Rojava’da işgale hayır!

Aylarca süren “Güvenli bölge” tartışmalarının ardından, 9 Ekim günü TSK Rojava topraklarına girdi. Son aylarda Erdoğan hükümeti Suriye topraklarına girmek ve “Güvenli koridor” oluşturmak için epeyce uğraşmış, ABD’li yetkililere epeyce dil dökmüştü. Son olarak Erdoğan elinde tuhaf bir haritayla BM kürsüsüne çıkmış ve Suriye topraklarında yapacağı “toplu konut”ların kaç metrekare olacağını anlatmıştı.

Görünen o ki, ABD üzerinde kurduğu baskı sonuç verdi; Suriye işgali için izin koparmayı başardı. 8 Ekim günü savaş tezkeresi meclisten CHP’nin de oylarıyla geçirildi; 9 Ekim günü TSK’nın işgali başladı.

 

Yapılan anlaşma ne düzeyde

Saldırının başlamasının ardından, ABD başta olmak üzere birçok emperyalist ülkeden harekata karşı çıkan açıklamalar peşpeşe geldi. Ancak bu “karşı çıkış”ların hepsinin gerçek olduğunu düşünmek doğru değil.

Rusya ve İran açıklamalarının odağında Suriye’nin toprak bütünlüğü duruyordu. Suriye zaten bir süredir, Türkiye’nin kendi topraklarındaki varlığını “işgal” olarak niteliyor, İdlib, Cerablus ve El Bab’daki varlığını onaylamadığını belirtiyordu. Rusya’nın açıklamasında geçen “Suriye ile Türkiye arasında bir çatışmada taraf olmayacağız” sözleri ise, Suriye ile Türkiye arasında bir çatışma yaşanması ihtimalini ortaya koyması bakımından önemliydi. Zaten Suriye bu saldırıyı bir işgal olarak niteledi ve sert bir açıklama yaptı.

Keza AB ve Avrupa’dan 28 ülke işgale karşı çıkan açıklamalar yaptılar.

Arap Birliği de acil toplantı kararı alarak Türkiye’yi işgalci olarak tanımladı ve kınadı.

Karşı çıkan açıklama yapan ülkeler arasında ABD de vardı elbette. Trump dahil olmak üzere, ABD’den, farklı kurumlardan olumsuz açıklamalar geldi. Ancak bu açıklamaları biraz daha dikkatli değerlendirmek gerekir. Öncelikle, Trump’un açıklamalarının satır aralarında, gerçekte Türkiye ile bir anlaşma olduğu, Türkiye’nin işgalinin bu anlaşma doğrultusunda başladığını görmek mümkün. Ancak görünen o ki, ABD’de bazı kesimler bu anlaşmayı onaylamıyor, Kürt güçlerinin geri plana düşmesini ve Erdoğan’a bu kadar olanak verilmesini doğru bulmuyorlar. Senatör Lindsey Graham yaptığı açıklamada açıkça “Türkiye’nin işgali cehenneme giden taşları döşemektedir. Buna karşılık Kongre’nin en sert tepkiyi vermesi için uğraşacağım” diyor. Keza Trump’ın yaptığı bir açıklamada, “Türkiye sınırları aşarsa, ekonomisini mahvederim, daha önce yaptığım gibi…” diyor.

ABD’nin tutumunda belli çelişkiler görünse de, sonuç olarak Trump üzerinden yapılan bir anlaşma var. Anlaşmanın detayları şimdilik bilinmiyor. Türkiye, pazarlığı önce 30 km’den açmış, son olarak “Rakka’ya kadar” uzanmıştı. Sonrasında YPG’nin de onayladığı biçimde, ABD belli noktalarda 5 km’ye kadar giriş izni verdi. Bugün ise, yapılan anlaşmanın bundan farklı olduğu görülüyor. Mesela ilk anda Kobane ile Serekaniye arasında kalan bir bölgede 15 km derinliğe inmesine izin verildiği biliniyor. Keza son derece önemli bir konu olarak, bölgede tutuklu bulunan IŞİD’çilerin kontrolünün Türkiye’ye verilmesi konusunda anlaşıldığı da açıklanmış durumda. Yanısıra, Kürt güçleri ile olabildiğince bir çatışmadan kaçınması isteniyor.

Saldırı başladıktan 4 saat sonra Beyaz Saray’dan yazılı olarak yapılan açıklamada kullanılan bir cümle de son derece dikkat çekici. Açıklamada genel söylem olarak ve iç kamuoyunu rahatlatmak amacıyla işgale karşı ifadeler bulunuyor ve Türkiye’yi “sınırı aşmaması” konusunda uyarıyor. Daha önemlisi, “IŞİD’e karşı mücadelenin liderliğini Türkiye alacak”diyor. IŞİD’i yaratan ve Ortadoğu’da harekete geçiren gücün ABD olduğu ve asla IŞİD’e karşı mücadele etmediği biliniyor. Ama Suriye’deki varlığını meşrulaştırmak için IŞİD’e karşı mücadele ediyor gibi göründü ve “IŞİD’e karşı mücadelenin liderliğini” de YPG-SGD’ye vermişti.

Savaş boyunca, Türkiye’yi elden kaçırmak istemeyen ABD, Erdoğan hükümeti baskıyı artırdığında Kürt bölgelerinde bazı noktaları işgal etmesine göz yummuştu. Ancak bu dönemlerde bile, asıl dayanağı YPG olmuş, Türkiye’yi “yakın tutmak”la yetinirken, savaşı YPG ile yürütmüştü. Şimdi ise durum farklı görünüyor. Beyaz Saray’ın açıklaması, YPG’nin ikinci plana düştüğü anlamına geliyor. YPG’nin işgal karşısında ABD’yi protesto eden, “ihanete uğradık” söylemini öne çıkartan ve saldırı başlar başlamaz kimi noktalarda TSK ile çatışmaya giren tutumu da bunu doğrulayan niteliktedir.

 

AKP “bir taşla çok kuş” hedefliyor

Bu savaş, Erdoğan yönetimi tarafından kararı alınan bir saldırı gibi görünmekle birlikte, Türkiye’deki egemen sınıfların savaşa onay verme konusunda birleştiği ortadadır. Meclis’te yapılan tezkere oylamasında, karşı çıkan tek partinin HDP olması, CHP’nin de işgale onay vermesi, burjuva klikler arasında bir uzlaşma-hemfikirlik olduğunu göstermektedir.

Ve bu savaşla, egemen sınıfların birden fazla hedefi vardır.

Birincisi, ülke içinde kendileri için giderek daha büyük bir tehdide dönüşmekte olan işçi-emekçi hareketini bastırmaktır. Ekonomik kriz, kitlelerin yaşam koşullarını giderek daha zor, daha dayanılmaz hale getiriyor. Peşpeşe gelen zamlarla temel ihtiyaç maddelerine ulaşmak neredeyse imkansız hale geldi. Son iki yılda sadece elektriğe yapılan zam yüzde 70’lere ulaştı. Temmuz 2018’deki döviz patlamasından bugüne kadar işten atılanların sayısı 2 milyona yaklaştı. Bu koşullarda, işçi ve emekçilerin hak arama mücadelesi de yükselişe geçmiş durumda. Somalı madencilerin Ankara’ya yürüyüş başlatması, tek tek süren ama giderek daha kararlı hale gelen işçi direnişleri, Kaz Dağları başta olmak üzere ekoloji mücadelesinin yükselmesi ve önemli kazanımlar elde etmesi, KHK’lıların Ankara eylemi, önümüzdeki günlerde metal TİS’lerinin başlayacak olması gibi unsurlar, devletin korkulu rüyasına dönüşmüş durumda.

Yeni ve çok ağır bir İMF saldırı programıyla hükümetin ücretleri düşürmeyi, kıdem tazminatını gaspetmeyi hedeflediği bir dönemde, toplumsal muhalefetin bütün kesimlerinin daha hareketli olacağını öngörmek zor değil.

Burjuvazi, ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemeye çalışırken, toplumsal muhalefetin ve sınıf mücadelesinin böylesine hız kazanması, onların çıkarlarına aykırı bir durum. Bu koşullarda bir savaş ortamı, “Allahın bir lütfu!” niteliğinde. Savaşı bahane ederek içerideki baskıyı artırmak, grev-direniş-eylem yasakları koymak çok daha kolay olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’de yeni bölgeler işgal etme planı, öncelikle iç kamuoyundaki muhalefeti stabilize etme amaçlıdır.

İkincisi, Suriye savaşında AKP’nin pozisyonu başından itibaren “yenilen taraf”tadır. Hükümetin aldığı bütün kararlar yanlış olmuş, sonrasında geri adımlar atılmıştır. Bugün savaşın geldiği nokta, AKP’nin Suriye topraklarında süren işgallerini gereksizleştirdiği gibi, özellikle İdlib’de tam bir başarısızlık-yenilgi sözkonusudur. Üstelik, hem ABD ile hem de Rusya ile işbirliği yaparak çok büyük kazanımlar elde etmeye çalışırken, iki tarafla kurduğu ilişkinin de zayıf ve etkisiz kalmasını engelleyememiştir.

Bugün AKP’nin, yaşadığı tüm bu başarısızlıkları örtbas edecek bir “başarı hikayesi”ne ihtiyacı vardır. Suriye topraklarında ABD’nin onayı ile yürüteceği yeni bir işgal hareketi, istediği “başarı hikayesi”ni oluşturmak içindir. Elbette ki bu gerçek bir “başarı” olmayacak, hızlı biçimde AKP’nin aleyhine sonuçlar yaratacaktır; ancak işgal ilk anda içeride ve dışarıda dikkatleri dağıtacağı için, AKP’nin planlarına uygun zemin yaratacaktır.

Üçüncüsü, Suriye’deki Kürt hareketine darbe indirmektir. 2014 yılına kadar, AKP hükümeti Suriye topraklarında kendi kontrolünde bir Kürt devleti kurulması ihtimalini değerlendiriyordu. Türkiye’de Kürt hareketi ile yürüttüğü “çözüm süreci”nin, Suriye ayağını da planlıyordu. Ancak 2014 Eylül ayından itibaren, Kobane’ye IŞİD saldırısının püskürtülmesi, Kürt hareketinin dünya kamuoyu nezdinde farklı bir güç ve prestije kavuşması, ardından ABD ile açık işbirliğinin başlatılması, Erdoğan’ın hesaplarını altüst etti. Suriye’deki Kürt hareketinin Erdoğan’a tabi olmayacağı ortaya çıktıkça, Erdoğan’ın Rojava’ya (ve Türkiye’deki Kürt hareketine) düşmanlığı da arttı.

Bu noktadan sonra, her vesileyle “Kürt koridorunu engellemek” bahanesiyle Rojava’ya dönük saldırganlığını artırdı. Ve zaman zaman, ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak kullandığı “fırsat”larla, Suriye topraklarını işgal etti. Önce kantonların birleşmesini engellemek için El Bab-Cerablus hattına girdi, ardından Afrin’e. Şimdi de sırada Tel Abyad’dan Serakaniye’ye uzanan bölge var.

Dördüncüsü, İdlib’de önemli düzeyde cihatçı besleyen AKP hükümeti, İdlib’in adım adım Suriye tarafından temizlenmesi karşısında, bu cihatçıları ne yapacağı sorusuyla karşı karşıya kaldı. Ve bulduğu en iyi seçenek, Rojava topraklarında yeni bir cihatçı yuvası oluşturmak oldu. Kürt nüfusun görece daha az olduğu Tel Abyad ile Serekaniye arasındaki bölgeye cihatçıları yerleştirmeyi planladı. Son aylarda “güvenli bölge” adı altında ABD ile bunun kıyasıya pazarlıklarını yürüttü.

Sadece Türkiye’nin kontrolündeki cihatçı çeteler değil, bugün YPG tarafından esir alınan ve kamplarda tutulmakta olan cihatçılar ve aileleri de Erdoğan’ın hesapları içinde bir yer tutuyor. Gerek İdlib’dekileri, gerekse YPG’den devralmayı planladıkları cihatçı çeteleri, kendisinin kontrolünde bir vurucu güce dönüştürmeyi planlıyor. Hem Suriye’deki Kürt güçlerine karşı, hem Türkiye’deki toplumsal muhalefete karşı (tıpkı 10 Ekim Ankara katliamında, Suruç katliamında olduğu gibi)…

Sonuçta Erdoğan, Rojava’yı işgal ederek bütün bu hedeflerini birden yerine getirmeyi planlıyor. Ancak bunu başarıp başaramayacağı henüz belli değil.

 

YPG-SGD ne yapacak

Kürt hareketinin yaptığı ilk açıklamalarda “ihanet” vurgusu öne çıkıyor. Türkiye’ye verilen işgal izninin, birkaç hafta önce yapılan anlaşmadan fazla olduğunun göstergesi bu. ABD emperyalizmi, tarihi boyunca yaptığı gibi, Kürt hareketini, yine en beklemedikleri zamanda ortada bıraktı.

ABD bir taraftan Türkiye’ye işgal izni verirken, diğer taraftan YPG’ye silah sevkiyatına devam ediyor. Bununla Kürt hareketinden vazgeçmediğini, iki tarafa da göstermek istiyor. Ancak YPG, işgale karşı direneceklerini, TSK ile çatışacaklarını ilan ediyor ve Avrupa’dakiler başta olmak üzere Kürt halkını direnişe çağırıyor.

Aynı zamanda Suriye hükümetiyle de görüşmeler yürütüyor YPG. Zaten işgal söylemleri başladığı anda, Suriye hükümeti YPG’ye görüşme ve birlikte hareket etme çağrısı yaptı. ABD’den uzak durması karşılığında kendilerini Türkiye’nin işgalinden koruyacakları mesajını verdi. Suriye bir süredir Suriye topraklarındaki Türkiye varlığını “işgal” olarak tanımlıyor ve bu işgale açıktan tepki gösteriyor. Ve bu fırsatı kullanarak kendi “toprak bütünlüğünü” sağlamaya, Kürt hareketini yanına çekmeye çalışıyor.

YPG-SGD’nin ne yönde hareket edeceği henüz belli değil. Hem ABD ile, hem de Rusya ve Suriye ile görüşmeleri sürdürüyorlar. TSK ile ilk çatışmalar da başlamış durumda.

 

Savaş yıkımdır-vahşettir

Suriye’nin işgali bir çıkmaz sokaktır. Bir taraftan YPG ile, diğer taraftan Suriye ile sıcak çatışmaya girme ihtimali büyüktür. Keza ABD’nin kendi içindeki çelişkilerin, Türkiye karşıtlığına dönüşmesi, Trump’la yapılan anlaşmanın diğer kesimlerin tepkisiyle geri çekilmesi ihtimali bile sözkonusudur. AKP hükümeti, pek çok noktada yaşadığı sıkışmanın etkisiyle Suriye’ye saldırmaktadır ancak bu savaş, kendisi için de ağır bir yıkıma dönüşecektir.

Ancak savaşın asıl yıkımını Türkiye ve Suriye halkları ile bölgedeki Kürt halkı yaşayacaktır. Çünkü savaş, en başta pervasız bir vahşet anlamına gelmektedir. ÖSO adı verilen cihatçı çetelerin “mayın eşeği” olarak önden girdiği ve YPG’nin üzerine sürüldüğü bu savaşta, işgal edilen bölgeler dizginsiz bir saldırganlık ile karşı karşıya kalacaktır.

YPG kontrolü altında kamplarda esir tutulan cihatçı çetelerin Türkiye’ye devredilecek olması da bu vahşeti katmerli hale getirecektir. Çünkü Türkiye’nin ve ABD’nin planı, IŞİD’çileri “kontrol etmek” değil, yeniden Suriye’de, Rojava’da ya da dünyanın başka bir bölgesinde savaşa sürmektir. Ortadoğu’da yerle bir edilen cihatçı terörün, başka bir noktada yeniden başlatılması, ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir alanda savaşın kışkırtılmasıdır. Sadece El Hol kampında, aileleriyle birlikte cihatçı çetelerin nüfusu 100 binin üzerindedir. Hiçbir ülkenin kabul etmediği, geri istemediği, ne olacağı belirsiz onbinlerce cihatçı terörist, yeniden ortalığa salınacaktır.

Dahası, bütün bu savaşın faturası Türkiye’deki işçi ve emekçilere çıkartılacaktır. Savaş sebebiyle eylemler yasaklanıp, kitleler üzerindeki siyasi baskı artırılırken, “savaşa kaynak yaratmak” için zamlar, vergiler hızla tırmandırılacaktır. Burjuvazinin ekonomik-siyasi saldırılarına karşı her türden direniş ve başkaldırı, “savaş” bahane edilerek şiddetle bastırılacaktır.

Bu savaş bizim savaşımız değildir. Bu haksız bir savaştır; kirli bir savaştır. Ve buna karşı tüm gücümüzle direnmek gerekir. Şu ya da bu pazarlığa bel bağlamadan, şu ya da bu emperyalistle anlaşmaya çalışmadan, Türkiye’deki, Suriye’deki ve Rojava’daki tüm işçi ve emekçiler, işgale doğrudan karşı çıkmalıdır. En doğru tutum budur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …