisi altına almıştır. Çünkü ilkine göre daha devrimci, daha keskin görünür. Oysa her ikisi de benzer yanlışlarla malüldür ve varlıklarını birbirlerinin çürüklüklerinden beslenerek sürdürmüştür.

Bu teoriye göre, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin daimi yönetim biçimi faşizmdir. Ve bu yönetim, proletarya önderliğinde devrimle yıkılıncaya kadar değişmez. Bunun doğal sonucu olarak, bütün burjuva-feodal partiler, -bazıları buna sosyal-demokrat partileri de dahil ederler- faşisttir.

Bu teori, Kaypakkaya’dan başlayarak Maocu örgütlerce benimsenmiş, THKP-C kökenli örgütler tarafından da kimi değişikliklerle savunulagelmiştir. Bu, faşizmi mutlaklaştıran ve onu devrime kadar iktidarda kalması zorunluymuş gibi gösteren bir teoridir. Egemen sınıfların iktidarını faşizm dışında başka bir biçimle sürdürememesi demektir ki, bunun doğru olmadığı pratik olarak da kanıtlanmıştır..

Egemenler, iktidarlarını diğer yönetim biçimleriyle yönetemez hale geldiklerinde faşizme başvururlar. Kitlelerin mücadelesi, faşizmin temellerini sarsmaya başladığında ise, gerilemek zorunda kalırlar. Çoğu durumda faşist kurum ve yöntemlerin bir kısmını örtük olarak korusalar bile, devletin biçimini değiştirmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü onlar için asıl mesele, devrim tehlikesini -şu ya da bu yolla – ama mutlaka geri dönülmez bir şekilde bertaraf etmektir. Burjuva demokrasisi ya da faşizm, hangi biçimi kullanırlarsa kullansınlar, burjuva devletin sınırları içinde kaldıkları sürece kendi iktidarlarını koruyacaklar, yeni manevra alanlarına kavuşacaklardır. Dolayısıyla faşizm, burjuvazi için tek ve alternatifsiz bir yönetim biçimi değildir.

Diğer yandan gerek emperyalist, gerekse bağımlı ülkelerde, proletarya önderliği altında devrimler olmaksızın, faşizmin iktidardan uzaklaştırıldığı sayısız ülke vardır. Elbette komünistler, faşizme karşı mücadeleyi, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele ile birleştirirler. Proletaryanın hegemonyası altında iktidarı elde etmeyi hedefleyen devrimin bir parçası olarak ele alırlar. Çünkü faşizmin kökleri, emperyalist sistemdedir ve onu kökleriyle birlikte söküp atmanın, büsbütün mezara gömmenin tek yolu budur. “Faşizm gitsin de ne gelirse gelsin” gibi bir düşünceleri olamaz, bu yüzden de hiçbir mücadeleyi devrim ve iktidar sorunu dışında düşünmezler. Ancak halkın devrime varmayan birçok ayaklanması, isyanı vardır. Bu, kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyine, dünya ve bölge çapındaki gelişmelere ve diğer etkenlere bağlı olarak değişir. Fakat her halükarda egemen sınıfları faşizm dışındaki biçimlere geçmek zorunda da bırakabilir.

“Sürekli faşizm” teorisi, pratikte yaşanmış bu gibi durumları dikkate almayan düz bir yaklaşımdır. Sonuçları bakımından “faşizm tırmanıyor” tespiti ile benzer yanlışlara sürükler. Faşizmi burjuva devletin tek ve zorunlu sonucu görmek, en hafifinden anti-faşist mücadeleyi önemsizleştirmeyi, ona karşı kayıtsız kalmayı doğurur. Ayrıca güncel görevlere duyarsızlığa, ittifakları dar tutmaya neden olur. Bütün bunlar, faşizme karşı mücadeleyi olumsuz yönde etkilediği gibi, devrim ve sosyalizm mücadelesine de zarar verir.

Bu teorilerden biri (“faşizm tırmanıyor”) geçmişte ve gelecekte faşizmi hiç iktidara gelmeyecekmiş gibi gösterirken; diğeri (“sürekli faşizm”) geçmişte ve gelecekte bu düzen varolduğu sürece hep faşizmle yaşayacakmışız gibi sunmaktadır. Her ikisi de (biri iyimser, diğeri kötümser bir bakışla) faşizme karşı hayırhah bir tutumu doğuran kaderci bir yaklaşımdır ve sınıf mücadelesini, kitlelerin gücünü gözardı etmektedir.

* * *

Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 91. yılı kutlandı. TC’nin bu 91 yıllık ömrünün yaklaşık üçte biri (30 yılı aşkın bir süre) sıkıyönetim ve “olağanüstü hal”lerle geçmiştir. Ayrıca üç askeri darbe, bir “post-modern” darbe yaşanmıştır. Bu tablo bile (asker ya da sivil) Türkiye’nin çok uzun bir dönemini faşist diktatörlükle geçirdiğini göstermektedir.

Bunların her bir dönemini kendi içinde ayrı ayrı ele almak gerekir kuşkusuz. (Bu ayrı bir yazı konusudur) Ama kuruluşundan bugüne Türk egemen sınıfların asıl yönetim biçimi olarak faşizme başvurdukları ortadadır. Elbette bu durum, “sürekli faşizm”le yönetildiğimiz anlamına gelmez. Faşizmin olmadığı ya da geriletildiği dönemler de vardır. Ayrıca her baskıcı dönem, faşizm olarak adlandırılamaz. Burjuva iktidarının varlığı, zaten sömürü ve baskı demektir. “Burjuva demokrasisi” burjuvazi için demokrasi, işçi ve emekçiler için diktatörlüktür. Fakat her diktatörlük, faşizm demek değildir. Geçmişte ve bugün, egemenlerin birçok anti-demokratik diktatörlük biçimlerine başvurduğunu biliyoruz. Faşist diktatörlük, dönemi, koşulları, sınıfsal niteliği ile farklıdır ve titiz bir incelemeyi gerektirir. Şurası da kesindir ki, tekelci kapitalizmle birlikte, yönetim biçimi olarak “burjuva demokrasisi” geriye düşmüştür. Hele ki bağımlı ülkelerde bu çok daha geçerlidir.

Bütün bu doğrularla birlikte faşizm, burjuvazinin tek ve mutlak biçimi değildir. Bunu istese de tek başına kendisi belirleyemez. Başta sınıf mücadelesi olmak üzere, tekeller arasındaki rekabet, dünya ve ülkenin içinde bulunduğu durum gibi faktörler devreye girer. Ekonomik krizin şiddetlenmesi, yeni bir emperyalist savaş durumu, kitlelerin devrime yönelişleri gibi durumlarda burjuvazinin daha sık biçimde faşizme başvurduğunu biliyoruz. Bugün de benzer koşullarda yaşıyoruz. 2000’li yıllardan itibaren dünya ölçeğinde faşistleşme eğilimi artmıştır. Ancak aynı koşullar, devrimler için de elverişli bir ortamı doğurmaktadır. I. ve II. Emperyalist savaş, bunu somut olarak göstermiştir.

Bir kez daha faşizmin bir kader olmadığını yineliyoruz. Faşizme karşı mücadeleyi emperyalist savaşa karşı mücadele ile birleştirmek ve onu tümden ortadan kaldıracak devrim ile yıkmak, komünist ve devrimcilerin görevidir. Onun için, her iki emperyalist savaşta komünistlerin yaptığı gibi, faşizme karşı olan tüm güçleri birleştirmek, yakıcı bir şekilde önümüzde durmaktadır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …