Lübnan’da mezhepçi ayrımlara karşı sınıfsal talepler

Lübnan’da devletin internet üzerinden whatsapp ve benzeri uygulamalarla telefon görüşmelerine vergi getirme hazırlığı, kitlelerin büyük tepkisi ile karşılandı. 17 Ekim günü kitleler sokaklara döküldü ve bu vergiyi protesto etmek için eylemlere başladı. İlk günlerde yüzbinlerce insanın katıldığı, sonrasında rakamın 1 milyonun üzerine çıktığı Lübnan’da nüfus, Filistinli ve Suriyeli mültecilerle birlikte sadece 7 milyon. Yani kitlelerin ezici çoğunluğu, bu protestolarda yer alıyor.

Yükselen tepkiler üzerine hükümet üstüste geri adımlar attı. Koalisyon ortaklarından Lübnan Kuvvetleri Partisi 20 Ekim günü hükümetten çekildi, dört bakan istifa etti. Başbakan Saad Hariri, vergi artışına dönük vergilerden vazgeçmenin yanısıra, 2020 bütçesinde hiç vergi olmayacağını, bütçe açığının bankaların karlarından alınacak vergilerle kapatılacağını duyurdu. Ayrıca, “tasarruf tedbirleri” kapsamında bakanların ve milletvekillerinin maaşlarının yarı yarıya azaltılacağını, İletişim Bakanlığı ve “gerekli olmayan” bazı kamu kurumlarının kapatılacağını, devletten çalınan “hortumlanmış malların” iadesini sağlayacaklarını, vergi kaçakçılığının önüne geçmek üzere sınır kapılarında önlem alacaklarını, yoksul ailelere destek için fazladan 20 milyar Lübnan Lirası (yaklaşık 80 milyon TL) ve konut kredisine de 160 milyon dolar destek ayıracaklarını açıkladı. Ve tüm bu adımları tamamlayacak şekilde, “yolsuzlukla mücadele için bir heyet” oluşturulacağını söyledi. Yanısıra ülkenin kronikleşmiş elektrik krizinin çözümü için de hızlı adımlar atma konusunda kararlar alındığını duyurdu.

Hariri hükümeti, kitlelerin kararlılığı karşısında alttan alan söylemler de kullanmaya başladı. Mesela basın toplantısında Hariri, “gençlerimiz umutsuz bir aşamaya vardıktan sonra, haklı taleplerini dile getirmek için sokağa döküldü. Onlar onurlarını korumak için buradalar” sözlerini kullanmıştı. Keza Lübnan Ordusu da “Lübnan halkının taleplerini destekledikleri” yönünde açıklamalar yaptı.

Ancak atılan geri adımlar, kitlelerin eylemlerinde ifade edilen talepleri karşılamaya yetmiyordu. Hariri hükümetinin bu açıklamalara ek olarak şöyle kararlar da açıklaması bekleniyordu: Mevcut bakanların dışında eski bakanların da maaşlarının yüzde 50 oranında azaltılması, komitelerin maaş ve ödenekleri için tavan fiyatın en fazla 10 milyon Lübnan Lirası (LL) olması, tüm yöneticilerin maaşlarını azaltılması ve 8 milyon LL’yi aşmaması, yargıçların maaşlarının 15 milyon LL’yi aşmaması, banka ve sigorta şirketlerine yüzde 25 oranında vergi getirilmesi, asker maaşlarına da bakan maaşlarını aşmayacak düzeyde tavan ayarlamasının yapılması, yağmalanan fonların geri kazanımı ve yolsuzlukla mücadele için açık bir mekanizma oluşturulması, telefon ve kamu hizmetlerine yönelik vergilerin iptal edilmesi, maaş kesintilerine yönelik girişimlerin iptal edilmesi, konut kredilerinin eski hale getirilmesi, banka kazancı vergisinin artırılması vb…

Hükümetin açıklamaları, kitlelerin beklentilerinin altında kalınca eylemler yayıldı, kitleselleşti, militanlaştı. Yollarda barikatlar kuruldu. Okullar boykot edildi. 21 Ekim günü ülkede genel grev gerçekleştirildi. Ülke genelinde bankalar, devlet daireleri, okullar ve üniversiteler iki hafta boyunca kapalı kaldı. Polisle çatışmalar yaşandı, çok sayıda insan öldü, yüzlerce kişi yaralandı.

Eylemciler, polisin dışındaki milis güçlerin de saldırılarına maruz kaldılar. Hizbullah ve ortağı Emel Hareketi, hükümetin istifa etmemesi gerektiğini savunuyorlar. Yolsuzluk suçlamalarının hedefinde olan Emel Hareketi’nin milisleri, ilk günlerden itibaren göstericilere saldırılar gerçekleştirdi. İlk haftanın ardından, Hizbullah lideri Nasrallah da üslubunu sertleştirdi ve milislerini göstericilere dönük saldırılarda kullandı. Buna karşılık Lübnan ordusu da, milis saldırılarının önüne geçme kararı aldı.

Ancak ne polis saldırıları ne de milis saldırıları eylemcilerin kararlılığını ve kitleselliğini engelleyemedi. Bu koşullarda başbakan Saad Hariri de 29 Ekim günü istifa ettiğini açıkladı.

 

“Biz devrim yapıyoruz”

Eylemleri tetikleyen olay, whatsapp vergisi olmuştu. Gerçekte ise, Lübnan işçi ve emekçilerinin yaşadıkları yoksulluğa, devlet kademelerindeki pervasız yolsuzluğa ve topluma dayatılan yozlaşmaya karşı biriken öfkelerinin patlamasıydı. 2015 yılındaki “çöp krizi” döneminde de benzer bir tablo ortaya çıkmış, protestolar birden yükselmişti.

4 yılın ardından gelen bu ikinci dalga, çok daha etkili görünüyor. Aslında ilk eylemler Nisan ayında patlamıştı. Emekli askerlerin maaş kesintilerine karşı 30 Nisan’da protestolar gerçekleştirilmişti. Aynı gün, Lübnan İşçileri Genel Konfederasyonu da, hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı 3 günlük grev ilan etti. Sendikanın grevi, ülkenin en önemli ekonomi merkezleri olan Beyrut Limanı, Lübnan Elektrik, Oger Telekom, Ulusal Sosyal Güvenlik Fonu gibi alanları doğrudan etkiledi. Cumhurbaşkanı Michel Aun, kesintilerin ertelendiğini açıklayınca grev sonlandırıldı. Ve şimdi de, 17 Ekim’den bu yana ülke yeniden protestolarla sarsılıyor.

Eylemler, eylemcilerin bilinçlerini de değiştiriyor. Kadınlar sokaklarda en önde yer alıyorlar. En büyük öfke, en güçlü kararlılık kadınlarda. Kendilerine uzatılan mikrofona konuşan eylemciler, “Ne gösterisi? Biz burada devrim yapıyoruz” diyorlar mesela.

Öfkelerini bütün sisteme yöneltiyorlar. Şu ya da bu bürokratın değil, sistemin içinde yer alan tüm kademelerin yolsuzluklara bulaşmış olduğunu söylüyor ve hepsinin istifa etmesini istiyorlar. “Reform paketleri”nin kendilerini susturmak için ileri sürüldüğünü biliyorlar ve daha radikal değişimler talep ediyorlar.

 

Mezhepçi kimliğe karşı sınıfsal kimlik

En önemli değişim talebi ise, kitlelerin mezheplere-dinlere göre bölünmüş olması durumunun ortadan kalkması. Lübnan’da 1943 yılında ülkenin bağımsızlığından bu yana, ülkeyi dini inançlara göre bölen bir sistem oluşturulmuştu. 1990 yılında, 15 yıl süren iç savaş sona erdiğinde, ülke yönetimi mezhep-din kotalarına göre bölündü. Buna göre cumhurbaşkanı Hristiyan, başbakan Sünni, parlamento sözcüsü ise Şii oluyor. Seçimler, bu sistemi pekiştirmek için yapılıyor. Devletten orduya, hükümetten sağlık sektörüne kadar bütün sistem mezhepçiliğe göre ayrıştırılmış. Son 30 yılda egemenler bu ayrımlara göre hem kitleleri böl-parçala-yönet politikasını rahatlıkla izleyebildiler ve kitleleri birbirlerine karşı düşmanlaştırabildiler. Hem de, bu üç kesimin temsilcisi olanların yönetimdeki yerleri kalıcılaştırıldı. Aynı isimler, aynı koltuklarda yıllarca oturmayı başarabildiler. Hepsi de kendi soygun ve yolsuzluk düzenini kurdu. Bu sistem, egemenleri daha da zenginleştirirken kitleleri yoksullaştırdı.

Yaşanan direniş, ülkede kurulan mezhepçi-dinci sistemin, onyıllar içinde yarattığı siyasi-ekonomik birikimlerin patlama noktası oldu. Bu birikimler çok yönlüydü.

En başta, Lübnan’daki sistem, bir tarafta ABD-Suudi Arabistan, diğer tarafta Suriye’nin bulunduğu bir hegemonya mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı. “Taif Anlaşması” ile oluşturulan bu sisteme ilk darbe, Şubat 2005’te Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi ile indirildi. Bu suikast, Lübnan üzerindeki Suriye vesayetinin-işgalinin kalkmasına yol açtı. Bir yıl sonra İsrail-Lübnan savaşı başladığında ise, İran-Suriye destekli Hizbullah, siyaset sahnesine güçlü bir biçimde girmiş oldu. İsrail’i yenen Hizbullah, Lübnan siyasetinde ve ekonomisinde giderek güçlendi. 2011 sonrasında Suriye savaşında etkin bir rol oynayan Hizbullah giderek güçlenirken, Suudi destekli Hariri ailesi güç ve para kaybetmeye başladı. 2017’de Hariri’nin Suudi Arabistan’da tutuklanması ve Hizbullah’ın müdahalesiyle “kurtarılması”, bu güç kaybını hızlandırdı. Bu dengeler, seçimlerde parlamentonun ağırlığını değiştiriyordu elbette; ancak cumhurbaşkanının Hristiyan, başbakanın Sünni, meclis başkanının Şii olması anayasal bir zorunluluktu. Diğer taraftan, bu görevlere seçilen kişilerin, emperyalistler tarafından belirli kriterlere göre belirlenmiş ailelerden seçilmesi isteniyordu. Yani siyasi temsil hakkını kaybetmiş bir kişi, salt arkasındaki emperyalist güç nedeniyle görevini sürdürüyordu. Böyle olunca, ekonomik ve siyasi açıdan Lübnan’ın durumu ile temsiliyeti arasında büyük bir açı farkı oluştu.

2005’ten bu yana bir taraftan ekonomik-siyasi gücün paylaşılması konusunda yaşanan çatışma, diğer taraftan mezhepsel ayrımlara göre tekelleştirilmiş rant sistemi, karar alma süreçlerini tıkayan bir rol oynuyor. Ülkenin genel ekonomisi, mezhepçi rant içinde hızla yokediliyor.

Bugün Lübnan, dünyanın en borçlu ülkelerinden birisi. Kamu borcunun gayri safi hasılaya oranı yüzde 150’nin üzerinde. Bu oranı Lübnan’dan daha yüksek olan devletler Venezüella, Sudan ve Yunanistan. Sadece bu tablo bile, ülkenin ekonomisinin ne kadar korkunç bir halde olduğunu göstermeye yetiyor. Lübnan’ın birkaç ay içinde iflas edeceği düşünülüyor. Gençlerin yüzde 37’sinin işsiz olduğu bu ülkede korkunç bir yoksullaşma ve açlık sözkonusu. Ülkede sanayi ve tarım üretimi yok; dışarıdan borçlanma, turizm, inşaat ve tüketim üzerine kurulu bir düzen, kitlelerin yoksullaşmasını artıran önemli bir unsur. Öyle ki, Lübnan’da bankadaki varlıkların yüzde 51’inin sahibi yüzde 1’lik kesim. Buna bir de 1,5 milyon Suriyeli, 500 bin Filistinli mültecinin yarattığı tablo ekleniyor. Dünya Bankası, Suriyeli mültecilerin ülkeye gelmesinden bu yana, Lübnan vatandaşı yoksul sayısının 200 bin kişi arttığını tahmin ediyor.

Ve bu arada, ülkeye gelen İMF heyetleri, standart “kemer sıkma” saldırıları ile, halkın üzerindeki vergi yükünün artırılmasını istiyor. Whatsapp vergisi, bu doğrultuda alınmış kararlardan sadece birisi. Kitleler için de, yaşadıkları yoksulluğa ve tanık oldukları yolsuzluklara karşı birikimlerin patlamasının sebebi.

Bugün eylemciler “bir Hristiyan ile bir Şii’nin ya da bir Sünni’nin aynı biçimde sömürüldüğünü görüyoruz” diyorlar. Lübnan gibi karmaşık siyasal-dini yapısı olan bir ülkede, işçi ve emekçiler, tüm mezhep ve dinlerden egemenlerin yolsuzluğunu, tüm mezhep ve dinlerden işçi-emekçilerin ise yoksullukta ortak olduğunu görmüş durumdalar. Yoksulluğun din ve mezhep ayrımı yapmadığını ifade ediyorlar.

Bu nedenle eylemler her tür mezhepçi yaklaşımın üzerinde bir anlayışla, “yoksulluğa-yolsuzluğa karşı” birleşerek gerçekleştiriliyor. İç savaşta birbirlerine kurşun sıkanlar, şimdi birlikte marşlar söylüyor, polise karşı birlikte direniyorlar. Mezhepçi kimlikler, sınıfsal yaklaşım içinde, ezenler-ezilenler ayrışmasıyla eritiliyor.

“Maaşlarda tavan belirlenmesi” gibi, daha önce Fransa’da Sarı Yelekliler’in eylemlerinden duyduğumuz talepler ileri sürmeleri de son derece önemli. Gerek yolsuzluklara ve yozlaşmaya karşı mücadele anlamında, gerekse gelir dağılımındaki uçurumu hedef almasıyla, bu türden talepler sınıfsal mücadelenin önemli unsurları.

Lübnan işçi ve emekçilerinin bu direnişlerinde en önemli eksiklikleri, devrimci bir önderlikten yoksun olmaları. Ancak kendi deneyimleri ile sınıfsal mücadeleyi öğreniyor, taleplerini ileri sürüyor ve kendi “Ekim Devrimi”nin gücünü toplumun her kesiminde hissettiriyorlar.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …