Aramco’ya saldırı: İran yine hedefte!

Suudi Arabistan’ın dev petrol şirketi Aramco’nun en önemli petrol üretim tesisleri Abqaiq ile Khurais, 14 Eylül günü saldırıya uğradı. Bu saldırı, dünya ekonomisini de siyasetini de yerinden oynattı.

Abqaiq, dünyanın en büyük petrol işleme tesisi; Khurais ise, Suudilerin ikinci en büyük petrol sahası. Bu iki alanda günlük 5.7 milyon varil petrol üretiliyor. Suudi Arabistan’ın toplam petrol üretiminin yarıdan fazlası bu iki sahada gerçekleştiriliyor. Saldırılar, Suudi Arabistan’ın dünya petrol piyasalarına sürdüğü petrolün yüzde 50’den fazla düşmesine neden oldu. Bu da petrol fiyatlarının yüzde 15 artmasını getirdi. Dünya ekonomisi bu durumdan doğrudan etkilendi.

Diğer taraftan saldırıyı, Yemenli Husiler üstlenmişti. Saldırının, 10 SİHA (Silahlı insansız hava aracı) tarafından gerçekleştirildiğini açıkladılar. Ancak ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler, bu saldırılardan İran’ı sorumlu tuttu. Yemen’in bu düzeyde bir saldırıyı gerçekleştirecek güç ve kapasiteye sahip olmadığını ileri süren ABD, İran’a dönük saldırgan ve savaş çığırtkanı söylemlerini yeniden yükseltti. ABD’nin arkasından İngiltere, Fransa ve Almanya, İran’ı suçlayan, saldırıların sorumluluğunu İran’a yükleyen açıklamalar yaptı. Bir kere daha savaş çığlıkları ortalığı kapladı.

2017’den itibaren Yemen’deki Husi yönetimi, Suudi Arabistan topraklarına dönük birçok saldırı gerçekleştirmişti. Özellikle Suudi Arabistan’ın güney-doğu sınırlarındaki çeşitli tesisleri ve hatta askeri üs noktaları, Yemenliler tarafından birçok defalar saldırıya uğradı. 2018 yılında Riyad’daki Krallık Sarayı’na iki SİHA ile saldırı düzenlendi. Keza Suudi petrolüne dönük saldırıları da ilk değil. Geçtiğimiz Mayıs ayında Doğu-Batı Ham Petrol Boru Hattı’nın pompalarını hedef alan bir saldırı düzenlemişti. Ardından 17 Ağustos’ta günlük 500 bin varil petrol üreten Şeybe petrol sahasına saldırı yapıldı. Ve bunların hiçbirisi bu kadar büyük bir gündem oluşturmadı. Aramco’ya dönük saldırıların bu kadar etkili olmasının ise birden fazla nedeni var.

 

Birincisi; saldırıların yarattığı tahribat sadece Suudi krallığını değil, dünya ekonomisini sarsacak düzeydeydi. Suudi Arabistan dünyada petrolü çıkarma maliyetinin en düşük olduğu ülkelerden birisi. Petrol yatakları yüzeye yakın ve petrolün kalitesi yüksek. Öyle ki, Suudi topraklarında petrol çıkarma maliyeti, 2-15 dolar arasında değişiyor. Mesela Kanada’da bir varil petrolün çıkarılması 40 dolara maloluyor. Bu aşırı karlı durum, Suudi petrolünün dünya piyasalarını belirleme olanağını sağlıyor. Suudi Arabistan, dünya ham petrolünün yaklaşık yüzde 10’unu üretiyor. 2 trilyon dolarlık değeri olan Aramco petrol tekeli ise, (Suudi Arabistan dışındaki yatırımlarıyla beraber) dünyadaki petrol rezervinin yüzde 16’sını tek başına kontrol ediyor. Ve rakipleri Exxon Mobil, Shell, BP gibi dev petrol tekellerini geride bırakıyor.

Yemen saldırısı, işte bu petrol imparatorluğunun tam kalbini hedef almıştı. Aramco’nun en önemli tesisleri zarar görünce, Suudi Arabistan’ın petrol üretimi yarıdan fazla azaldı; dünya petrol arzı, yüzde 6 oranında düştü ve tüm dünyada petrol fiyatları bir anda fırladı.

 

İkincisi; saldırılar ABD’nin en önemli ihraç malları arasında bulunan Patriot savunma sisteminin güvenilirliğinin sorgulanmasına yolaçtı. Aslında daha ‘90’lı yıllardan itibaren Patriot sisteminin zayıflıklarının bulunduğu, Rusya’nın savunma sistemlerinin daha etkili olduğu biliniyordu. Daha o yıllarda Rusya’nın S-300 ile Patriot’u yarıştırma (eşit koşullarda deneme yapma) önerisi, ABD tarafından reddedilmişti. Üzerinden 30 yıl geçti, Rusya daha ileri niteliklere sahip S-400’leri üretti, S-500’lerin çalışmalarını başlattı, ancak Patriot’larda bir gelişme olmadı.

Bu gerçek biliniyor olmasına rağmen, ABD ile askeri ilişkileri sürdürme isteğinde olan ülkeler, Patriot satın almaya devam ediyor. Aramco’ya yapılan saldırıdan sadece birkaç gün sonra, ABD’nin Bahreyn’e Patriot satma anlaşması yapması çarpıcı bir örnektir. Üstelik de Suudi topraklarına konuşlu Patriot’ların, Aramco’ya dönük saldırıyı engelleyemediği böylesine net bir biçimde ortaya çıkmışken. Uzmanlar, patlayıcılarla yüklü birkaç düzine İHA ve güdümlü füzenin hiçbirinin, Patriot tarafından görülerek etkisiz hale getirilmediğini tespit ettiklerini açıkladılar. Tek bir füzesi 3 milyon dolar olan Patriot sistemi, tanesi 10 bin dolar civarında olan dronlar karşısında etkisiz kalmıştı!

Dahası bu durum, Suudi Arabistan’ın başına ilk defa gelmiyordu. Mart 2018’de Husiler, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a 7 adet füze ateşlemişler; bunlardan sadece 1 tanesi Patriot’lar tarafından vurulmuştu. Diğer Patriot füzeleri, daha bataryalarından çıkmadan infilak etmişti.

Bu tablo, Putin tarafından alaylı biçimde gündeme alındı. Suriye’nin geleceğini konuşmak üzere üçlü zirve için Ankara’da bulunan Putin, Suud’lara “topraklarını savunmak için Rusya’dan S-400 ya da S-300 savunma sistemlerini almalarını” teklif etti ve adeta alay eder gibi, bu sistemlerin Suudi Arabistan’a yönelik her tür saldırıyı “önleyeceği”ni belirtti.

 

Üçüncüsü; bu saldırılar Yemen’deki vahşi işgal ve savaşı yeniden gündeme getirdi. 2011 yılında Arap dünyasında halk isyanlarının başladığı dönemde Yemen de hareketlenmiş, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’e karşı Ocak ayında protestolar başlamıştı. Aşiretlerin hakimiyetindeki Yemen’de halkın yoksulluk karşıtı talepleri, Husi aşiretlerin yönetimde daha fazla hak elde etme taleplerine eklenmişti. Yemen ile 2 bin kilometre sınırı olan Suudi Arabistan, Yemen’de kurulu düzenin sürmesi için Salih’i destekledi. Fakat kitle tepkisi yükselince, Salih yönetimi bırakmak zorunda kaldı.

Yemen, Akdeniz’den gelip Kızıldeniz’den geçerek Hint Okyanusu’na doğru uzanan deniz ticaret yolunun en kritik noktasında bulunan Bab el Mendeb Boğazı’nı kontrol eden bir ülke. Güneyinde denize sınırı olmayan Suudi Arabistan’ın deniz ticaret yolu bir taraftan Bab el Mendeb Boğazı, diğer tarafta İran’ın kontolündeki Hürmüz Boğazı’na uzanmak zorunda. İran ile sorunları büyük olan Suudi Arabistan için İran’ın kontrolündeki bir Yemen, büyük bir tehdit anlamına geliyor. Bu nedenle müdahale etmesi kaçınılmaz oluyor.

Suudi Arabistan, Arap isyanları başladığında Bahreyn’de ortaya çıkan Şii direnişini bastırmak için doğrudan asker göndermişti. Ancak güçlü bir halk desteği olan Husilerin direnişi karşısında, başlangıçta Yemen’e asker gönderemedi. Cumhurbaşkanı Salih istifa etti, sonrasında yapılan seçimlerde ise Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin desteklediği Abdurrabu Mansur Hadi başa geçti. Sonrası, Yemen’de üç iktidar gücünün çatışmasına dönüştü. Azledilen Salih’in taraftarları, BM, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin tanıdığı hükümet ve İran tarafından desteklenen Husiler… Husiler, önce iktidar boşluğunu değerlendirerek ülkenin kuzeyinde kontrolü sağladılar, ardından 2014 yılı sonlarında başkent Sana’yı tamamen ele geçirdiler. Bu arada Husilere karşı bir denge unsuru olarak El Kaideci, IŞİD’çi güçler, Müslüman Kardeşler de ülkenin belli noktalarına yerleştirildi.

Husilerin sürekli güç kazanmaya devam etmesi karşısında, 2015 yılında Suudi Arabistan Yemen’e ordu gönderdi ve savaşa doğrudan dahil oldu. Artık meşru Yemen hükümeti olarak tanınması gereken Husi Ensarullah hareketi de, Suudi Arabistan topraklarında pek çok önemli askeri eylem gerçekleştirdi. İran ve Çin tarafından desteklenen Husi yönetim karşısında, Suudi Arabistan’ın doğrudan askeri işgali ve ABD’nin cihatçılara dönük desteği yetersiz kaldı.

ABD, Yemen’de gücü ele geçirmeyi başaramadı. Ancak yıllar süren bu savaş boyunca onbinlerce Yemenli öldü, savaşın acıları bütün ülkeye yayıldı. Halk daha da yoksullaştı, gıdaya-ilaca erişim olanaksız hale geldi.

Dengelerin hep batının ve Suudi Arabistan’ın aleyhine döndüğü koşullarda, Güney Yemen’in bölünmesi tartışması da başladı. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), desteklediği güçlerin Güney Yemen’de bir iktidar kurması için uğraşırken, Suudi Arabistan’ın desteklediği Hadi güçleri, ülkeyi bir bütün olarak ele geçirme hedefini sabote ettiğini düşündükleri bu tutuma tepki gösterdi. Ve BAE ile Suudi Arabistan’a bağlı güçler, ülkenin en önemli kenti olan Aden’de kendi içinde çatışmalara başlarken, Yemen’den havalanan füzelerin Aramco petrol tesislerini vurması, dünyanın gündemine oturdu.

 

Dördüncüsü; saldırılar bir kez daha İran’ı hedefe çakılmasına neden oldu. Her ne kadar Yemen, Aramco’ya dönük saldırıyı kendisinin düzenlediğini ileri sürse de, askeri uzmanlar SİHA’ların “kuzeyden” (yani İran’dan) geldiğini tespit etmişti. Kaldı ki, SİHA’lar Yemen’den gelmiş bile olsa, İran desteği olmadan Husilerin böyle bir saldırı düzenleme gücü olmazdı.

Bu durumda, İran’a dönük savaş söylemleri arttı. ABD’nin ardından İngiltere, Almanya gibi batılı emperyalist ülkeler, saldırılardan İran’ı sorumlu tuttular. ABD’li senatör, İran’ın petrol rafinerilerine yönelik saldırı gerçekleştirme seçeneğini ileri sürdü.

İran ise cevaben, “Akdeniz’den Hint Okyanusu’na kadar 2 bin km mesafedeki tüm ABD üslerinin ve uçak gemilerinin İran füzelerinin menzilinde bulunduğunu” söyleyerek, büyük bir tehdit savurdu. Keza savaş çıkarsa Suudi Arabistan’ı yokedeceğini de söyledi.

Aslında İran, en büyük tehdidini daha önceden yapmıştı. ABD’nin uyguladığı ambargo nedeniyle istediği oranda petrol satamayan İran, “biz petrol satamazsak hiç kimse satamaz” demişti.

2015 yılında İran, 5+1 grubu ile (ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve AB) nükleer silah programını durdurma konusunda “denetlenebilir” bir anlaşma imzalamıştı. Ancak Trump, ABD’yi tek taraflı olarak bu anlaşmadan çıkardı, İran’a karşı çok daha güçlü yeni yaptırımlar koydu ve saldırgan bir tutum aldı. Petrol ambargosu bunlardan biriydi. Bu ambargo nedeniyle İngiltere, 4 Temmuz günü İran’a ait bir tankeri Cebelitarık’ta alıkoydu; sonrasında serbest bırakmak zorunda kaldı.

Buna karşılık İran, Basra Körfezi’nde ya da Hürmüz Boğazı’nda bulunan petrol tankerlerini kontrol altına almaya başladı. Önce 13 Temmuz’da Panama bandıralı bir petrol tankerine, ardından 31 Temmuz’da menşei açıklanmayan başka bir tankere el koydu. Ayrıca 19 Temmuz’da bir İngiliz petrol tankerini de İran kıyılarına çekti. Son olarak, Aramco’ya dönük saldırıların ardından, bütün oklar kendisine yönelmişken, 16 Eylül günü İran, bu defa da BAE’ye yakıt taşıyan tankere el koyduğunu açıkladı. Eylül ayının başlarında Rusya ile İran’ın Hint Okyanusu’nda ortak tatbikat düzenlemesi de, İran’a yapılan ambargoya Rusya’nın cevabıydı.

* * *

ABD için İran’ın çok önemli bir hedef olduğu biliniyor. ABD’nin Ortadoğu’daki savaşlarını kazanamamasının en önemli sebebi, İran’ın bu savaşlardaki tutumu. Irak, Suriye ve Yemen’de üç cephede birden ABD karşısında savaşı sürdüren İran, Rusya ve Çin’in doğrudan desteğini arkasına almış durumda.

Askeri gücünü kanıtlamış durumdaki İran, ekonomik olarak da son derece stratejik bir noktada bulunuyor. Dünya petrolünün yüzde 20’sinin geçiş güzergahı olan Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi’ni tek başına kontrol altında tutabiliyor. Yemenli Husiler üzerinden Bab el Mendeb Boğazı’ndaki trafiği de engelleme gücüne sahip durumda.

Onun bu gücü ve etkisi ABD’yi tedirgin ediyor. Ancak İran, ABD’nin kolayca saldırabileceği bir ülke de değil. Afganistan ya da Irak gibi, pervasızca işgal etmesinin olanağı yok. Suriye savaşında olduğu gibi, kullanabileceği farklı askeri güçler de oluşturamıyor.

Tam da bu nedenle, Suudi Arabistan gibi en önemli para kaynaklarından birine dönük olarak etkili bir saldırı gerçekleştirildiğinde bile, tehditler savurmanın ötesine şimdilik geçemiyor.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …