Kuzeydoğu Suriye işgali, dengeleri değiştirdi

Cerablus ve Afrin’in ardından Fırat’ın doğusuna göz diken Erdoğan yönetimi, aylar süren bir propaganda ile YPG’nin Türkiye’ye bir “tehdit” oluşturduğunu iddia etmeye çalıştı. Hatta BM toplantısında, elinde tuhaf bir Suriye haritası ile kürsüye çıkıp, Suriye topraklarında yapacağı “toplu konut”ların “kaç metrekare” olacağını anlattığı konuşmalarına da tanık oldu dünya.

Bu doğrultuda hiçbir devleti kandıramadı elbette. Ancak Suriye’nin işgali için ABD’den izin koparmayı başardı. 8 Ekim günü savaş tezkeresi meclisten geçirildi; 9 Ekim günü TC ordusu Rojava topraklarına girdi.

Ve Türkiye’nin bu işgali, Erdoğan’ın planlarının çok ötesinde, Suriye savaşındaki dengeleri yerinden oynattı.

 

AKP “bir taşla çok kuş” hedefliyor

Bu savaş, Erdoğan yönetimi tarafından kararı alınan bir saldırı gibi görünmekle birlikte, Türkiye’deki egemen sınıfların tümünü “savaşa onay verme” noktasında birleştirmiştir. Meclis’te yapılan tezkere oylamasında, karşı çıkan tek partinin HDP olması, CHP’nin de işgale onay vermesi, burjuva klikler arasında bir uzlaşma-hemfikirlik olduğunu göstermektedir.

Ve bu savaşla, egemen sınıfların birden fazla hedefi vardır.

Birincisi, ülke içinde kendileri için giderek daha büyük bir tehdide dönüşmekte olan işçi-emekçi hareketini bastırmaktır. Ekonomik kriz, kitlelerin yaşam koşullarını giderek daha zor, daha dayanılmaz hale getiriyor. Temmuz 2018’deki döviz patlamasından bugüne kadar işten atılanların sayısı 2 milyona yaklaştı. Üstelik açılan yeni paketlerle İMF’nin saldırı programı devreye sokuluyor. Hükümetin ücretleri düşürmeyi, kıdem tazminatını gaspetmeyi hedeflediği bir dönemde, toplumsal muhalefetin bütün kesimlerinin daha hareketli olacağını öngörmek zor değil.

Bu koşullarda bir savaş, “Allahın lütfu!” olarak görülüyor. Savaşı bahane ederek içerideki baskıyı artırmak, grev-direniş-eylem yasakları koymak kolaydır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’de yeni bölgeler işgal etme planı, öncelikle içteki muhalefeti bastırma amaçlıdır.

İkincisi, Suriye savaşında Türkiye’nin pozisyonu başından itibaren “yenilen taraf”tadır. Bugün savaşın geldiği nokta, Türkiye’nin Suriye topraklarında süren işgallerini gereksizleştirdiği gibi, özellikle İdlib’de tam bir başarısızlık-yenilgi sözkonusudur. Üstelik, hem ABD ile hem de Rusya ile işbirliği yaparak çok büyük kazanımlar elde etmeye çalışırken, iki tarafla kurduğu ilişkinin de zayıf ve etkisiz kalmasını engelleyememiştir.

Türkiye’nin tüm bu başarısızlıklarını örtbas edecek bir “başarı hikayesi”ne ihtiyacı vardı. Suriye topraklarında ABD’nin onayı ile yürüteceği yeni bir işgal hareketi, bunu oluşturmak içindi. Elbette ki bu, gerçek bir “başarı” olmayacak, hızlı biçimde aleyhine sonuçlar yaratacaktı.

Üçüncüsü, Suriye’deki Kürt hareketine darbe indirmekti. 2014 yılına kadar, AKP hükümeti Suriye topraklarında kendi kontrolünde bir Kürt devleti kurulması ihtimalini değerlendiriyordu. Türkiye’de Kürt hareketi ile yürüttüğü “çözüm süreci”nin, Suriye ayağını da planlıyordu. Ancak 2014 Eylül ayından itibaren, Kobane’de IŞİD saldırısının püskürtülmesi, Kürt hareketinin dünya kamuoyu nezdinde farklı bir güç ve prestije kavuşması, ardından ABD ile işbirliğinin başlatılması, Erdoğan’ın hesaplarını altüst etti. Suriye’deki Kürt hareketinin Erdoğan’a tabi olmayacağı ortaya çıktıkça, Erdoğan’ın Rojava’ya (ve Türkiye’deki Kürt hareketine) düşmanlığı da arttı.

Bu noktadan sonra, her vesileyle “Kürt koridorunu engellemek” bahanesiyle Rojava’ya dönük saldırganlığını artırdı. Ve zaman zaman, ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak kullandığı “fırsat”larla, Suriye topraklarını işgal etti. Önce El Bab-Cerablus hattına girdi, ardından Afrin’e. Son saldırıyla da Tel Abyad’dan Serakaniye’ye uzanan bölgeyi ele geçirdi.

Dördüncüsü, İdlib’de önemli düzeyde cihatçı besleyen AKP hükümeti, İdlib’in Suriye tarafından adım adım temizlenmesi karşısında, bu cihatçıları ne yapacağı sorusuyla karşı karşıya kaldı. Ve bulduğu en iyi seçenek, Rojava topraklarında yeni bir cihatçı yuvası oluşturmak oldu. Kürt nüfusun görece daha az olduğu Tel Abyad-Serekaniye bölgesine cihatçıları yerleştirmeyi planladı. Son aylarda “güvenli bölge” adı altında ABD ile bunun pazarlıklarını yürüttü.

Sadece Türkiye’nin kontrolündeki cihatçı çeteler değil, bugün YPG tarafından esir alınan ve kamplarda tutulmakta olan cihatçılar ve aileleri de Erdoğan’ın hesapları içinde bir yer tutuyor. Gerek İdlib’dekileri, gerekse YPG’den devralmayı planladıkları cihatçı çeteleri, kendisinin kontrolünde bir vurucu güce dönüştürmeyi planlıyor. Hem Suriye’deki Kürt güçlerine karşı, hem Türkiye’deki toplumsal muhalefete karşı (tıpkı 10 Ekim Ankara katliamında, Suruç katliamında olduğu gibi), hem de ABD’nin hazırlık yaptığı İran’a karşı… Tel Abyad’da bu IŞİD’çilerin şimdiden eğitime alındığı haberleri çıkmaya başladı bile.

Sonuçta Erdoğan, Rojava’yı işgal ederek bütün bu hedeflerini birden yerine getirmeyi planladı. Bu nedenle ABD’nin koyduğu sınırları aşmaya, kendisine vaadedilenden çok daha geniş bir alanı işgal etmeye yeltendi. Ancak önce 17 Ekim günü Türkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Pence, Erdoğan’a resti çekti. Türkiye Cumhurbaşkanı ile ABD Başkan Yardımcısı’nın masada eşit koşullarda oturduğu fotoğraf, dünya siyaset tarihine geçen bir fiyaskoydu. Ardından 22 Ekim günü Soçi’de, Rusya ikinci resti çekti.

 

ABD’nin istikrarsız ve zorunlu desteği

Türkiye’nin Suriye işgali, ABD içindeki egemenlerin iç çelişkilerini ortaya çıkardı. Bu nedenle, bir taraftan Erdoğan’a destek veren, diğer taraftan çok ağır biçimde eleştiren açıklama ve tutumlar birarada geldi. Bu tablo, ABD’nin Suriye savaşı ve Türkiye ile ilişkiler konusunda ne kadar çelişik bir konumda durduğunu da gösterdi.

Birincisi, ABD Türkiye’yi kaybetmekten korkuyor. NATO üyesi Türkiye’nin Rusya ile S-400 ilişkisi geliştirmesi, ABD’nin Ortadoğu planları için büyük bir tehlike çünkü.

İkincisi, Kürt hareketini kaybetmek istemiyor. Suriye savaşında kayda değer en önemli başarıları YPG sayesinde kazandı. Kürt hareketi ABD’den koparsa, ABD’nin Ortadoğu’daki tutunma noktaları zayıflıyor.

Üçüncüsü, Suriye’deki savaş uzun zamandır ABD için büyük bir zaman-insan-enerji-para kaybı anlamına geliyor. 9 yılın ardından bu savaşı kazanamayacağı belli olduğu için daha fazla zaman harcamak istemiyor ve bir çıkış yolu arıyor.

Dördüncüsü, Suriye savaşını kaybetmek, Ortadoğu hegemonyasını kaybetmek anlamına geleceğinden, savaşı kazanamayacaksa bile kaybetmemek için bölgede kalmak, YPG’yi korumak, Suriye’nin kazanmasını geciktirmek zorunda.

Bütün bu çelişkiler, ABD’nin Türkiye ile kurduğu ilişkilere de, Suriye’deki konumlanışına da, yapılan açıklamalara da yansıyor. Türkiye’ye Tel Abyad’a giriş izni veriliyor, ancak “sakın sınırları aşma, ekonomini mahvederiz” deniyor. ABD’nin Suriye’den çekileceği açıklanıyor, ardından “petrolü korumak için kalacağız” deniyor. SGD-YPG en önemli mevzilerini Türkiye’ye bırakmaya zorlanıp “onlar bizim için savaştıysa biz de paralarını verdik” anlamına gelecek aşağılayıcı sözler sarfediliyor, sonrasında Kürtler ile ilişkiyi ne kadar önemsedikleri anlatılıyor. Türkiye’nin işgale başlamasına göz yumuluyor, bu arada Erdoğan’ın yurtdışı hesaplarını gündemleştirmekten Halkbank dosyasını açmaya kadar pek çok tehdit öne sürülerek işgali sınırlı tutması sağlanıyor.

Bu gel-git’li söylem farkı, “iyi polis-kötü polis” taktiğini de akıllara getiriyor. İşgal başladığı anda büyük tepki gösteren YPG’nin Rusya’ya koşmamasının nedeni, ABD içinde farklı kanatların kendilerini destekleyen açıklamalarıdır. ABD, farklı yetkililere farklı açıklamalar yaptırarak, hem YPG’yi hem Türkiye’yi “idare etme” tutumunu sürdürmeyi başarmaktadır.

Bugün bize “Trump’ın hezeyanları” olarak gösterilen, “zaten Trump azil sürecinde” diye hafifsetilmeye çalışılan tablonun nedeni budur. ABD, Ortadoğu savaşına milyarlarca dolar, onbinlerce asker ve tam 16 yıl harcamışken, ne Irak’ta, ne Suriye’de istediği noktada değildir. Sonuçta Türkiye’nin Suriye topraklarını yeni bir noktadan işgale başlaması, savaşa yeni bir aşama, ABD’ye yeni bir soluk getirebilir. Keza ABD, İran savaşını Türkiye üzerinden yürütmenin planlarını da yapmaktadır.

Kesin olan şudur: ABD’nin Suriye-Ortadoğu politikasının geleceği büyük bir belirsizlik içindedir. Ve bu belirsizlikte, ABD ile ilişkileri en çok önemseyen kesim olan SGD-YPG, bir kere daha ihanete uğramış olmanın tepkisini yaşamaktadır. ABD, Rojava topraklarında kurulu en önemli askeri üslerini bile bırakmış, sadece petrol bölgelerinde bir grup asker konuşlandırarak diğer askerlerini Irak’a göndermiştir. ABD askerleri, “bizi bırakmayın, bize ihanet etmeyin” diyen Kürt halkının protestoları eşliğinde, 21 Ekim günü sınırı geçmiştir.

 

Rusya işgali fırsata çevirdi

Rusya’nın Türkiye’nin işgali karşısındaki tutumu biraz daha karmaşıktır. Türkiye’nin Cerablus ve Afrin işgallerinde, sadece ABD’nin değil, Rusya’nın da önden payı ve onayı vardı. Ancak bu defa işgal Rusya’nın onayı ile başlamadı. Tersten, Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşma, ABD ile bağlarını artırma isteği ve çabasının ürünüydü bu harekat. Bu nedenle sürecin başlangıcı Rusya’nın dışında gelişti.

Rusya’nın ilk tepkisi de, işgal ile ağır bir darbe almakta olan YPG’yi kazanma çabası oldu. İlk günler, YPG ile Rusya ve Suriye arasında görüşmeler ve karşılıklı olumlu açıklamalar yapıldı. Hatta Suriye açık çağrı ile YPG’ye destek verdi, “Suriye’nin sınır güvenliğini” korumaya hazır olduğunu duyurdu.

Rusya YPG’ye karşı Türkiye-Suriye uzlaşmasına arabuluculuk yapmak ve Türkiye’ye karşı Suriye-YPG uzlaşmasını sağlamak sarkacında dolandı. YPG’yi kazandığı koşulda, Suriye topraklarından ABD’yi kovmak için çok önemli bir zemin yakalayacaktı. YPG’nin safı ABD’den yana netleştiğinde ise, bu defa hem İdlib’deki cihatçıların çıkartılması konusunda Türkiye’nin üzerinde baskı kuracak, hem de kendisi ile işbirliği yapmayan YPG’yi cezalandırmış olacaktı.

ABD’nin YPG’ye ilişkin çelişik açıklamaları, YPG’nin tutumunda değişiklikler yaratırken, Suriye’nin YPG’ye dönük söylemleri de buna bağlı olarak değişti. İşgalin başında ABD Suriye’yi terkedeceğini açıkladığında, Suriye YPG’ye “vatan evlatları” diye seslenirken; ABD petrol bölgelerinde kalacağını, YPG ile ilişkiyi sürdüreceğini belirttiğinde, Suriye’nin dilinde YPG, “Amerikan uşağı”na dönüştü.

YPG güçlü olduğu dönemde özerklik-federasyon konusunda kararlı davranıyordu. Ancak artık pazarlıkta Suriye’nin eli daha güçlü. Kobane, Kamışlı gibi son derece stratejik Kürt kentlerinde Türkiye’nin işgalini engelleyebilmek için, YPG’nin Suriye “koruması”nı kabul etmekten başka çaresi kalmadı. Bu koşullarda Suriye, Kürt hareketine karşı “savaş içinde askeri ittifak” ile sınırlı, “siyasi statü” konusunu savaş sonrasına bırakan bir yaklaşım içinde oldu.

Böylece 2011’de Suriye savaşının başlamasından bu yana ilk defa Suriye ordusu yeniden Türkiye sınırına yerleşti, Türkiye-Suriye sınır kapıları Suriye hükümetine devredildi. Rakka’dan Menbiç’e, Tabka Barajı’ndan Kobane’ye kadar çok önemli noktalarda Suriye ordusu göreve başladı.

Türkiye’nin işgali, Suriye devletinin kontrol alanını genişleterek, Rusya’nın gücünü artırdı. 22 Ekim günü Soçi’de Putin, Erdoğan ile yaptığı görüşmede, bir taraftan Türkiye’nin daha fazla ilerlemesini durdururken, diğer taraftan YPG’nin çekileceği, Kürt kentlerinin kontrolünü Suriye’ye terkedeceği konusunda garanti verdi. Bu arada Türkiye’nin Suriye ile görüşmesinin kaçınılmazlığı bir kere daha ifade edildi. ABD’nin istikrarsız politikası, YPG’yi Rusya’nın çizdiği sınırlara uymaya zorladı.

 

YPG’nin tutumu

YPG açısından ABD ile işbirliğinin sonuçlarını göğüslemek çok kolay olmuyor. ABD, Afrin’i Türkiye’ye terkettiğinde, YPG başlangıçta direnmiş, ancak şehir merkezini direnişsiz teslim etmişti. Kürt hareketi açısından bir hezimet olmuştu bu. Ve Kürt halkında büyük bir tepkiye yol açmıştı.

Türkiye’nin işgali ise daha vahim bir durum oluşturdu. TSK, başlangıçta ifade edildiği gibi “30-35 km’lik koridor” hedefini hayata geçirirse, “Kürdistan’ın üç parçası” birbirinden kopartılmış, araya bir “Arap koridoru” çekilmiş olacaktı. Ve bu, Kürt hareketinin tarihindeki en önemli stratejik kayıplardan biri olurdu. Diğer taraftan, “Kürdistan”ın konumu da bir soruna dönüşecekti. Kürt kentlerinde Türkiye’nin işgali varken, “Kürdistan” nerede kurulacak, Arap kentlerine mi kaydırılacak, bu durum Kürt hareketi açısından bir meşruiyet sorunu yaratmayacak mı, gibi sorular peşpeşe geldi.

ABD’nin Kürt bölgesinden çekileceği açıklaması, YPG açısından çok yaşamsal bir soruna dönüşmüştü. Bu yüzden Suriye ile anlaşmaya çalıştı; ancak Suriye de YPG’nin düştüğü açmazdan faydalanma niyetindeydi. ABD sonradan hatasını tolere etmeye çalıştı; ancak bu da sadece petrol bölgeleri ile sınırlı kaldığı için YPG’nin asıl önemsediği sorunlar ortada kaldı.

YPG’nin ABD ile 2014’ten bu yana kurduğu ilişki elbette ki bir anda bıçakla kesilip atılmayacaktı. Suriye-Ortadoğu hedefleri devam ettiği sürece ABD bu ilişkiyi bir biçimde koruyacaktı. Ancak bu gerçek, 9 Ekim’den itibaren başlayan TSK işgali’ne karşı, YPG’nin bir işine yaramıyordu.

Bu koşullarda Suriye ile, günlük olarak değişen pazarlıklar yürüttü. En önemli pazarlıklar YPG-SGD’nin Suriye ordusunun bir parçası olması ve savaş bitince Rojava’nın siyasi statüsünün ne olacağı konusunda yürütüldü; ancak son yıllarda kaderini ABD’ye bağlamış olan YPG’nin çok fazla şansı yoktu. Türkiye’nin durdurulması karşılığında, çok ağır koşullara razı oldu.

 

Savaş yıkımdır-vahşettir

İşgal, egemenler arasında bir rekabetin, hegemonya savaşının, bir güç sınamasının sonucudur. İşçi ve emekçiler, ezilen halklar için ise ölüm, yıkım, açlık ve vahşettir. Diplomasi masasında her türlü oyun dönerken, işgal altındaki topraklarda pervasız bir saldırganlık kitleleri kuşatır.

Bugün Kuzeydoğu Suriye işgali sırasında Türkiye’nin ve beslemesi ÖSO çetelerinin gerçekleştirdiği saldırılar, tam bir vahşettir. Bu vahşet, daha şimdiden Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına girmiştir. Keza, Suriyeli mültecilerin yasadışı biçimde işgal topraklarına yerleştirilmesi de bir başka sorundur. İşgal ile birlikte Türkiye’ye devredilen IŞİD çeteleri, bölgedeki durumu daha da kötü hale getirecektir. Bu çeteler, Suriye’de, Rojava’da, İran’da, Türkiye topraklarında ya da dünyanın başka herhangi bir bölgesinde yeniden savaşa sürülecektir.

Türkiye’nin saldırgan savaşı son bulmalı, Suriye topraklarındaki işgalci tüm güçler geri çekilmeli, Suriye’nin geleceği Suriye’de yaşayan halklar tarafından belirlenmelidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …