Bir “anı” kitabı: Her şey bitti… Kişisel kavga sürüyor! – 3

pdd-arka-logo-1

H Selim Açan’ın (HSA) iki kitap halinde çıkardığı anı kitabında, polis takipleri, operasyonlar, 19 Aralık katliamı, ölüm oruçları vb. devletin içeride-dışarıda saldırılarını, bunlar karşısında kendi duruşunu anlatan bölümler bulunuyor. Geçen sayıda ’94 Haziran operasyonundaki payını, bu durumun nasıl bir kırılmaya yol açtığını, direnme çizgisinin neden eritildiğini ortaya koymuştuk. Bu sayıda ise 19 Aralık ve ölüm oruçları üzerinde duracağız. Ayrıca yine kitaplarında konu ettiği konferanslar, İMT (İleri Militanlar Toplantısı), TP (Tartışma Platformu) gibi önemli kesitlerde sergilediği tutumu ele alacağız. Kişisel ve siyasal özeleştiri olarak sunduğu kadın sorunu ve sol içi şiddet meselesi de, doğrudan örgütün tarihini ilgilendirdiği için üzerinde duracağımız konular olacak. (1)

İlkin şunu belirtelim; mükemmel kadro, yönetici, hatta lider yoktur. Lenin’in de belirttiği gibi, “hiçbir politik önder yenilgisiz bir kariyere sahip değildir.” Mücadele içinde olan her kişi ve örgüt hata yapabilir. Asıl mesele bu hatalar karşısındaki tutumdur. HSA’ya ve bir bütün olarak tasfiyeci önderlere eleştirilerimiz bu noktadan olmuştur. Çünkü hatalara karşı tutum, bir örgüt ve yönetici açısından belirleyici öneme sahiptir.

Bunun bilinci ve sorumluluğuyla hareket eden yöneticiler, kendilerini ve örgütlerini ileri taşıyabilir; tersini yapanlar silinip gider. HSA dahil tasfiyeci önderler, ikinci gruptandır. Onlar en başta, örgütün çok ciddi darbeler almasından birinci derecede sorumlu iken, bunu yıllarca sakladılar. İkincisi, suçlarını örtbas etmekle kalmayıp, övünç vesilesi haline getirdiler. Üçüncüsü, yaptıkları yanlışları ortaya seren, özeleştiri isteyen yoldaşlarına karşı kuralsız bir savaş yürüttüler; örgütü tasfiye ettiler, parçaladılar.

HSA ve KG (diğer MK üyesi) sadece ’94 operasyonundaki paylarını değil, ideolojik-siyasi-örgütsel bir dizi yanlışın üstünü örtmeye kalktı. Bunlar açığa çıkarıldığında ise, hataları teorileştirme evresine geçtiler. Bu onların siyaset yapma tarzı oldu. Bir hata yapmışlarsa, mutlaka “haklı bir gerekçeleri” vardı!

HSA bu tarzı, kitabında da sürdürüyor. Hatasını kabul etmek zorunda kaldığı durumlarda bile, “ama”lı açıklamalarla hafifsetmeye veya tüm yöneticileri ortak ederek kendi payını küçültmeye kalkıyor. KG’yi kastederek “ikimizin de kurtulamadığı çevreci tutum ve alışkanlıklar”, “ikimiz de sorumluyduk yaşanan olumsuzluklardan” gibi cümleler kuruyor, ancak bu “olumsuzluklar” nelerdi, neden yaşandı, ne gibi sonuçlara yol açtı, niye yıllardır kabul etmediniz gibi belirleyici soruları cevapsız bırakıyor.

Yoldaşlarına, işçi ve emekçilere karşı sorumluluklarını yerine getirmediği halde bugüne dek doğru-düzgün bir özeleştiri vermeyenler, son yıllarda en olmadık özeleştiriler verebiliyorlar. Örneğin HSA’nın Halkın Kurtuluşu’na, Mihri Belli’ye verdiği özeleştiri bu kapsamdadır. Keza “kadın sorunu” üzerinden eşine verdiği sayfalar dolusu özeleştiri de öyledir. Üstelik bu özeleştiriler bir çok yönden sorunludur. Bu durum, geldikleri noktanın, ideolojik-siyasal savruluşun göstergesidir aynı zamanda.

 

Kişisel özeleştiri-kadın sorunu

HSA, ilk kitabının ardından, 14 Şubat 2019’da Artı Gerçek internet sitesinde yayınlanan bir röportajında şunları söylüyor: “Birinci ciltte asıl olarak TDH’deki yerleşik bazı anlayış ve alışkanlıkların eleştirisini yapmayı amaçladığım kişi modelleri olarak üç erkeği -Oğuzhan Müftüoğlu, Hacı Ilgar ve Aktan İnce- seçtim. İkinci ciltte ise bu kez üç kadın olacak. Beni zenginleştiren, bana kattıklarını ve öğrettiklerini asla unutamayacağım biri Kürt üç kadına olan minnetimi ifade etmeye çalışacağım.”

Seçtiği erkekler için kriterini “TDH açısından taşıdıkları önem” olarak koyarken, seçeceği kadınlar için kriterinin kişisel olması, zaten sorunlu bir durum. Kitabı okuduğumuzda ise, onu “zenginleştiren” ve “minnet” duyduğu “üçüncü” bir kadını göremediğimiz gibi, “ikincisi”nde de çok zorlandığını anlıyoruz. Çünkü hem “Kürt”, hem “kadın” olması, hem de HSA’yı “zenginleştirmesi” gerekiyor… Aramış, taramış; kısa süre kaldığı Adana’daki evsahibi kadını anlatmaya karar vermiş! Sadece bizim değil, devrimci hareketten kimsenin tanımadığı bu emekçi kadını bile, kendisini övmenin aracı haline getirmiş. Çünkü anlatımlarda “kadının HSA’ya kattıklarını” değil, “HSA’nın kadına ve ailesine yardımlarını” okuyoruz.

