Emperyalist savaşta yeni aşama…

İran’ın ülke dışındaki savaşlarının komutanı olarak bilinen Kasım Süleymani 3 Ocak günü Irak’ta ABD saldırısı sonucu öldürüldü. Ocak ayı içinde gerçekleşen Moskova ve Berlin toplantılarının ardından General Hafter önemli bir güç kazanmış oldu. Suriye Ordusu 29 Ocak günü İdlib’in en önemli kenti olan Marat el Numan’ı ele geçirdi. Aynı gün Trump, “yüzyılın anlaşması” propagandası altında, İsrail’i yanına alarak Kudüs’e ve Filistin’e dönük “işgal planı”nı açıkladı.

Ve Türkiye, Suriye’de boşa çıkan hesaplarını Libya için yeniden güncelliyor. Yanısıra ABD’nin İran savaşında rol almaya istekli davranıyor.

Son döneme damgasını vuran gelişmeler, emperyalist savaşta yeni bir aşamaya geçilmekte olduğunu gösteriyor. Ve yeni dönem, çok daha karmaşık, sancılı ve şiddetli bir süreç olacak.

 

Suriye’de savaşın sonu

2001 yılında 11 Eylül saldırıları ile başlayan, Afganistan ve Irak işgalleri ile devam eden yeni emperyalist savaşta, Suriye savaşı en önemli etaplardan birisiydi. 2011’de ABD yanlısı dinci-gerici çeteler eliyle başlatılan savaş, 2014’te IŞİD’in piyasaya sürülmesiyle daha şiddetli hale geldi. Dönüm noktası da bu oldu. O güne kadar İran’ın silahlı güçleri Suriye’nin büyük bir yenilgi almasını önlemiş, Esad hükümetinin varlığını korumasını sağlamıştı.

2014’te önce Kürt hareketinin IŞİD’i durdurmayı başarması, bir yıl kadar sonra Rusya’nın savaşa dahil olması savaşın seyrini değiştirdi. Kürt hareketi ABD ile birlikte Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda IŞİD’in elindeki bazı kentleri kontrol altına alırken, Suriye Ordusu da, Rusya ve İran’ın yardımıyla, kaybettiği kentlerin önemli bir bölümünü geri aldı.

2019 yılında, Suriye’de artık savaşın sonu anlamına gelen gelişmeler peşpeşe yaşandı. İdlib dışında, IŞİD’in ve cihatçı çetelerin bulunduğu bütün kent ve mahalleler temizlendi. Böylece ABD’nin “IŞİD’e karşı mücadele” üzerinden oluşturmaya çalıştığı meşruiyet ortadan kalktı. Bu koşullarda, Türkiye’nin baskısı üzerine, TSK’nın 9 Ekim 2919’da Tel Abyad’a (Gire Spi) girmesine izin vermek zorunda kaldı. Ardından Suriye’deki ABD askerlerini geri çekeceğini açıkladı.

Elbette ki, ABD’nin asker çekme açıklaması doğru değildi. Afganistan ve Irak’ta da olduğu gibi, geri çektiği askerlerden çok daha fazlasını bir süre sonra yeniden Suriye’ye taşımaya başlayacaktı. Ancak bu geri çekilme kararı, çok daha önemli bir durumun ifadesiydi: ABD, 2011’de başlattığı Suriye’yi “Libyalaştırma”, yani yönetimi devrime, ülkeyi parçalama ve kontrol altına alma planının yenilgiye uğradığını artık teslim etmişti. Bu, “bir savaşın sonu” anlamına geliyordu.

Suriye’deki savaş ve sorunların tamamen bitmesi, belki de uzun yıllar alacak, ancak Ekim 2019’daki ABD’nin asker çekme kararı, Suriye savaşının “stratejik olarak” bittiği anlamına geliyor.

“Savaşın bakiyesi” olarak geriye üç temel unsur kaldı. Birincisi ve en kolayı İdlib’dir. Suriye Ordusu ve Rusya, diğer emperyalistlerin baskısına rağmen İdlib’i adım adım temizlemeye devam ediyor. İkinci konu; Türkiye’nin Afrin, Cerablus, Tel Abyad gibi noktalarda sürdürdüğü işgaldir. Rusya bu işgalin, bir savaş yaratmadan bitmesi için uğraşacaktır; ancak bu, Türkiye’nin ilhak heveslerinin büyüklüğü karşısında çok kolay olmayacaktır. Belki de yıllara yayılan biçimde ve uluslararası konjonktürdeki değişmelere bağlı olarak gerçekleşecektir. Üçüncü ve en önemli konu ise, Kürt hareketinin durumudur. Ülkede “yeni düzen”in nasıl kurulacağı, Suriye’nin iç dinamiklerinden öte uluslararası gelişmelere bağlıdır. ABD’nin asker çekme kararı, Kürt hareketinin bir anda mevzi kaybetmesini getirmişti. Ancak ABD’nin bölgeye ilişkin planları bitmiş değil. Hazırlığı yapılan İran savaşında, Kürt hareketinin, Irak hükümetinin, Irak Kürdistan Bölgesi’nin tutumu gibi çok yönlü değişkenler sözkonusudur. Bu nedenle, Suriye’de yeni anayasa ve özerklik konuları, masada yapılacak toplantılardan çok, Ortadoğu’da devam etmekte olan savaşın genel seyri ile belirlenecektir. 

 

Süleymani’nin öldürülmesi

ve İran’la savaş tehdidi

İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani, 3 Ocak günü Irak’ta, ABD’nin düzenlediği bir füze saldırısı ile öldürüldü.

İran, daha 2001’de 11 Eylül saldırılarının başladığı andan itibaren, ABD’nin en önemli hedeflerinden biriydi. ABD, Ortadoğu’da verdiği her savaşta, İran’a da darbe vurmak, sonraki adımda İran’a saldırmak hedefini açıkça ifade ediyordu zaten.

İran ise, bu gerçeğin bilincinde olarak, ABD ile girmesi kaçınılmaz olan savaşı, başka ülkelerin topraklarında yürütme politikası izledi. Irak, Suriye ve Yemen’de yürütülen savaşlarda, İran çok önemli bir rol oynadı. Bu üç ülkede savaş, İran’ın desteklediği ya da kurduğu silahlı güçler tarafından yürütüldü. İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü, ülke dışındaki operasyon ve savaşlarda doğrudan rol üstleniyordu. Hatta 2006’da İsrail Lübnan’a saldırdığında, saldırıyı püskürten ve İsrail’e ilk yenilgisini yaşatan Hizbullah’ın arkasında da İran vardı.

Tüm bu savaşların komutanı ise, savaş içinde adı giderek büyüyen Kasım Süleymani oldu. Yani ABD’nin Ortadoğu savaşlarındaki başarısızlığının sorumlusu olarak Kasım Süleymani ismi giderek öne çıktı, ABD’ye karşı Ortadoğu halklarının öfkesinin temsilcisi misyonunu üstlendi.

Son dönemde yaşanan gelişmeler ise, hem ABD’nin İran’a karşı tepkisini büyütüyor, hem de bir fırsat sunuyordu. 14 Eylül günü Suudi Arabistan’ın dev petrol tekeli Aramco’nun en önemli iki petrol tesisi saldırıya uğradı. Saldırıyı Yemenli Husi gruplar üstlendi, saldırının teknik incelemesi İran’ı işaret ediyordu. Zaten Husiler yapmış olsa bile, saldırının arkasında İran olduğu tartışmasızdı.

Bu arada, Irak’ta Mayıs 2019’dan itibaren kitleler sokaklarda protesto gösterileri düzenliyorlardı. Irak’ta, başkanlık seçimlerinin Mayıs ayından itibaren bir çıkmaza dönmesi, kitlelerin öfkesini büyütmüştü. Bir taraftan kendi yaşadıkları yoksulluk ve devlet içinde had safhaya ulaşan yolsuzluklar, diğer taraftan Irak üzerindeki İran etkisi, gösterilerin temel hedefiydi.

Bu zemini kendisi için avantajlı bulan ABD, 30 Aralık günü İran destekli Hizbullah Tugayları’nın Irak ve Suriye’de bulunan 5 askeri üssünü bombaladı, saldırıda içlerinde yerel yöneticilerin de olduğu 25 milis öldü. Ertesi günü düzenlenen cenaze töreni ABD karşıtı güçlü bir protestoya çevrildi; ve cenazeye katılan Şii milisler ABD büyükelçiliğine yöneldi. Milisler çok özel olarak korunan “Yeşil Bölge”ye girdi, ABD büyükelçiliğini kuşattı, duvarını yaktı ve içeriye girdi. Bu saldırı ABD’yi öylesine korkuttu ki, büyükelçilik çalışanları helikopterle binayı terketti. Ancak 2019 yılının son günü, ABD’nin Irak Büyükleçiliği’nin Haşdi Şaabi tarafından kuşatılmış görüntüleri, tüm dünyada izlendi.

1979’da İran Devrimi sırasında elçiliği basılan, çalışanları rehin alınan, 13 Eylül 2012’de Libya-Bingazi’deki ABD Konsolosluğu cihatçı çeteler tarafından basılan ve büyükelçisi linç edilerek öldürülen ABD için, bu saldırı çok büyük bir tehditti. Cevap gecikmedi, sadece 3 gün sonra, İran’ın Ortadoğu savaşındaki en önemli ismi Kasım Süleymani, ABD’nin füze saldırısı ile öldürüldü.

Saldırı genel olarak, ABD’nin iç gündemi ile alakalıymış gibi gösterildi. Bir taraftan ABD’de Kasım ayında gerçekleşecek olan seçim süreci, diğer taraftan Trump’ın azil soruşturması gündemdeyken, Trump’ın avantaj elde etmek için bu saldırıyı gerçekleştirdiği ileri sürüldü. Oysa öncelikle bu saldırıya İran’ın vereceği cevap, Trump’ın yeniden seçilmesini bir kenara bırakalım, sonunu da getirebilirdi. İkincisi bütün devlet başkanları, temsilcisi olduğu burjuva kliklerin çıkarları doğrultusunda karar alır. Yani bu karar, Trump’ın kişisel kaprisi ya da kişisel beka arayışının sonucu değil; ABD egemen sınıflarının bazı kesimlerinin bilinçli tercihi doğrultusunda alınmıştı. Öncelikle Irak Büyükelçiliği’ni kuşatan Haşd-i Şaabi’ye karşı “caydırıcı” bir cevap vermek, ABD açısından bir zorunluluktu. İkincisi, ABD’nin savaşı yeni bir rotaya sokma ihtiyacının, bu yöndeki arayışlarının ürünüydü.

Saldırının çok önemli bir hedefi daha vardı. ABD, Süleymani’ye dönük saldırıyı Irak topraklarında gerçekleştirerek Irak hükümetine de bir mesaj vermişti. Çünkü Irak başbakanı, son dönemde Çin’e ziyaret gerçekleştirmiş, Çin ile oldukça önemli altyapı anlaşmaları imzalamıştı. Bu anlaşmalar, Irak’ta altyapı çalışmalarını açıkça engelleyen, Irak petrol gelirlerinin Irak hükümeti tarafından kullanılmasına sınırlar koyan ABD’nin, kurmak istediği düzene bir tehditti.

Saldırı sonrasında İran’ın Kum şehrinde bulunan ve Şiiler için simgesel önemi bulunan Cemkeran Camii’nin kubbesine kızıl bayrak çekilmesi, İran’ın “intikam” kararlılığını ifade etmektedir. Zaten birkaç gün içinde İran, ABD’nin Irak’ta bulunan bazı askeri üslerine füze saldırısı gerçekleştirdi. Ancak adeta danışıklı dövüş niteliğindeki bu saldırı, ABD askerlerine bir zarar vermedi.

İran’ın kastettiği “intikam” da bu tür bir saldırı olmayacaktır. İran, savaşı kendi topraklarına taşıyacak, ABD’nin doğrudan kendisine saldırması için bahane oluşturacak bir hamleden uzak duracaktır. Kendi topraklarının dışında, başka ülkelerin sahasında, zaten ABD ile son derece etkili bir savaşı sürdürmektedir.

 

Libya yeniden birleşir mi?

Libya, 2011 yılında başlayan Arap Ayaklanmaları’nı fırsat bilen ABD ve NATO güçleri tarafından işgal edildikten sonra devlet niteliğini kaybetti; devlet başkanı Kaddafi linç edildi; her aşiret ya da cihatçı grubun kendi iktidar alanını ilan ettiği ve savaştığı bir vahşet tablosu ortaya çıktı. El Kaideciler, IŞİD’çiler, Selefiler, aşiretler, çeteler ve savaş ağaları, Libya’yı paramparça ettiler. Batılı emperyalist devletler ise, bu düzensizlik içinde kendi düzenlerini kurarak, petrol kaynaklarını yağmalamaya girişti.

2012 yılında bir kurucu meclis oluşturuldu; Kaddafi döneminin devamcısı niteliğindeki laikler, liberaller ve milliyetçilerin bir tarafta, Selefilerin başını çektiği İslamcı-cihatçı bloğun öbür tarafta olduğu iki blok şekillendi. 2014 yılında İslamcı blok, yaşadığı seçim hezimetini reddederek seçim sonuçlarını tanımayacağını açıklayınca, iki ayrı hükümet kuruldu. İslamcılar Trablus’ta, diğer kesim ise Tobruk’ta kendi yönetimlerini oluşturdular. Bu ikisinin dışında bir de Derne’de IŞİD’çilerin yönetimi vardı; ayrıca güneydeki petrol yataklarının bulunduğu bölgede, her aşiret kendi iktidarını ilan etmişti.

ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler her iki hükümetle de ilişki yürütüyorlardı, ancak iki hükümet de resmi olarak tanınmıyordu. Keza Körfez ülkeleri, iki hükümeti destekleme konusunda adeta işbölümü yapmıştı. Türkiye, Müslüman Kardeşler’in etkinliğinde olan Trablus hükümetini (Ulusal Mutabakat Hükümeti) destekliyor. Rusya ise Tobruk hükümeti ve General Hafter’in arkasında duruyor.

Ocak 2019’da Rusya’nın ön açmasıyla General Hafter, Libya’nın tamamını ele geçirmek ve Libya’yı birleştirmek için savaş başlattı. Derne, Misrata gibi bölgelerin yanısıra, güneydeki petrol yataklarının önemli kısmını ele geçirdi ve 4 Nisan’da Trablus’a saldırıya geçti. Rusya bu savaş boyunca General Hafter’e siyasi destekle yetinmedi, askeri olarak da yanında yer aldı. Dahası, “paralı asker” örgütlenmelerini de Libya’ya gönderdi. Ülkeyi birleştirmek ve kontrol altına almak, Rusya’nın asıl hedefi. Böylece eskiden de kontrolü altında bulunan Libya’ya yeniden hakim olmak, 46,4 milyar varil petrol rezerviyle dünyanın 10. büyük petrol üreticisi olan bu ülkenin petrollerine sahip olmak istiyor.

Türkiye’nin ise, Trablus’taki Sarrac hükümetine sağladığı hava savunma desteği ve askeri destek, Hafter’in saldırıları karşısında çok etkili oluyor. General Hafter, defalarca Türkiye’ye ait İHA’ları düşürdüklerini, Türkiye’yi de artık düşman ilan ettiklerini duyurdu. AKP hükümeti, son olarak Türkiye’de eğitip Suriye’ye gönderdiği ÖSO’cu cihatçıları Libya’ya taşımaya başladı. İngiliz The Guardian gazetesi de 2 bin ÖSO’cu cihatçının, şu anda Libya’da savaşmakta olduğunu, 2 bin dolar maaş aldıklarını ve savaş sonrasında Türkiye vatandaşlığı vaadedildiğini yazdı.

Türkiye, bu savaşın açık bir tarafı olarak Libya’da bulunuyor. Bir taraftan Suriye’de hedeflerine ulaşamamış olmasını böylece telafi etmek istiyor; bir taraftan Müslüman Kardeşler’in “son kalesi” konumundaki Trablus’un yenilmesini önlemeye çalışıyor; bir taraftan da, Güney Akdeniz’de Türkiye ve Kıbrıs’ı dışlayarak yürütülen petrol-doğalgaz arama çalışmalarına karşılık Trablus hükümeti ile birlikte bir alternatif oluşturmayı hedefliyor.

ABD ise, her iki hükümet ile de ilişkilerini sürdürüyor ve Libya’nın bu parçalanmış konumunu korumak istiyor. Bu nedenle, zaman zaman Hafter’in saldırılarını durdurmak ve Rusya’nın önünü kesmek için uğraşıyor.

Hafter’in Trablus merkezli küçük bir alan dışında tüm Libya’yı ele geçirmesi ve Türkiye’nin ordusu bile olmayan Trablus hükümeti adına savaşa dahil olmasının ardından, Ocak ayı içinde Rusya’nın öncülüğünde Moskova’da ve AB ülkeleri öncülüğünde Berlin’de iki ayrı konferans toplantı.

Moskova toplantısında Rusya’nın amacı, Türkiye-Trablus ittifakı ile General Hafter arasında bir süreliğine ateşkes koşullarını oluşturmaktı. Hafter’in Trablus’a saldırısını durdurmak Türkiye’nin de talebiydi. Fakat Hafter, toplantıyı protesto edip gidince, sorun ortada kaldı.

Ardından yapılan Berlin toplantısı ise, Erdoğan yönetiminin hezimeti niteliğindeydi. Toplantının 55 maddelik sonuç bildirgesinde, öncelikle Türkiye’nin Trablus’a verdiği askeri destek kesin bir dille kınandı. Dış müdahaleden kaçınılması, silah ambargosuna uyulması, silahlı grupların dağıtılması gibi başlıklardaki hedef, Libya’ya resmi olarak askeri destek veren tek ülke Türkiye’ydi. Diğer maddeler ise, 2014 yılında Tobruk’a göçmüş olan Temsilciler Meclisi’ni ve Hafter liderliğindeki Ulusal Ordu’yu öne çıkarıyordu. Temsilciler Meclisi’nin onayladığı tek, birleşik, kapsayıcı bir hükümetin kurulması, birleşik ulusal güvenlik sisteminin oluşturulması, BM himayesinde bir uluslararası izleme komitesi kurulması gibi maddeler de Berlin toplantısının Hafter’in isteği doğrultusunda bittiğini gösteriyordu.

Buna rağmen Hafter, tıpkı Moskova’da olduğu gibi, Berlin’de de sonuç metnini imzalamadı. Masada kazandığı bu başarıyı sahaya da taşımak; zaten kapısına dayandığı Trablus’u ele geçirerek fiilen Libya’yı hakimiyeti altına alma hedefi buna yol açmış olabilir. Sonuçta Berlin toplantısı, Türkiye’yi durduran, Hafter ve Tobruk yönetiminin önünü açan bir içerik taşıyor.

* * *

Yaşanan tüm bu gelişmeler, Ortadoğu savaşının bittiğini değil, ABD’nin kendine yeni yollar açmaya çalıştığını gösteriyor. 2020 yılı, bu yolların arayışları ile başlamıştır.

Bir taraftan Libya’da önemli değişimlerin yaşanacağı bir süreç başlamıştır. Diğer yandan, Ortadoğu’da, mutlaka İran’ı da içeren savaş koşullarının oluşması şaşırtıcı olmayacaktır. Trump’ın açıkladığı, Filistin’in işgalini tamamlama planı, bu yollardan biri olabilir. Bir diğer olasılık ise, İran, Irak ya da Suriye’de Kürt hareketinin yeni bir odak oluşturmasıdır.

Kesin olan tek şey, savaşın durulmuş, çatışmaların gerilemiş olduğu görüntüsü yanıltıcıdır. Emperyalist savaş, yeni bir evreye girmiştir ve hız kazanacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …