Elimize posta kanalıyla ulaşan
TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden bir bölümü,
güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
Giriş
Önümüzdeki dönemin iç politika yönünden oldukça hareketli geçeceği şimdiden belli olmuştur. Son yerel seçimlerle birlikte (31 Mart 2019) AKP döneminin sonuna gelindiği görülüyor. Büyük olasılıkla yeniden “koalisyon hükümetleri” dönemine girilecek. Zaten son seçimlere bir tarafta AKP-MHP, diğer tarafta CHP-İYİP olmak üzere (ve onlara eklenen partilerle) iki ana ittifak halinde girildi.
Kriz ve savaş koşullarıyla düşünüldüğünde, egemen sınıfların geniş bir koalisyon hükümetinden yana olması anlaşılır bir durumdur. Erdoğan’ın 31 Mart seçimlerinin ardından dillendirdiği “Türkiye ittifakı” ya da “milli mutabakat” denilen, ana gövdesini AKP ve CHP’nin oluşturduğu bir hükümet istenmektedir. MHP’nin itirazıyla Erdoğan, “Türkiye ittifakı”nı geri çekmiş olsa da, denklemler değiştiğinde ayakta kalabilmek için koalisyon hükümetini kabul edecektir. Ya da Erdoğan’sız bir yönetimle devam edilecektir.
AKP içinde Babacan ve Davutoğlu’nun iki ayrı koldan yürüttükleri muhalefet hareketinin, iki ayrı partiye dönüşme ihtimali yüksektir. Her iki ekip de AKP’den olabildiğince büyük bir parça koparmak istemektedir. Bir grup milletvekilinin ayrılması durumunda bile, meclis aritmetiği değişecek, bu da otomatikman AKP-MHP ittifakını geçersiz hale getirecektir. O andan itibaren yeni ittifak arayışları ve erken seçim kaçınılmazdır. Bütün bunlar, “sistem tartışmaları” ile atbaşı gitmekte, “partili cumhurbaşkanlığı”ndan vazgeçip yeniden parlamenter sisteme dönmenin hazırlıkları yapılmaktadır.
Egemen sınıfların yönetim krizine çare arayışlarının arttığını görüyoruz. Esasında bu çabalar yeni değildir. Fakat AKP, egemenlere çeşitli sözler vererek bugüne dek hükümette kalmayı başardı. Zaten 15 Temmuz sonrası OHAL ilan edildi ve Erdoğan, patronlarla yaptığı bir toplantıda; “OHAL’i sizin için yaptık, bakın hiçbir yerde grev olmuyor” diyerek bunu açıkça ilan etti. Ancak iyice derinleşen ekonomik kriz, patronların arayışlarını arttırmasına neden oldu. Diğer yandan kitlelerde AKP’ye karşı artan öfke, son yapılan tüm seçimlerde kendini ortaya koydu. Bunu çeşitli hilelerle bir süre kapatmayı başarsalar da, 31 Mart seçimleri artık yolun sonuna gelindiğini gösterdi. Büyükşehirlerin neredeyse tümünü kaybeden AKP, tek meşru argümanı olan “seçim başarısı”nı da kullanamaz hale geldi.
Meşruiyetini yitirdiği bu noktada, bir değişime gidilmesi zorunluluktur artık. Bunun hangi yol ve yöntemlerle, nasıl ve ne zaman olacağını, gelişmelerin seyri belirleyecek. Bu da sadece egemen sınıfların iradesiyle değil, işçi ve emekçilerin tepkileriyle, bu tepkilerin eylemsel boyutuyla birlikte oluşacaktır.
Krizle daha da artan hayat pahalılığı, işsizliğin TC tarihinin en yüksek oranına ulaşması, buna karşın düşük ücretler, bu ücretlerin bile zamanında yatırılmaması, zorunlu mesailerle iyice uzayan çalışma saatleri, artan işçi cinayetleri vb. ile bunalan işçi ve emekçiler, her an patlamaya hazır bir volkan gibidirler. Marks’ın dediği gibi, “proletaryanın sefaletinden yalnızca sefaletin kendisini değil, eski toplumu altüst edecek devrimci yanını da görmek” gerekir.
Zaten birçok işyerinde çeşitli direnişler gerçekleşiyor. Ne var ki, bunlar örgütsüz, kendiliğinden patlamalar şeklinde meydana geldiği için, ya başarısızlıkla ya da kısmi bir kazanımla sonuçlanıyor.
Sendikal anlamda bile örgütsüzlük, işçileri bireysel çıkışlara zorluyor. Kriz sonrası en fazla görünen, bir veya bir grup işçinin yüksek bir yere çıkarak taleplerini haykırması, karşılanmadığı durumda kendilerini öldürmekle tehdit etmesi, bunun en önemli göstergesidir. Tehdidin ötesinde, son yıllarda binlerce işçi-emekçi intihar etmiştir. Sadece 2018’de intihar eden kişi sayısı, 3 bin 161’dir.
İntiharlar, en çok iş arayıp da bulamayanlarda, yani işsizlerde görülüyor. (Bunların içinde “atanamayan öğretmenler” de vardır.) Yanı sıra haklarını alamayan işçiler intihar eylemlerine girişiyorlar. Bunların çoğu işyerlerinde oluyor. Ayrıca meydanlarda, meclisin önünde kendini yakanlar da oldu. Yani intiharlar bir protesto biçimine dönüştü. Elbette böyle bir biçimi doğru bulmak mümkün değil. Fakat işçi ve emekçilerin içinde bulunduğu çaresizliği, aynı zamanda isyanı resmetmesi bakımından oldukça çarpıcıdır.
Önümüzdeki aylar hem işçi sınıfı hem de emekçi memurlar açısından hareketli geçecektir. Yüksek enflasyonla birlikte eriyen ücretler, buna karşın TİS’lerde dayatılan komik zamlar, açlık sınırının altındaki yaşam koşullarını iyice çekilmez hale getirmektedir. Bu koşulların en hafifinden kendiliğinden patlamalara yolaçması kaçınılmazdır.
Kısacası önümüzdeki dönem, egemen sınıflar açısından olduğu kadar, işçi-emekçiler açısından da önemli gelişmelere sahne olacak. Her iki kesim de, kendi çıkarları doğrultusunda çıtayı yükseltecekler. Hükümet arayışlarından erken seçime, yeniden parlamenter sisteme dönmekten halkçı-kamucu bir yönetim anlayışına kadar yaşanacak olası değişikliklerde, karşılıklı sürecek olan mücadele, sonucu belirleyecektir.
I- AKP’Lİ YILLARDA İŞÇİ ve EMEKÇİLERİN DURUMU
İşçi ve emekçilerin son 10 yılda nereden nereye geldiğine baktığımızda; büyük bir hak gaspı, ücretlerde erime, çalışma saatlerinin uzaması, işsizliğin artması vb. ile yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleştiğini, keza sendikalaşma oranının düştüğünü görebiliriz. Buna karşın direnişlerin, grevlerin, protestoların hiç bitmediğini, hatta radikal biçimlere büründüğünü de…
Bunların handikaplarını, olumlu ve olumsuz yönlerini ayrıca ele alacağız. Fakat en başta işçi ve emekçilerin gaspedilen haklarıyla bugün hangi koşullarda yaşadığını ortaya serelim.
Bu tablo, aynı zamanda AKP’li yıllarda işçi ve emekçilerin kaybettiği hakların bir dökümü olacaktır. AKP hükümetleri döneminde işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi kesimlerin ne büyük bir saldırı altında kaldığının görülmesi bakımından yararlı olacak, bir dönemi resmedecektir.
Resmi verilere göre ülkemizde yaklaşık 20 milyon ücretli var. Bunların 3 milyonu memur ve sözleşmeli personel. Geriye kalanı özel sektörde veya kamuda “işçi” statüsünde çalışıyor. Kimi verilere göre, yüzde 40 oranında “kayıt-dışı” çalışanların olduğunu da gözönüne aldığımızda, bu rakam 30 milyonu buluyor. Bir de buna son atılanlarla birlikte 7-8 milyon civarında işsizi, asgari ücretin bile altında bir aylıkla geçinmek zorunda kalan yaklaşık 10 milyon emekliyi, vergi cenderesinde bunalan küçük esnafı ve küçük üreticiyi eklediğimizde; nüfusun ezici çoğunluğunun ne zor koşullarda yaşadığını görebiliriz.
Zaten AKP dönemi, en özlü ifadeyle; emeği ile geçinenlerin yoksullaştığı, sadaka ile düşkünleştirildiği; buna karşılık büyük patronların kar üstüne kar kırdığı, sonradan türeyen zenginlerin vurgunlarla uçtuğu bir dönem olmuştur. Bunu kendi içinde açarak somutlayalım.
Gaspedilen ve gaspı hedeflenen haklar
AKP döneminde gaspedilen hakların başında grev hakkı geliyor. Bu dönemde 17 grev ertelendi, yani fiilen yasaklandı. Bunların 7’si OHAL’in uygulandığı 2016-2018 yılları arasında gerçekleşti. AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılından bu yana ise, toplamda 200 bin işçinin grevi engellendi. Bunların çoğunda “milli güvenlik” gerekçe gösterildi. Ancak işkollarına bakıldığında “milli güvenlik”le ilgisi olmayanların da yasaklandığı görüldü.
Grev hakkı, işçi sınıfının yıllarca süren mücadelesi ile kazanılmış ve yasalarla güvence altına alınmış bir haktır. Fakat AKP döneminde yasalar da hiçe sayılarak gaspedilmiştir. Bugün işçi sınıfı bu hakkı yeniden elde etmekle karşı karşıyadır. Bunu da fiili grevlerle başaracaktır. Tıpkı grevlerin yasak olduğu yıllarda, 1963’te Kavel işçilerinin yaptıkları gibi… Ki başta Metal işkolu olmak üzere yeni örnekler yaratılmaya başlanmıştır.
AKP dönemi, dizginsiz özelleştirme dönemidir. 1980’lerin başında tüm dünyada hız kazanan özelleştirme, Türkiye’de 1984’te Özal ile başladı. AKP döneminde ise, zirve yaptı. AKP’ye kadar olan dönemde özelleştirmeden elde edilen para 8 milyar dolar iken, AKP’li yıllarda 60.4 milyar dolardır. Yani özelleştirmeyle elde edilen toplam 68.4 milyar doların 60.4 milyar doları AKP döneminde gerçekleşti. 220’den fazla kamu kuruluşu satıldı. Bunlar arasında Sümerbank, Tekel, TÜPRAŞ, SEKA, İsdemir, Kardemir, Eti Maden işletmeleri, Petkim, Telekom ve son olarak şeker fabrikaları gibi çok önemli işletmeler bulunmaktadır.
Özelleştirilen fabrikalar, binasıyla, arsasıyla, tüm teçhizatı ve alt yapısı ile birlikte satılmış, emperyalist tekellerin talanına sunulmuştur. Türk Telekom’u satın alan Lübnanlı Hariri ailesinin Oger şirketi, içini tümden boşaltıp vurgunu vurduktan sonra bırakıp gitmiştir mesela.
Diğer yandan şeker fabrikalarının ABD’li nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreticisi Cargill’e peşkeş çekilmesiyle, emperyalist tarım tekellerine bağımlılık artmış ve GDO’lu ürünlerle halkın sağlığı ile oynamıştır. Özelleştirme, bölge esnafından tarım ve hayvancılığa kadar birçok alanı etkilemekte, o bölgelerde tam bir yıkıma yolaçmaktadır.
Bazı “ulusalcı”ların iddia ettiği gibi mesele bu fabrikaların emperyalist tekellere satılması değildir sadece. Yerli tekellere de satılsa (ki hepsi emperyalist tekellerle işbirliği içindedir) sonuçları bakımından değişen bir şey yoktur. Ayrıca “yerli” tekellere satılan kamu işletmeleri de vardır. Ancak bu tekeller, haraç-mezat satın aldıkları işletmeleri, iki-üç kat fazlasıyla doğrudan emperyalist tekellere satmıştır. TEKEL, Sümerbank, Petrol Ofisi özelleştirmelerinde bu durum açıkça görülür. Dolayısıyla sorun, bu işletmelerin yerli ya da yabancı tekellere satılması değildir. Bir bütün olarak özelleştirmeye karşı çıkılmalıdır. İşçi-emekçi açısından hiçbir fark yoktur çünkü.
Özelleştirme, taşeronlaştırma ile atbaşı gitmiştir. Ve “taşeronun taşeronu” şeklinde büyümüştür. Böylece sınıfın birliği parçalanmış, örgütlenme zeminleri zorlaştırılmış ve yoğun işgücü sömürüsü gerçekleşmiştir. Çünkü taşeron işçisi, her türlü sosyal güvenceden yoksun, düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Üstelik grev ve direnişlerin kırılmasında; kadrolu işçilerin ücretlerinin düşürülmesi ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasında, patronların öne sürdüğü bir koz da olmuştur.
Düzen partileri her seçim döneminde “taşerona kadro” sözü vererek yıllarca işçileri oyaladı. AKP’nin “taşerona kadro” yasası ise, işçilerin geçmiş haklarından feragati üzerinden ve oldukça sınırlı oranda gerçekleşti. Sonrasında taşerondan daha kötü koşullarda çalışmakla karşı karşıya kaldılar. Yaşanan tam bir hayal kırıklığı oldu.
Taşeronlaşma ile birlikte esnek çalışma adı altında işçileri her tür haktan yoksun çalıştırmanın çeşitli yolları da devreye sokuldu. “Uzaktan ve çağrı üzerine çalışma” yaygınlaştı, eve iş alarak çalışan insanların sayısı arttı. “Kiralık işçi” yasasıyla bu durum resmiyet kazandı. “Özel İstihdam Büroları” (ÖİB) aracılığıyla kiralanan işçilerden patronlar sorumlu değildi artık. Böylece işçinin işgünü satma pazarlığı bile elinden alındı. AKP’nin 2009’da hazırladığı bu yasa, tepkilerden dolayı ancak 15 Temmuz sonrası OHAL döneminde yürürlüğe girdi.
Özelleştirme, taşeronlaştırma ve her tür esnek çalışma, aynı zamanda sendikasızlaştırma demektir. Öncesinde kamuya ait olan ve sendikalı işçilerin çoğunluğu oluşturduğu fabrikalarda, özelleştirilmeyle birlikte işçi kıyımına gidilmiş ve çok sayıda sendikalı işçi işsiz kalmıştır. Ayrıca büyük kamu işletmelerinin küçük işyerlerine bölünerek satılması, daha az işçinin çalıştığı bu yerlere sendikaların girmesini zorlaştırmıştır. Keza özelleştirilen yerlerde sendikalı işçilere baskı uygulanması, işlerin taşeronlara verilmesiyle, sendikalar büyük oranda devre dışı bırakılmıştır.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2019 Ocak ayı istatistiklerine göre, 13 milyon 411 bin 983 işçinin sadece 1 milyon 839 bin 38’i sendikalıdır. (Ki bu rakamlar bile şişirilmiştir.) AKP’nin yönetime geldiği 2002’deki rakamlara baktığımızda; 4 milyon 572 bin 841 sigortalıya karşı, sendikalı işçi sayısı 2 milyon 680 bin 966’dur. Yani sendikalı işçi oranı yüzde 58’dir. Son 17 yılda işçi sayısı üç kat arttığı halde, sendikalaşma oranı aksi yönde azalmıştır. Bugün yüzde 10’un altına düşen sendikalaşma oranı ile OECD içindeki en kötü ülke durumundayız.
AKP’nin son yıllardaki saldırılarından biri de sigorta sistemini ve emekliliği adım adım tasfiye ederek Bireysel Emeklilik Sistemi’ni (BES) devreye sokmak oldu. 2018 yılından itibaren tüm çalışanlar sisteme dahil edildi. Başlangıçta isteyenin iki ay içinde sistemden çıkabileceği söylenerek daha esnek bir yol izlenmişti. Fakat zaten kısıtlı olan ücretlerden bir kesinti daha yapılmasını istemeyen işçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu sistemden çıktılar. Bunun üzerine herkese zorunlu BES’i dayattılar. BES kesintileriyle özel sigorta şirketlerine kaynak yaratmaya, yandaşlarını finanse etmeye çalıştılar.
Bütün bunların yanı sıra kıdem tazminatının gaspı sürekli gündemde. İşçiler kıdem tazminatına “son kale” olarak bakıyor ve bu hakkı gaspettirmemek için sendikalara baskı yapıyorlar. Sendikalar da kıdemin gaspını “genel grev nedeni” sayacaklarını duyurmak zorunda kaldı. İşçiler için kıdem tazminatı, işgüvencesi anlamına geliyor, patronların kolayca işçi çıkarmasını engelliyor. Diğer yandan işten çıkartıldığında eline birikmiş bir para geçiyor. O yüzden bu hakkı gaspettirmemek için direniyorlar.
Fakat son kriz dalgasıyla birlikte kıdem tazminatının gaspı yeniden gündeme geldi. Sözde kıdem alamayanları da kapsayan bir düzenleme yapılacağı gibi demagojilerle işçi ve emekçileri kandırmaya çalışıyorlar. Ancak bunu başarmaları hiç kolay olmayacak.
Çalışma ve yaşam koşulları
Grev ve TİS hakkı gaspedilen, sendikasızlaştırılan bir işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları düzgün olabilir mi? Özgürlüklerin gaspedildiği yerde, ekmeğin büyümesi mümkün mü?
Örneğin asgari ücret, 2004 yılı 100 kabul edilirse 2019’da yüzde 40 kayba uğramıştır. 2018’in ilk ayında asgari ücretle 427 dolar alınabilirken, 2019’un başlarında 350 dolara düşmüştür. Son bir yıldır özellikle gıdada yaşanan fiyat artışıyla asgari ücret hızla erimiştir. Hükümete yandaş sendikaların araştırmalarında bile, açlık sınırı asgari ücretin üzerinde çıkmaktadır.
Türkiye, zaten gelir dağılımı bozuk ülkelerden biriydi. Fakat şimdi bu bozukluk, devasa boyutlara ulaştı. Öyle ki, nüfusun yüzde 1’lik kesimi ülkedeki zenginliğin yüzde 52’sine sahipken, yüzde 99’u geri kalan yüzde 48’i paylaşmakla karşı karşıyadır.
Hal böyleyken işçi ve emekçinin borçları katlanarak artıyor. 2002’de hane halkı borcunun gelirine oranı yüzde 4 civarında iken, 2012’den itibaren yüzde 50’nin üzerine çıkıyor. Bugün ise, ailelerin yüzde 70’i borçlu ve büyük çoğunluğu borçlarını ödeyemez halde. Öyle ki, 2019’un ilk 5 ayında 725 bin kişi, kredi kartı borcunu ödeyemediği için icra takibine alınmış.
Dolayısıyla işçiler, uzun saatler çalıştıkları halde ekonomik durumlarını düzeltemiyorlar. Fazla mesailer artık zorunlu hale geldi. İşçiler de ücretlerini arttırabilmek için buna katlanmıyor, hatta gönüllü oluyor. Böylece 8 saatlik çalışma süresi, yerini 10-12 saate bıraktı. Günümüzde haftalık ortalama çalışma süresi, 50 saati buluyor. AB ülkelerinde haftada 40 saatten fazla çalışan işçilerin oranı sadece yüzde 20 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 74’e yükseldi.
Uzun ve ağır çalışma koşulları, iş cinayetlerinin de en önemli nedenidir. Onun için iş cinayetlerinde ölüm oranı taşeron işçilerde daha yüksektir. SGK verilerine göre 2003’te 811 işçi, iş cinayeti sonucu yaşamını kaybediyordu. Bugün günde ortalama 5 işçi, iş cinayetlerinde can veriyor. Bu da yılda en az 1800 işçinin ölümü demek oluyor. İSİG’in verilerine göre AKP’nin 16 yılında yaklaşık 22 bin işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Tahminen 100 ila 120 bin işçinin de çalışırken ya da emekliyken meslek hastalıklarından can verdiği söyleniyor.
Türkiye, iş cinayetlerinde AB’de birinci, dünyada üçüncü durumda. Soma, Ermenek ve Zonguldak madenci katliamları, Torunlar ve 3. Havalimanı başta olmak üzere inşaat sektöründeki cinayetler, ilk akla gelenlerdir. Bu cinayetlerle ilgili mahkeme kararları ise, işçilerinin canının sudan ucuz olduğunu ortaya koymaktadır.
Özcesi AKP döneminde işçiler düşük ücretle uzun saatler ve ölümüne çalıştırıldı, çalıştırılıyor… Başlarında sallanan işsizlik kılıcı ile buna mahkum ediliyorlar.
İşsizlik TC tarihinin zirvesinde
TÜİK’in 2018 Kasım ayı verisine göre, işsizlik oranı yüzde 12.3’dür, yani 4 milyon civarında işsiz olduğu söylenmektedir. Fakat gerçek rakamın 7 milyona ulaştığı biliniyor. Çünkü TÜİK, işsizliği düşük göstermek için her tür hileli yöntemi kullanıyor. Son bir ay içerisinde iş başvurusu yapmayanları dikkate almıyor mesela. İş bulma umudunu kaybeden yüzbinleri, mevsimlik ya da esnek çalışanları işsiz saymıyor. Keza çalışır durumdaki ev kadınları TÜİK’in işsizlik verileri arasına girmiyor.
DİSK’in yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de işsizlik oranı (2018 Kasım ayı itibarıyla) yüzde 19.3. Bunun sayısal rakamı, 6 milyon 646 bindir. Genç işsizlik oranı ise yüzde 23.6’dır. Bu da her 4 gençten birinin işsiz olduğu anlamına gelmektedir. Üniversite mezunlarında bu oran daha da artıyor.
2019’un ilk aylarında, çeşitli şehirlerde iş için yapılan başvurular, alınacak işçi sayısının 40 katı oldu. Üstelik birçoğu “geçici iş” olduğu halde…
OECD’nin verilerinde Türkiye, 42 ülke arasında resmi işsizlik oranı en yüksek 3. ülke durumunda. Krizin derinleşmesiyle birlikte neredeyse her gün yüzlerce kişi, işsizler ordusuna ekleniyor. Patronlar toplu işten çıkarma yerine günde 3-5 işçi çıkarıyorlar. Böylece hem yasal engelleri aşıyor, hem de gelişecek tepkileri azaltmış oluyorlar. Hükümetin de patronları bu şekilde yönlendirdiği anlaşılıyor.
İşsizliğin bir diğer göstergesi, işsizlik ödeneği almak için “işsizlik fonu”na yapılan başvurulardır. İŞKUR verilerine göre, Ocak 2018’de 145 bin olan başvuru sayısı, Ocak 2019’da 257 bine ulaşmış. Yüzde 77 oranında artış sözkonusu.
Buna karşın güya işsizler için oluşan “işsizler fonu” işsizlere ödeme yapmamak için binbir türlü engel çıkarıyor. Ama her sıkışmada, patronlara bu fondan kaynak aktarılıyor. Bugüne dek fonda biriken 125 milyar TL’nin sadece 20 milyar TL’si işsizlere verilmiş! Buna karşın işsizlere ödenenlerin üç katı patronlara teşvik olarak akıtılmış!
Yapılan bir araştırmaya göre, ülkemizde çalışan her kişinin, kendisi dışında bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı, 2.6’dır. Bu hesaba göre 6 milyon kişinin işsiz olduğu bir ülkede, yaklaşık 20 milyon kişinin de açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğu ortaya çıkar. Yani işsizlik, aynı zamanda milyonlarca kişinin aç kalması demektir.
Diğer emekçi kesimler de saldırı altında
İşsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı tüm sorunlar, bugün diğer emekçi kesimlerin de sorunu haline gelmiştir. Küçük üreticiden esnafa, emekçi memurdan emekliye kadar, emeği ile geçinen herkesin çalışma ve yaşam koşulları giderek kötüleşmektedir.
Özelleştirme ile tarım ve hayvancılığa vurulan darbeler, yanı sıra girdi fiyatları sürekli artarken taban fiyatlarının düşük tutulması, küçük üreticiyi açlıkla karşı karşıya bıraktı. Her yıl ektiği sebze ve meyveleri caddelere döken, bu duruma isyan eden üreticilerin sayısı artıyor. Bu koşullarda toprağını ekemez hale geldiler. Kimi yerlerde tarım alanlarının ranta açılmasıyla topraklarını yok pahasına sattılar. Soma maden katliamında, bölgedeki zeytinliklerin yokedilmesiyle, küçük üreticilerin madende çalışmak zorunda kaldığı anlaşılmıştı. Bunun gibi pek çok örnek var. Böylece işçi sınıfının ve işsizlerin sayısı sürekli arttı. Kapitalizmin küçük ve orta kesimleri yoksullaştırarak proletaryanın saflarına ittiği tespiti, her gün yaşanan somut bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.
Aynı durum esnaflar için de geçerlidir. Özellikle küçük esnaf, sürekli artan vergilerle belini doğrultamamaktadır. Yüksek enflasyonla birlikte sattığı malın parasıyla yenisini alamamanın sıkıntısı içindedir. Ayrıca dükkan kiraları başta olmak üzere elektriğe, doğalgaza yapılan zamlarla giderlerini karşılayamaz hale gelmiştir. Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu TESK’in verilerine göre, 2019’un ilk 6 ayında 58 bin 420 esnaf iflas bayrağını çekti. Son 5 yılda ise yarım milyonun üstünde esnafın iflas ettiği saptandı.
Emekçi memurlar, enflasyon karşısında hızla eriyen maaşlarıyla kıt-kanaat geçinme derdindeler. Başta öğretmenler olmak üzere birçok meslek grubu, ekonomik yönden gerilemenin yanı sıra statü kaybı yaşamanın acısını çekiyorlar. Geçmişin en değerli meslekleri -doktorlardan avukatlara kadar- itibar kaybına uğradı. Eskisine göre hem daha çok çalışıp daha az kazanıyor, hem de birçok saldırıyı göğüslemek zorunda kalıyorlar. AKP döneminde yapılan değişiklikler ve açıklamalar, halkla bu meslek gruplarını karşı karşıya getirdi. Doktorlara ve öğretmenlere dönük artan şiddet, ölümlerle sonuçlanan noktalara ulaştı. Daha önemlisi, devlet memurlarının güvenceli çalışma hakkı ellerinden alındı. OHAL kapsamında çıkarılan KHK’larla yaklaşık 150 bin kişi işten atıldı.
“Toplumun vicdanı” olması gereken emeklilerin durumu ise içler acısıdır. İşçi ve memur emeklilerinin büyük bir kısmı asgari ücretin altında bir maaş alıyor. Bu maaşlar da paralı hale getirilen sağlığa gidiyor. Emekliler hastalık ve yoksulluk pençesinde kıvranıyor.
Her şeye rağmen bunlar, emekli maaşı alan “şanslı” kesimdir. Bir de emekliye ayrıldıkları halde, son çıkarılan yasalarla yaşlarını doldurmadıkları için maaş alamayan milyonlar var. “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” (EYT) olarak adlandırılan bu kesim, son yıllarda eylemleriyle seslerini duyurabildi, hem parasız hem de işsiz kaldıklarını geniş kesimlere anlatabildiler. Bunlar “mezarda emeklilik” yasanının ilk kurbanlarıdır. Önümüzdeki dönemde onlara yenileri eklenecektir.
Dahası, patronlar ve hükümet, kıdemin gaspı ve esnek çalışma yöntemleriyle emekliliği tümden kaldırmayı planlamaktadır.
Elbette bütün bunlar işçi ve emekçilerin göstereceği reaksiyonlara, yükselteceği mücadeleye bağlı. Bunun bilincine varan kesimler, haklarını aramak için giderek daha fazla sokağa çıkıyor ve kendi içinde örgütleniyorlar. Gelecek adına umut verici olan şey de budur.
Sürecek