Soma’daki maden katliamında katledilenlerin daha toprağı kurumamıştı ki, bu defa Ermenek’ten, yerin 350 metre altından geldi haber. Güneyyurt’ta Has Şekerler Madencilik’te çalışan 18 işçi, su baskını nedeniyle öldü. Katliamdan kurtulan 8 işçi, yemek yedikleri sırada, arkadaşlarının “kaçın” diye bağırdığını, bunun üzerine kendilerinin koşmaya başladığını ve adeta saniyelerle kurtulduklarını anlattılar. Onları kaçmaları için uyaranların ise kurtulmayı başaramadığını…
Torba yasa katliamı
Katliamların ardından işçilerin anlattıklarını dinlemek; kapitalizmin en yalın, en çarpıcı teşhiri oluyor. Çoğu doğru düzgün okumayı bilmeyen işçiler, son derece sade bir dille kendi gerçeklerini anlatırken, birçok “ajitasyon” konuşmasından daha büyük bir etki yaratıyorlar.
Mesela, Soma’daki katliamın üzerinden, işçilerin tarihi geçmiş maskeler taktıklarını, bu nedenle ölümlerin olduğunu anlatmışlardı; Ermenek madencileri, ‘maske’nin ne olduğunu bilmediklerini söylediler. Mesela, Soma’da madencilerin giysi ve çizmelerinin yetersizliği konuşulmuştu; Ermenek’te, madenciler basit çiftçi çizmeleriyle madene girdiklerini anlattılar.
Soma katliamının ardından yükselen güçlü tepkiler üzerine, AKP hükümeti “torba yasa” ile madencilere önemli haklar vereceklerini açıklamıştı. Oysa torba yasa, çalışma koşullarını daha da kötüleştirdi. Tıpkı Zonguldak’ta olduğu gibi, Ermenek’te de maden patronlarının ilk tepkisi madenleri kapatmak oldu. Yaklaşık üç aydır maden çalışmıyordu. Zaten çalışılan madenlerde de işçiler ücretlerini alamıyorlardı. Kameralara haykıran bir işçi, maaşının 1.600 lira olduğunu, ama son dört aydır sadece toplam 1.400 lira alabildiğini anlatıyordu.
Aylardır çalışmayan ya da çalışsa da maaş alamayan işçiler, patronun maaş vereceğini duyunca, 28 Ekim günü çalışmak üzere koşarak madene inmişlerdi. Üstelik madenlerin çalışmaması, herhangi bir fabrikanın çalışmamasına benzemiyordu. Madende göçüğün ya da başka sorunların çıkmasını önlemek için hergün çalışma yürütmek gerekiyordu. Birkaç gün bile madene inilmediğinde, ciddi güvenlik riskleri ortaya çıkıyordu. Madencilerin tümü bu gerçeği biliyordu. Ancak açlık ve işsizlik, en kötü koşullara bile razı olarak toprağın altına inmeyi zorunlu kılıyordu.
Torba yasa, maden patronlarının eline önemli kozlar vermişti. Yasanın hemen ardından gelen lokavtlar, bunun en önemli parçasını oluşturuyordu, ancak bununla sınırlı değildi. Mesela patronlar önceden kendilerinin karşıladıkları yemek ve servis paralarını gaspetme aracına çevirmişlerdi. Artık işçiler yemeklerini evden getirmeye, servis için aylık 175 lira para ödemeye başlamışlardı. Daha önce madenin dışında yenilen yemekler de yerin altında çekilmişti; kömürün tozu çamuru içinde, tuvaletlerini yaptıkları yerde, gazete kağıtlarının üzerinde, evden getirdikleri peynir-ekmeği yiyerek çalışmak zorunda kalıyorlardı.
Dahası, ücretlerindeki iyileştirme bile torba yasada belirtilenin altında kalmıştı. Patron, bu artışı işçinin sırtından elde etmek istediği için, işçilerin çıkarması gereken günlük kömür miktarını da artırmıştı. Yasadan önce 4 işçi 20 ton kömür çıkartırken, yasadan sonra 30 ton çıkarması dayatılıyordu.
İşçiler bu kadar ağır koşullarda madenlerde çalışmak istemiyorlardı elbette. Kim gönüllü olarak bu kadar büyük zorluklara katlanır, toprağın altına diri diri girmeyi kabul eder ki. Ancak tıpkı Soma’da olduğu gibi, Ermenek’te de kapitalist tarım politikaları nedeniyle tarımla geçindirmez hale gelmiş, erkekler de kendilerine sunulan tek geçim kaynağına, madene yönelmek zorunda kalmışlardı.
Bütün bu zorluklara karşı, işçilerin itiraz etme hakkı bile yoktu. Bölgedeki maden patronları arasında öyle net bir anlaşma vardı ki, bir madende işten ayrılan işçi, başka bir madende kesinlikle işe alınmıyordu. Torba yasanın madencileri değil, maden patronlarını korumak için çıkartıldığı, bu katliamda bir kere daha bütün çarpıcılığıyla kendisini göstedi.
Madenler AKP’ye teslim
Madenler patronlar için öylesine büyük bir kar yatağı ki, tıpkı “kupon araziler” gibi, madenlerle ilgili kararlar da doğrudan Erdoğan’ın tekeline bırakılmış durumda. Maden ruhsatlarının nasıl ve kime verileceği, hangi madenin kime peşkeş çekileceği, Erdoğan’ın vereceği kararlarla belirleniyor. Ve genel bir kural olarak, maden patronları AKP’nin bir yerinde görev alıyor.
Soma’da görmüş olduğumuz bu tablo, Ermenek’te de aynı biçimde karşımıza çıktı. Madenin patronu Abdullah Özbey, eskiden Refah Partisi’nden milletvekilliği yapmış, 2009’da AKP’nin Güneyyurt Belediye başkan adayı olmuştu. 1942’den beri madencilik sektöründe devasa vurgunlar gerçekleştiren Özbey, çok sayıda madencinin yaralanmasına da neden olmuştu. Öyle ki, milletvekili olduğu dönemde, bu maden kazaları nedeniyle, hakkındaki dokunulmazlığın kaldırılması ile ilgili fezleke verilmişti. Dokunulmazlık kaldırılmadı, onun madenindeki kazalar da son bulmadı. Abdullah Özbey’in başında olduğu Özbey şirketleri, madencilikten gıdaya kadar pekçok alanda faaliyet gösteriyordu. Has Şekerler Madencilik, bu şirketin dört taşeron firmasından biriydi.
Madenin diğer ortağı Uyar şirketiydi. Sahibi Saffet Uyar, 1999 ile 2009 yılları arasında Güneyyurt Belediye Başkanı olarak görev yapmıtı. Kardeşi Şahin Uyar, AKP’nin eski ilçe başkanıydı. Yaptırdıkları okul, Eylül ayında Bakan Lütfü Elvan tarafından açılmış ve Şahin Uyar’a teşekkür plaketi verilmişti. Onların da devlete olan borçlarını ödemedikleri, verilen bir soru önergesiyle 15 gün önce ortaya çıkmıştı. Onlar maden işletmeye devam ediyorlardı. Haciz işlemlerine rağmen borçlar ödenmiyordu. Yani AKP’li patronlar her biçimde kayırılıyor, onların karı artsın diye uğraşılıyordu.
Madenler ölüm yatağı
Maden patronlarının karını artıran en önemli unsur, madenlerdeki işçilerin yoğun, daha yoğun sömürülmesinden geçiyor. İşçilerin canı için hiçbir önlem alınmıyor, çalışma koşulları her geçen gün ağırlaştırılıyor.
Soma’da, “yaşam odalarının” ne kadar hayati olduğunu görmüştük, burada bu gerçek bir kere daha, hem de en ağır biçimde kanıtlandı. Tonlarca suyun, balçığın, çamurun içinde kalan madencileri kurtaracak tek unsur olan yaşam odaları yoktu. Torba yasa, “maliyeti yüksek” olduğu için, patronlara yaşam odası yapma koşulunu yine ertelemişti. Güvenlik tedbirlerinde boşvermişlik, denetimlerde baştan savmacılık ise, aynı biçimde gidiyordu.
Mesela Ermenek bölgesinindeki yeraltı su kaynaklarının çok zengin ve akıntısının çok güçlü olduğu biliniyor. Bunun yanında, bölgeye çok yakında kurulmuş olan Ermenek Barajı’nın, yeraltı sularının dengesini bozduğu, yeraltı kanallarına sızma yaptığı düşünülüyor. Ek olarak, bölgedeki eski madenlerin büyük bölümünün, içindeki maden çıkarıldıktan sonra su ve gaz birikmesini engelleyecek biçimde dolgu yapılmadan, olduğu gibi bırakıldığı, üstelik bu madenlerin galerilerinin haritasının olmadığı söyleniyor. Bütün bu unsurlar, Ermenek bölgesi madenlerinin, su basmalarına karşı son derece savunmasız ve riskli olduğunu gösteriyor.
Zaten bölgedeki madenlerde zaman zaman su sızıntıları, hatta baskınları bile gündeme geliyor. Bu durumda yapılması gereken en önemli şey, kazı bölgelerinde su sondajı yapmak. Sondaj yapılan yerde güçlü yeraltı suları varsa, oradan uzaklaşmak gerekiyor. Ancak bu işlem, hem maliyetli hem de zaman kaybına neden olduğu için, madencilerin sondaj yapılmadan, karadüzen çalışması dayatılıyor.
28 Ekim’deki katliam da, sondaj yapılmadan üretime devam edilmesi nedeniyle gerçekleşmiş durumda. Öyle ki, saniyeler içinde madenin hemen bütün galerilerine birden onlarca ton su dolmuş. Öylesine büyük bir su birikintisi var ki, günler boyunca pompalar çalıştığı halde suyu boşaltmayı başaramadılar. Bir taraftan su boşaltılırken, diğer taraftan dolmaya devam etti çünkü. Üstelik su baskını galerilerdeki tahkimatları bozdu, göçükler oluşturdu, kömür ve toprak tozlarını çamura-balçığa dönüştürerek madenin içine girilmez hale getirdi. Katliamın üzerinden günler geçmesine rağmen, işçilerin bulunduğu noktaya bir türlü ulaşılamaması, madenin ne kadar kötü bir durumda olduğunun da çarpıcı bir göstergesi.
Soma’dan Ermenek’e; işçilerin canının değersizliğinde, sömürünün pervasızlığında, patronların kar hırsının sınırsızlığında, devletle işbirliğinin açıklığında pek bir fark yoktu. Fark, hükümetin katliam karşısındaki tutumunda ortaya çıktı. Bu defa Soma’da yaşananlardan dersler çıkarmışlardı ve daha tecrübeliydiler. Bakanlar ilk günden geldiler ve çaresiz ailelerin karşısında inisiyatifi ele aldılar mesela. Sadece ailelerin değil, basının da ocağa yaklaşmasına izin vermediler. Dışarıdan ziyaretleri, kitle örgütlerinin ocağa, hatta ilçeye gelişini böylece suçlarının daha geniş biçimde tespit ve teşhir edilmesini engellediler. Erdoğan’ın gelişini, bir koruma ordusunun içinde ve kitleyle hiç temas etmeyeceği şekilde planladılar. Onun bir kere daha yuhalanmasının, kitlelerin tepki göstermesinin zeminini bütünüyle ortadan kaldırdılar. Yüzlerine vurulan suçları konusunda, tam bir aymazlıkla hareket ettiler.
Bunu o kadar ileri götürdüler ki, bakan Faruk Çelik, “patronların kar hırsından”, “önlem almak istedilerinde araya giren hatırlı kişilerden” bahsetmeye başladı. Sanki karşımızda, bütün yasaların çıkartılmasında rolü olan, patronların koruyuculuğunu yapan bir bakan değil, bölgedeki herhangi bir işçinin ailesi vardı. Öylesine büyük bir rahatlıkla suçu üstünden atarak, işçilerle beraber şikayetlenebiliyordu. Keza Ermenek’teki maden patronunun, “kazanın nedeni doğal afet” demesi üzerinden, patrona da veryansın etmeyi ihmal etmediler.
İşçi katliamlarına karşı en etkili çözüm önerisi ise Erdoğan’dan geldi. “Neden bana mektup yazmadılar” diye sordu Erdoğan; ve bundan sonra bir sorun olduğunda işçilerin yazmasını istedi. Ardından Davutoğlu, bundan böyle işçilerin doğrudan ilgili bakanlara ulaşacağı, şikayetlerini bildirmeleri durumunda hemen müdahale edeceklerini bir düzenlemeye gideceklerini duyurdu. Yani işçilerin örgütlenmesine, mücadele etmesine, sendikalaşmasına, haklarına aramasına gerek yoktu; mektup yazıp şikayetini bildirmeleri yetecekti! Sadaka kültürüne, şikayet müesesesi de eklenerek, adeta yüzyıllar öncesinin “padişah-tebaa” ilişkisi yeniden kuruluyordu.
İşin çarpıcı yanı, gerçekten de bazı işçiler, birkaç ay önce Erdoğan’a mektup yazmışlardı, ama doğal olarak bu mektupları umursamamıştı.
Egemenlerin umursadığı tek şey, kendi karlarını, kendi servetlerini büyütmektir. Mesela Erdoğan’ın, ormanı katlederek inşa ettirdiği bin odalı sarayın maliyetinin 1 milyar 370 milyon olduğu söyleniyor. Bu parayla, ülkemizdeki bütün madenlere birer tane yaşam odası yapmak mümkün. Ama ülkenin serveti, işçilerin güvenliği için değil, egemenlerin lüks ve ihtişamı için harcanıyor.
* * *
Madenciler en ağır koşullarda, iş güvenceleri, sağlıklı çalışma ortamları olmadan çalışmaya zorlanıyor. Daha fazla kar için, madencilerin kanı ve teri kömüre bulanıyor. Ve hükümetin döktüğü bütün timsah gözyaşları ve kandırma çabaları bir yana, gerçek kurtuluşları, mücadele etmekten geçiyor. Yaşam haklarını savunmak için, daha iyi çalışma koşulları için örgütlenmekten ve mücadele etmekten…