Geriye sadece eşi kalıyor! İkinci kitabının son bölümünü zaten tümüyle eşine ayırmış. O bölümde -kitabın farklı yerlerinde de- eşine yaptığı haksızlıkları sıralayıp kadın sorunu konusundaki hatalarını ortaya koyuyor. “Solcu ağır abilik”ten, “erkek damarı”ndan, “feodal yargı ve değerler”den, “ev işlerinde sergilediği sorumsuz maço tutumlar”dan, “sevgisini bencilce sömürdüğü”ne kadar, başka hiçbir konuda göstermediği bir pişmanlık içinde özeleştiri veriyor. Hatta kendi deyimiyle “secde” ediyor.

Öncelikle belirtelim; TİKB gibi son derece güçlü ve direngen kadın kadrolar, kadın önderler yaratmış ve bu yanıyla TDH’nin takdirini ve hayranlığını kazanmış bir hareketin içinde, HSA ve eşinin kadın sorunu ile malul olması, örgütün değil, onların eksikliğidir.

HSA’nın kadın sorunu ile ilgili yazdıkları, eşi ile kendisi arasında yaşananlarla sınırlı olsaydı, üzerinde durmak gerekmeyebilirdi. Fakat ayrım yapmaksızın örgütün o dönemki yöneticilerini aynı potaya sokuyor ve sorunu genelleştiriyor. Örneğin eşini kastederek “ona nasıl büyük bir haksızlık yaptığımı(zı), yetenek ve potansiyellerini nasıl baskılayıp köreltici bir rol oynadığımı(zı) fark ettikçe…” diyerek, “ben”den “biz”e geçiyor. Devamında; “yetkili erkekler olarak, kimi kadın yoldaşlarımıza yaptığımız gibi onu geride tutmuş, hep yardımcı roller vermiştik” diyor. (sf. 306)

Üstelik birinci kitapta İMT’yi anlatırken, diğer MK üyelerinin önermesine rağmen, eşinin bu toplantıya katılmasını engellediğini yazıyor. Yani örgütün diğer yöneticileri, HSA’nın eşini “geride tutan” bir tutum içinde değiller. Ama son sözü HSA’ya bırakmışlar. (2) Bir başka yerde, eşinin çözülmesi üzerine ilk görüşmede yüzüğü çıkarmasını, Fatih yoldaşın eleştirdiğini söylüyor. Fatih’in işkencede çözülmeyi kabul edilemez bulduğunu, dolayısıyla bir yaptırım gerektiğine inandığını, fakat kestirip atmayı doğru görmediğini aktarıyor.

Bir kez daha TİKB yöneticilerinin HSA ile aynı tutum içinde olmadığını görüyoruz. HSA’nın gerçeklerle bağdaşmayan, kendi söylediklerini yalanlayan listesine bir konu daha ekleniyor böylece.

Ayrıca olaya sadece “erkek yöneticiler” cephesinden bakıyor; kadın yoldaşların mücadele içinde karşılaştıkları zorlukları nasıl aştığını, bunlarla nasıl mücadele ettiğini es geçiyor. Kadınları son derece edilgen, yapılanlara boyuneğmiş, gadre uğramış kişiler olarak gösteriyor. Bu, devrimci kadınlara, özel olarak da TİKB’li kadınlara bir hakarettir.

Kişi ve örgütler açısından kadın sorunu -ulusal sorunla birlikte- en önemli kriterlerdir. Kendine vehmettiği sıfatlarla, gerçekte ne olduğunu gösteren “turnusol” özelliği taşırlar. Egemen ideolojiyle araya sınır çekebilmek bakımından, en çok zorlanılan sorunlardır çünkü. Ne yazık ki, her iki sorunda da TDH iyi bir sınav verememiştir. ’80 öncesi feodal ve milliyetçi eğilimler baskınken; ’90 sonrası feminist ve ulusal hareketin basıncıyla bir uçtan diğerine savrulunmuştur.

Kadın sorunu, çok daha eski ve köklü olduğu için, toplumun derinlerine nüfuz etmiş bir sorundur. Bunu aşabilmek, sadece erkekler için değil, kadınlar için de hiç kolay değildir. Buna rağmen TİKB, kuruluş yıllarından itibaren, kadın sorununu aşma konusunda TDH’nin ilerisinde yer almıştır. Örgüt içinde kadınlar hem nicel olarak fazlaydı, hem de nitelik olarak gelişkindi. TİKB, faşizme karşı mücadelede militan özellikleriyle sivrilen, ideolojik-siyasi tartışmalarda birikimleriyle öne çıkan, güçlü kadın kadrolara sahipti. Askeri komite dahil (semt, fabrika, okul, baskı, dağıtım vb) hemen her alanda kadınlar vardı. Bulundukları alanlarda sorumlu düzeydeydiler ve erkek kadrolara önderlik ediyorlardı. (3)

Bütün bunlar, kadınların önünün açılmasıyla -en azından engel olmaktan çıkılmasıyla- mümkün olabilecek şeylerdir. HSA’nın söylediği gibi “geride tutulmuş”, “yardımcı rollerle sınırlanmış” olsalardı, kısa sürede hızla gelişemez, kendilerine bu kadar güvenli olamazlardı. 17-20 yaşlarındaki genç kadınlardan sözediyoruz.

12 Eylül yıllarında ise, genel olarak kadınlar, özelde TİKB’li kadınlar, bir adım daha öne çıktılar. İşkencede, cezaevlerinde, hücrelerde direnişin başını çektikleri gibi, ev baskınlarında, sokak çatışmalarında yiğitçe savaştılar, yaralandılar, şehit düştüler. TİKB’nin direniş çizgisinde kadınların belirleyici rolü tartışmasızdır. Bunu dost-düşman herkes bilir ve teslim eder.

Kuşkusuz bu kadınlar, bulundukları her mevkiye, dişleri-tırnaklarıyla savaşarak, direnerek, hak ederek geldiler. O yönüyle erkek yoldaşlarından daha fazla çaba ve emek sarfettikleri doğrudur. Engellemeye kalkışanlar da olmuştur mutlaka, ancak istisnadır; ki bu tutumlar, kadın komünistlerin dirayetli, azimli tutumları karşısında tuzla buz olmuştur. Zaten kadınların direnişleriyle öne çıkmalarının altında yatan ana unsur da, devrimci mücadelenin her aşamasında bir dizi engelle karşılaşmaları ve onları yene yene güçlenmeleridir.

HSA, kitapta eşiyle ‘73’te tanıştığını,‘78’de birlikte İstanbul’a geldiklerini söylüyor. Ama eşi ilk olarak ‘82’de, Adana’ya gittiklerinde “ben bu mücadeleye sana yardım ve yataklık etmek için katılmadım” (sf. 61) diye isyan ediyor; ve görevleri yeniden düzenleniyor. Demek ki, HSA o güne dek yaptığı haksızlar karşısında eşinden ciddi bir tepki görmemiş! Eşi de o güne dek “yardım-yataklık” rolünü kabullenmiş!

Düzenin kadına biçtiği rolü, ilkin kadınların reddetmesi, onun her tezahürüne karşı durması gerekir. Tüm sorunlarda olduğu gibi kadın sorununda da işin öznesi (yani kadın) kendi hakları için savaşmazsa, kimse ona bahşetmez! Direnişçi kadınlar bu hakları söke söke aldılar. Mücadeleye kendi bağımsız kararlarıyla (baba, abi, ya da eş gibi bir erkeğin arkasından sürüklenmeden ve onların gölgesine sığınmadan) katılanlar, karşılarına çıkarılan engelleri yıka yıka ilerlediler.

‘90’lı yıllarda ise, tasfiyecilerin yaşadıkları “kadın sorunu”nun yanına bir de “eş sorunu”, “nepotizm” (akraba kayırmacılık) eklendi. HSA ve KG, hapisten çıktıklarında, eşlerini “büyütmek” için özel bir çaba gösterdiler. Bu giderek illegalite ve örgütsel hiyerarşiyi ihlal edecek şekilde eşleri herkesle tanıştırma, gittikleri her yere götürme, her konuda bilgilendirme boyutlarına sıçradı. ’94 operasyonu sonrası ise, ifrada vardı. Dışarıdaki tüm yöneticiler, kadrolar, taraftarlar cezaevine görüşe çağrıldı ve bu görüşmeleri eşleriyle birlikte yaptılar. (Hem de görüşe çağrılanların çoğu, operasyon öncesinde sorumluları olan yöneticilerle görüştürülmezken…) TP’de -HSA, KG ile eşleri kastedilerek- “burada fiilen 4 kişilik MK var” tespiti yapıldığında, genel kabul görmesi; “eş durumundan atama” sözünün tutması, boşuna değildir.

HSA’nın eşini ‘79’da, hakettiği halde İMT’ye katmaması ne kadar yanlışsa; ’94’te haketmediği şekilde herkesle görüştürmesi ve fiilen MK yapması, o kadar yanlıştı. (Bu, KG’nin eşi için de fazlasıyla geçerlidir.) Sözkonusu eşler, ne yazık ki, yapılan bu yanlışları, yoldaşlarının sırtına basarak yükselmeyi içlerine sindirdiler. “Yanlış, yanlıştır” diyerek karşı çıkmadılar, bağımsız bir duruş sergilemediler. Bir kez daha eşlerinin gölgesine sığındılar, onların “hınkdeyicisi” oldular.

Elbette bu da farklı boyuttan bir “kadın sorunu”dur. Birinin “eşi” olarak değil de, kişi olarak ayakta kalabilme, kendini kabul ettirebilme sorunudur. Bir erkeğin gölgesine girmeden varlıklarını sürdüremeyenlerin, bulundukları yere “eşleri” üzerinden gelenlerin, “kadın sorunu” üzerine tek laf etmemeleri gerekir. Kendi gerçeklerini ortaya koymadan, özeleştiri vermeden bu konuda söylenen her söz, samimiyetsiz ve ikiyüzlüce olur. Üstelik bu, kadın sorunu olmanın ötesinde, bir kişilik sorunudur. Aynı şekilde HSA’nın eşine verdiği özeleştiri de, kadın sorununu aştığı anlamına gelmez. Bu konuda sadece eşine yaptığı haksızlıklardan bahsetmesi ve yalnız ona özeleştiri vermesi, diğer kadın yoldaşlarına yaptığı haksızlıklara dair tek bir kelime etmemesi bile, bunun göstergesidir.

Kitabın son sayfalarında HSA “bir kadının çekip çevirmediği erkek, sudan çıkmış balığa döner; ne yapacağını, nasıl yapacağını … şaşırır, şapşallaşıp kalır” (sf. 312) cümlesini kurabiliyor. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diyen düzen erkekleri gibi… Bu cümlenin, kadını perde arkasında-gölgede bırakan, ikinci sınıf konumunu pekiştiren, erkeğin başarılarının kaldıracı olmakla sınırlayan bir cümle olduğunu bile farketmeden! Belli ki yaşlanmanın, yalnızlaşmanın, mülteciliğin getirdiği bir zayıflık, ve özgüven yitimi de sözkonusu…

Sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefiyle savaşanların, hedefledikleri düzeni kendi içlerinde olabildiğince yaşamaları-yaşatmaları gerekir. Elbette bu düzenin lekelerinden bir anda kurtulmaları beklenemez. Ama bu doğrultuda büyük bir iç mücadele vermeleri elzemdir. Özellikle kadın sorununda, kadın-erkek tüm yöneticiler ve kadrolar, kendilerini bu yönde eğitmeli, geliştirmelidir.

 

Siyasal özeleştiri-sol içi şiddet

HSA, örgüt-içi sorunlarda, kadrolara ve işçi-emekçilere özeleştiri vermesi gereken son derece önemli konularda geçiştirme tutumu içindeyken, reformizme karşı özeleştirileri cömertçe sıralıyor. HK (4) ve “sol içi şiddet” konusundaki özeleştirileri ise, TİKB tarihine pervasız bir saldırı niteliğindedir.

TİKB öncelini oluşturan “Aktan İnce grubu” ile THKO’nun ‘70’lerin ortasında birleşmeleri, ardından “devrimci muhalefet” adıyla ayrılmaları üzerinde durmayacağız. Ancak “HK-TİKB çatışması” olarak geçen süreci anlayabilmek için kimi yönleri açmak zorundayız.

TİKB önceli grup, birleşme görüşmeleri sırasında sosyo-ekonomik yapı, devrim stratejisi, proletaryanın devrimdeki rolü gibi temel konularda farklılıkları belirtiyor; bunların birleşme sonrasında tartışılıp çözüleceği sözünü alıyorlar. Fakat sonrasında THKO, bu yönde herhangi bir girişimde bulunmadığı gibi, eski tespitlerini savunmaya devam ediyor. Grup kadroları, THKO’nun militan özelliklerinin de kaybolduğunu, sağcı-bürokratik bir yapıya dönüştüğünü, içine girince anlıyorlar. Hem ideolojik-siyasi hem de örgütsel-pratik sorunlara tepki gösterdikleri için görevlerinden alınıyor, “sürgün” şeklinde farklı bölgelere gönderiliyor. İlk huzursuzluk böyle başlıyor. Ardından THKO, sınıf işbirliğini vaazeden “Üç Dünya Teorisi”ni (ÜDT) savunmaya kalkınca, bardak taşıyor. ÜDT tartışmaları kimi yerlerde kavgaya dönüşüyor ve ’77 Mayısı’nda ayrılık gerçekleşiyor.

Ayrılığı erken bulanlar, ayrılmadan ideolojik mücadeleyi sürdürmekten yana olanlar da var. Fakat olayların seyri farklı akıyor, çoğu kez olduğu gibi planla yaşam birbirine uymuyor.

Meğer HSA, bugüne dek bunun pişmanlığı içindeymiş! Öyle ki, HK yöneticilerinin 12 Eylül’deki çözülüşünü bile buna bağlıyor. “Biz o örgütü o kadar erken ve o kadar kolay terk etmeseydik, bu kadar derin bir çürüme yaşanmazdı” diyor cezaevinde karşılaştığı HK’lılara… (1. Kitap, sf. 221) Bu öylesine saçma, öylesine akıldışı bir özeleştiri ki, HK’lılar bile önce şaşırıyor, sonra hak veriyorlar. Niye vermesinler? Yaşadıkları çözülme ve çürümeyi kendi dışına atmak, hem de “hizip” diye saldırdıklarına yüklemek kadar rahatlatıcı bir gerekçe bulmuşken…

Üstelik bu “özeleştiri”yi 12 Eylül yıllarında yapıyor; kısa bir zaman önce HK’nın kurşunlarıyla yoldaşları ölmüşken, birçok cezaevinde halen gerilim sürüyorken… Dahası, örgütün hatta MK’nın bile haberi olmadan…

Devam edelim: Ayrılık hızlı gerçekleşiyor, HK içinde öylesine bir hoşnutsuzluk var ki, tahmin edilenden daha geniş bir kesim “muhalefet” saflarında yeralıyor. Fakat “muhalefet”in böyle bir hazırlığı yok! Grup yapısını aşıp örgüt olma iradesini gösteremiyor. Beklentileri karşılayamayınca da kopuşlar başlıyor, iyice küçülüyor. Ta ki, ’79 Şubat’ında İMT ile örgütlü bir çıkış yapana dek…

HK’nın saldırıları tam da bu dönemde başlıyor. Ayrılığın üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra “karşı-devrimci hizip” diyerek, “katledilmeleri vaciptir” fermanı çıkarıyorlar ve “saldırı düğmesi”ne basıyorlar! Bu bir tesadüf olabilir mi? Öte yandan çok iyi tanıdıkları TİKB önderlerine “MİT ajanı, provokatör” diyecek kadar alçalmaları neyin nesidir?

Saldırıların ana hedefinde M.Fatih Öktülmüş var. Ki Fatih, o yıllarda da işkencede direnişiyle, militanlığı, örgütçülüğü, alçakgönüllüğü ile geniş kesimler tarafından tanınan, sevilen bir önder. Ayrışma gerçekleştiğinde “Fatih hangi taraftaysa, ben oradayım” diyerek safını belirleyen yüzlerce kişi var. Fatih bir ayraç, bir kriter! Böyle alçakça bir çamuru atıp hakkında şaibe yaymak, gözden düşürmeye çalışmak, kimin işine gelir?

HK saldırıları, TİKB gibi komünist bir örgütü daha doğar doğmaz boğmak, Fatih gibi önderleri lekeleyip ortadan kaldırmak için başlatıldı. Bunun başka izahı yoktur! Aksi halde saldırıların neden önce değil de, ’79 yılında başladığını kimse açıklayamaz. Ayrıca nasıl bu kadar hedefli, planlı, isabetli olduğunu da…

Örneğin Ali Algül, 19 yaşında genç bir işçi olarak İMT’ye katılıyor; Hamit Tekin, patronların “kara liste”ye aldığı, 15-16 Haziran dahil büyük işçi direnişleri içinde yeralmış 45 yaşında bir işçi önderi ve “Devrimci Sendikal Birlik”in kurucusu… Yani ikisi de TİKB’nin gelişimine büyük katkılar sunan ve sunacak olan kadrolar. Bunlar pusu kurularak öldürülüyor! Hacı Köse ise, Adana’da liseli gençliğin liderlerinden. Sonra İskenderun’da doğal önder haline geliyor. Faşist Türkeş’i bölgeye sokmayan direnişin başını çekiyor. Devletin boy hedefi oluyor. Bir bildiri dağıtımı sırasında HK’lılar tarafından ağır şekilde yaralanıyor. Hastanede polis, Hacı’yı işkenceye alıp öldürüyor. HK’nın yarım bıraktığını polis tamamlıyor!

Bütün bunlar üç ay içinde gerçekleşiyor. Ölümlerle sonuçlanan saldırılar dışında, bir de ölümden kıl payı kurtulan Sezai Ekinci gibi yöneticiler, kadrolar var. Zaten “kadrolarına belden yukarı, sempatizanlarına belden aşağı” diye genelge çıkarıyorlar. İçeride-dışarıda yüzlerce saldırı düzenliyor, onlarca kadroyu yaralıyorlar. Ayrıca TİKB’nin ajitasyon-propaganda faaliyetini engellemek için akıl almaz yöntemler uygulanıyor. Örneğin illegal basılan OÇ’nin gece ev dağıtımı yapıldığı yerlerde, arkadan gelip tek tek topluyorlar; afişleri yırtıp duvar yazılamalarını siliyorlar. (Sloganı değil, imzayı silip altına HK yazıyorlar hem de.) Bunun üzerine TİKB’liler yazılama ve afişlerin önünde nöbet tutmaya başlıyor. Bu nöbetçiler de HK’lılar tarafından kurşunlanıyor…

Tabloyu gözünüzün önüne getirin! TİKB’nin kitlelere ulaşacağı araçlar yokediliyor, sınırlı sayıdaki kadroları öldürülüyor, sempatizan ve taraftarları dövülüyor, yaralanıyor; yani kıpırdayamaz hale getiriliyor. Üstelik aynı dönemde sivil faşist saldırılar ve devletin operasyonları yoğunlaşıyor. Onlarca kişi gözaltına alınıp tutuklanıyor. Bu bir varlık-yokluk sorunudur artık. TİKB önderleri buna bir çözüm bulmak zorundadır. Aksi halde TİKB diye bir örgüt kalmayacaktır.

Dönemin en kitlesel örgütlerinden Dev-Yol başta olmak üzere birçok örgüt, “arabulucu” olmaya çağırılmıştır. HK’nın saldırıları durmazsa, karşılık verileceği duyurulur. Bu örgütler devreye girerler, fakat saldırılar kesilmez. Zaten “TİKB’yi yok edene kadar” sürdüreceklerini açıkça söylüyorlar. “Topu topu 60-70 kişiler, hepsini bitireceğiz” diyorlar mesela. Buna dönemin devrimcileri tanıktır.

Bunun üzerine TİKB, “yoldaşlarımıza uzanan elleri kıracağız” diyen bir bildiri yayınlıyor. Osman Yaşar Yoldaşcan’ın komutasında ekipler oluşuyor. Bu sırada pek çok HK’lı ile karşılaşıyorlar; aralarında sorumlu düzeyinde olanlar var, hiçbirine dokunmuyorlar. Sadece tetiği çeken katilleri bulup cezalandırıyorlar. Bu net ve soğukkanlı tutum olmasa, çok daha fazla ölü-yaralı olacak.

TİKB söylediğini yaptı, yaptığını savundu. HK ise öldürdüğü TİKB’lileri üstlenmedi bile. Sonra 12 Eylül işkencehanelerinde çözülerek itiraf ettiler. Yani poliste söylediler. Üstelik İstanbul’da tek silahlı eylemleri, TİKB’lilere yapılan saldırılardı. Silahlarını, resmi-sivil faşistlere değil, komünistlere çevirmişlerdi.

Şunu da belirtelim; HK’nın saldırıları, yanlışlarını görüp vazgeçmeleriyle kesilmedi. TİKB’nin net tavrı, en önemli etkendir. Saldırılar artınca, “bu kez tetiği çekenleri değil, emri verenleri bulup cezalandıracağız” açıklaması yapıldı; bunun üzerine saldırıların dozu düştü. 12 Eylül’ün gelmesi ve HK’nın yaşadığı hızlı çözülmeyle birlikte dışarıda tamamen kesildi, bir süre sonra içeride de bitti.

12 Eylül, herkesin filmini çekip önüne koymuştu. “Ajan provokatör” diye saldırdıkları Osman Yaşar Yoldaşcan 12 Eylül’e sıkılan “ilk kurşun” olarak ölümsüzleşti; Mehmet Fatih Öktülmüş, işkencede, ölüm oruçlarında bayraklaştı. Bir bütün olarak TİKB, 12 Eylül faşizmine karşı içeride-dışarıda direnişin sembolü, devrimin yüz akı oldu. HK’nın önderleri ise işkencede çözüldü, çoğu mücadeleyi bıraktı, kalanlar iyice pasifleşti, sonrasında reformist bir partiye dönüştüler zaten.

Aradan geçen onca yıla rağmen HK’nın devamcıları saldırılar konusunda tek bir açıklama yapmamış,  özeleştiri vermemişken; HSA, kendi başına HK’ya özeleştiri veriyor! Üstelik “sol içi şiddeti ve öldürmeleri haklı ve meşru gösterecek bir neden ve gerçek yoktur, olamaz” diyerek, yaşananları “sol içi şiddet” torbasına atıp tarafları eşitliyor! Sonrasında yazdıkları daha vahim: “Örgütlerinin aldığı bir kararı uyguladıkları yanılsaması içinde, bunun yarattığı körleşmeyle hareket eden iki genç devrimcinin ölümünün bizlerin elinden olmasını savunmam, savunamam, savunmamalıyız! Bu sadece acı, utanç, vicdan azabı duymamız gereken bir cinayettir! Benim gözümde bu kadar açık ve net!” (abç, sf. 237)

“Acı, utanç, vicdan azabı” duyması gereken birileri varsa, o da Fatih’e “ajan” diyenler, pusu kurup komünistleri öldürenlerdir. TİKB’nin yaptığı, bir “nefsi müdafa”dır, asla “cinayet” olarak tanımlanamaz. Buna “cinayet” demek, yoldaşlarına “katil” demektir!

Üstelik HSA, HK’lıların ölümünü “cinayet” olarak tanımlarken, TİKB’lileri katledenlere “kandırılmış çocuklar” muamelesi yapıyor. (Dahası o “çocuklar”ı “kandıranlar”a da özeleştiri veriyor.) Diyelim ki öyleydiler, -ki o yıllarda MHP’li faşistlerin de aldatıp kullandığı pek çok genç vardı- bu onların suçlarını ortadan kaldırır mı? Komünist ve devrimci katili olduklarını unutturur mu? Ve bu yüzden cezalandırılmalarına karşı çıkmayı gerektirir mi?

Her olay, kendi tarihsel koşulları içinde değerlendirilir. HK-TİKB çatışması da öyledir. Diğer “sol içi şiddet” durumlarındaki gibi karşılıklı çatışma yaşanmadı. Tümden imhaya dönük saldırılara karşı, yoldaşlarını ve örgütünü korumak için zorunlu bir savunma yapıldı. Ayrıca işlerin o noktaya gelmemesi için sonuna kadar uğraştılar, tüm yollar tükenene kadar sabrettiler. Yapmak zorunda kaldıklarında da sınırlar çizdiler: “Bütün HK’lıları” değil, önce sadece “tetiği çekenleri”, sonrasında ise sadece “emri verenleri” hedef aldılar. O koşullarda bunu yapmasalardı, yoldaşlarının birer birer ölmesine, örgütün yok olmasına boyun eğmiş olacaklardı. İhtilalci komünistlerin gözünde “açık ve net” olan gerçek budur.

Bugüne dek hiç bir devrimci örgüt, TİKB’yi suçlamadı. HK’nın saldırgan taraf olduğunu, TİKB’ye başka çare bırakmadığını biliyorlardı çünkü. Kimi yerde HK’nın saldırılarını durdurmaya çalıştılar, fakat bunlar yerel ve kısmi kalınca, önlemeleri mümkün olmadı. HSA ise ,“o iki gencin öldürülmesi, TİKB olarak bizim geçmişimizde kara bir leke olarak varolacaktır” diyor. (sf. 241)

O “kara leke” dönemin HK’lı yöneticilerinin alınlarındadır; zaten o yüzden 12 Eylül döneminde tel tel dökülmüşlerdir. Bir de, TİKB’nin tarihine ‘kara leke’ bulaştırmaya çalışanların alınlarına durmaktadır!

HSA, ayrıca HK-TİKB çatışmasından yola çıkarak, TİKB’deki bölünmelerde ne kadar hoşgörülü davrandığını kanıtlamaya girişiyor! ‘97’deki ayrılık sonrası kan dökülmemişse, bunu HSA’nın “çıkardığı derse” borçluymuşuz! Oysa yurtdışında ve cezaevlerinde fiili saldırı girişimleri oldu; genel olarak da son derece saldırgan bir tutum sergilediler. (Bunlar tutanaklarda ve sonrasındaki yazılarda ortada duruyor.) Saldırılar kan dökmeye kadar varmamışsa, birçok öznel ve nesnel koşulun çakışmasındandır. HSA’nın “çıkardığı dersle” ve kendisine vehmettiği “olgunluk”la hiç bir ilgilisi yoktur!

 

19 Aralık “pejmürdeliği”

Bu söz HSA’ya aittir. 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleşen cezaevi katliamının ardından 5 Nisan 2001’de, yani 4 ay kadar sonra tahliye oluyor ve dışarıda örgütün durumunu böyle tanımlıyor. “Örgüt darmadağınık vaziyetteydi, yeraltındaki yönetici merkez organın esamisi bile okunmuyordu, bütün işler polis dahil herkesin gözü önündeki iki kadroya kalmıştı!” (sf. 272)

Öyle bir anlatıyor ki, sanki o güne dek tıkır tıkır işleyen bir yeraltı örgütü varmış da 19 Aralık sonrası o hale gelmiş! ‘90’ların ortalarından itibaren bütün örgütü legalize eden, yeraltı organlarını ve illegal faaliyeti bitiren kendileri değilmiş gibi, güya bu tabloya şaşırıyor! Ve yaptığı tercihi de bununla açıklıyor. “Önümde iki seçenek vardı: Önceliği ve ağırlığı ya örgütün toparlanmasına verecektim, ya da ÖO direnişinin bir an önce tatmin edici bir sonuca ulaşmasına kilitlenecektim. Tercihimi ikincisinden yana yaptım.” (agy)

Düşünün; örgütün lideri cezaevinden çıkıyor, -hem de kritik bir dönemde- örgütünü çok kötü bir durumda buluyor; ama onu toparlamak yerine ÖO’nun bitirilmesine kilitleniyor. İkisi birden yapılamaz mı? Ya da tercih etmek zorundaysa, örgütü seçmesi gerekmez mi? Örgüt toparlanmadan ÖO’nun istenildiği şekilde bitirilmesi dahil hiç bir faaliyetin doğru-dürüst yapılamayacağını bilmez mi? Bırakalım bir lideri, bir kadro bile böyle düşünür.

Ama durum başka! HSA’nın eşi ÖO’nun içinde yeralıyor ve ÖO devam ederse, onu kaybetmekle karşı karşıya kalacak! O da tüm zamanını, enerjisini buna harcıyor. Hem de öyle böyle değil! Çalmadığı kapı, girmediği yer kalmıyor! Elinde eşinin fotoğrafı, gazete gazete, kanal kanal dolaşıyor. Bakanlıklar, TÜSİAD, Avrupa Parlamentosu vb. görüşmediği kurum kalmıyor nerdeyse…

Eşinin ölümünü durdurmaya çalışması anlaşılır bir şey. Ama tutsak aileleri bile, sadece kendi çocuklarıyla ilgilenmeyi, yalnız ondan bahsetmeyi ayıp sayarlar. Yıllarca görüşlere gide-gele diğer tutsakları da tanımış, sevmişlerdir. Keza çocukları, ayrıcalık yapmamaları konusunda onları uyarmış, eğitmiştir. HSA, bir tutsak ailesinin gösterdiği bu duyarlılığı bile göstermiyor; eşi dışında -ki ÖO’da daha kötü durumda yoldaşları vardır- hiç birini ağzına almıyor. Eşini kurtarmak için ÖO’nun bir an evvel bitmesini isteyen, bunun için deli-divane koşturan biri var karşımızda.

Siyasetlerle tartışmaya gelince, iş değişiyor tabii. “Gittiğim hiç bir yerde direnişi temsil ettiğim iddiasında bulunmadım” dedikten sonra, “kaldı ki, yedi örgütün oluşturduğu ve başka bazı örgütler tarafından da desteklenen platformu … temsil yetkim olduğu halde, bunu bile öne çıkarmadım” diyor. (sf. 284) Yedi örgüt ona böyle bir yetki verdi mi bilmiyoruz, -şimdiye kadar duymadık- hatta kendi örgütünden böyle bir yetki aldı mı, o da belirsiz! Fakat Adalet Bakanı dahil yaptığı tüm görüşmelerde “arabulucu” olmaya hazır olduğunu söylüyor. Hatta “papa seçimi gibi içeri gireceğiz ve tüm örgütleri ikna edip çözümü sağlamadan çıkmayacağız” diye güvence veriyor. (sf. 278)

Öyle bir tablo çiziyor ki, milletvekillerinden gazetecilere, baro başkanlarından AP üyelerine kadar herkes par-tutuş olmuş, ÖO’yu olabilecek en iyi koşullarda bitirmeye uğraşıyorlar! 19 Aralık katliamının en önemli sorumlularından Adalet Bakanı bile, neredeyse ikna oluyor! Ama Ecevit’te takılıyor! Ya da HSA’nın tespitiyle “Ergenekoncular devreye girip çözüme taş koyuyorlar.” (sf. 279) Bir de DHKP-C’nin uzlaşmaz “maksimalist” tavrı, “siyasi körlüğü” olmasa, sorun çözülecek! (sf. 283)

DHKP-C’nin 19 Aralık öncesi ve sonrasındaki hataları bir yana, (ki bunları o dönem ayrıntılı yazmıştık) DHKP-C ve “Ergenekoncular” yüzünden sorunun çözülmediğini söylemek, 19 Aralık saldırısından hiç bir şey anlamamak demektir. Bu saldırının sadece içeriyle sınırlı olmadığını, Ecevit’in “19 Aralık olmasaydı, IMF programını uygulayamazdık” sözü, yeterince ortaya koymuştur zaten. En fazla F Tipleri’nde kimi hakların elde edilmesi sağlanabilirdi ki, bu da ancak ölümler sayesinde mümkündü. Tutsakların kararlılığı ve peş peşe ölümleri, devleti bir çözüm üretmeye zorladı; ÖO’cuların tahliyesi de böyle gerçekleşti.

HSA ise, devlet görevlileriyle yaptığı görüşmelere büyük anlamlar yüklüyor. Örneğin Adalet Bakanı ile görüşmesindeki izlenimini şöyle aktarıyor: “Hikmet Sami Türk, ne 19 Aralık’ta neler yaşandığına dair, ne de bizleri gömmeye çalıştıkları F tipi denilen beton mezarlar konusunda en ufak bir fikre sahipti. Konuşmamın başlarında bunlara dair anlattıklarımı şaşkınlıkla dinlediğini fark ettim… ‘doğru mu bunlar’ dercesine Ali Fuat Ertosun’a bakıyordu.” (sf. 276)

Böylece Bakan’ı aklıyor; suçu o dönem Cezaevleri Genel Müdürü olan Ertosun’a yıkıyor. Oysa üst düzey yöneticiler, hep böyle davranmaz mı? Örneğin ağır işkencelerden geçersiniz, polise bu emri veren müdür sizi öyle görünce şaşırır! Polislere fırça bile atar! Savcılıkta ve mahkemede suç duyurusunda bulunursunuz, işkence yapıldığına inanmaz; “işkence yapılsaydı, sen ifade vermeden gelebilir miydin” der hatta.

“Cellatlık ve papazlık” her daim egemenlerin yönetme yöntemi olmuştur. Ama HSA, daha önce alıntıladığımız gibi, Çanakkale’de cezaevi müdürünün “namus sözü”yle yoldaşına işkence yapılmayacağına inanıyor. (sf. 183) Bursa Cezaevi’nde müdürü rehin almak isteyenlere, “bunun dürüst bir tavır olmayacağını” söyleyerek engel oluyor; sonra o müdür koğuşlara operasyon çekiyor. (sf. 164) 19 Aralık’ta da Adalet Bakanı’nın gelişmelerden habersiz olduğunu ve çözmeye çalıştığını iddia ediyor. (sf. 276) Yani “papaz”ların sözlerine inanıyor, o sözleri referans alarak olayları yorumlamaya kalkıyor! Ve ÖO’nun bir an evvel bitmesi için kendisine yardım eden herkese (Mehmet Bekaroğlu’ndan Cohn-Bendit’e, bir dönem AKP’yi destekleyen Oral Çalışlar, Alev Er gibi liberallere) minnetlerini-teşekkürlerini sıralamaktan helak oluyor.

19 Aralık, HSA başta olmak üzere tasfiyecilerin yüzlerini açığa vurduğu önemli kesitlerden biridir. ‘80’li yılların tasfiyecileri için 12 Eylül neyse, ‘90’ların tasfiyecileri açısından 19 Aralık aynı işlevi görmüştür. HSA, uzun uzun 19 Aralık saldırısını anlatmış; o tarihten itibaren tüm tutsaklar açlık grevine başlarken, o Edirne’ye sürüldükten 6 gün sonra “mide kanaması” geçirdiğini söyleyip bırakıyor. Daha önce Antep Cezaevinde iken yanındaki yoldaşların böyle bir karar aldığını söyleyerek, açlık grevlerine katılmayışına “örgüt kararı” havası vermeye çalışmıştı. Ama bu kez buna da ihtiyaç duymuyor!

19 Aralık’ta mecburen 6 gün AG yapan HSA, ’96 yılında tüm cezaevlerinde direniş sürerken (KG ile birlikte) tek bir gün bile açlık grevi yapmadı. Üstelik onların kararıyla cezaevlerindeki tüm TİKB’liler, “Süresiz Açlık Grevi” adı altında fiilen Ölüm Orucu’na gitmişken…

2001’de DHKP-C’yi Sarıkamış Dağları’nda askerleri ölüme sürükleyen Enver Paşa’ya benzetiyor ama ‘96’da kendilerinin yaptıklarını anlatmıyor! İçerideki tüm kadroları aynı anda ölümle karşı karşıya bırakmış olmanın rahatsızlığını hiç yaşamıyor, fakat 19 Aralık sonrası, eşinin ölüm riski karşısında deliye dönüyor ve onu kurtarmak için her yere başvuruyor. Bu nasıl bir önderlik anlayışıdır?! Nasıl bir “çifte standart”, nasıl bir “ben merkezcilik”tir?!

 

Neresini düzeltelim?

Bilinen bir anekdottur. İki arkadaş bir nehrin kenarında oturuyormuş. Biri demiş ki, “Hz. İsa, elindeki kılıçla Dicle Nehri’ni ikiye yarmış.” Arkadaşı, “Söylediklerinin neresini düzelteyim –demiş. Bir kere Hz. İsa değil, Musa’dır. Elindeki kılıç değil, asadır. Nehir de Dicle değil, Nil’dir” diyerek tepki göstermiş.

HSA’nın yazdıklarının önemli bir kısmı aynı duyguyu uyandırıyor. Bunlardan biri de konferanstır.

Yıllarca konferans yapmamaları, MK’yı iki kişiyle dondurmaları konusunda bugüne dek yapılan eleştirilere HSA kitabında yanıt veriyor. Kendisinin her dönem konferans istediğini, ama KG’nın ertelediğini söylüyor. Temmuz 95’te yazılı bir konferans çağrısı yapmış, ama nedense cezaevindeki “yönetici organa” sözlü olarak açıklamış! (sf. 253) Bu sözlü çağrıya “yönetici organdan 4 kişi” karşı çıkmış! Hem de niye? “Konferansın olmasını biz de istiyoruz. Fakat öncesinde konuşulmasını istediğimiz başka konular var” diyerek… Ve TP süreci böyle başlamış! (sf. 254)

Şimdi bunun neresini düzeltelim?

En başta, HSA’nın sözünü ettiği (yazılı ya da sözlü) herhangi bir “konferans çağrısı” yoktur; içeride-dışarıda, ‘95’te ya da başka bir tarihte, böyle bir çağrıyı duyan-gören olmamıştır.

İkincisi, gündemdeki konular gerçekte konferans değil kongre gerektirecek denli önemli konulardır: Tüzüğün ve örgüt içi demokrasinin işletilmemesi, operasyonların değerlendirilmesi, illegal örgüt komitelerinin EKK (Emeğin Kurtuluşu Kurultayı) ya da AFMK’ya (Anti-faşist Mücadele Komiteleri) dönüştürülmesi, örgütün cezaevinden ve dergi bürolarından yönetilmesi, yeraltı faaliyetinin durması, Parti’nin ‘ulu zaman’a ertelenmesi, “teori”nin entelektüel bilgiçliğe dönüştürülmesi, vb, vb…

Bu eleştirileri dile getirenler, konferans gibi herkesin eşit konumda olacağı, tüm delegelerin rahatça konuşup tartışacağı ve yeni bir MK’nın seçileceği bir ortam varken; eski MK’nın görevlerinin devam ettiği, tartışmaların bastırıldığı, delegelerle görüşmenin “hizip” olarak damgalandığı, eleştiren kadroların “sürgün”e gönderildiği TP’yi neden tercih etsinler? TP gibi ML örgüt tarzına aykırı bir formata zorlanmaları, tam da konferansın yapılmamasından kaynaklanmadı mı? Her konferans talebini erteleyen, en sonu “uzlaşma olmadan, konferans olmaz” diyerek, örgütü iki buçuk yıl TP’ye mahkum eden kendileri değil miydi? (5)

Biriken sorunlar nedeniyle konferansın yapılmasını kadrolar bir kez daha yineleyince, HSA ve KG en azından bir tartışma ortamına razı oldular. Nasıl olsa ipler ellerindeydi. Sözde tartışmaya katılan herkes “eşit”ti, fakat Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği”ndeki gibi “domuzlar daha eşit”ti! Kendilerini eleştirenleri çeşitli yöntemlerle yıldırmaya çalışırken, yanlarında olanları yücelttiler, yükselttiler.

“Pratiğimiz, söylemlerimizin dışında, dahası onlarla çelişecek şekilde başka yöne kaydı… dokumuz bozuldu. Örgütün orta sahasını… küçük-burjuva aydın özentileri kaplamaya başlarken, gövdeyi ise…dar pratikçi bir semt gençliği oluşturur hale geldi” diye itiraf ediyor HSA. Hemen ardından şunu da ekliyor ama. “Kenan da ben de resmen uyuduk, bu içten içe bozulup çürüme karşısında.” (sf. 250)

Oysa ne “pratikleri söylemleriyle çelişik”ti, ne de “uyudular!” Aksine bilerek, isteyerek bu yola girdiler. Bu yöndeki eleştiriler ’94 yılından itibaren ifade edildi; TP’de ise açık bir mücadele konusu haline geldi. Bırakalım “uyumayı”, örgütü uyandırmaya çalışanları cezalandırdılar, örgütten attılar.

HSA, konferansta olduğu gibi MK konusunda da doğruyu söylemiyor. ‘91’de yapılan 2. Konferans’ta, kendileri dışında (ki o zaman üç kişiler) iki kişiyi daha MK’ya önerdiğini, fakat bir delegenin karşı çıkmasıyla önerisini geri çektiğini iddia ediyor. (sf. 216) Konferansa katılan 20-25 kişi var, ama bir kişinin itirazı yetiyor! “Kooptasyon” denilen atama yetkisini, konferanstan alıyorlar, ama yıllarca atama yapmıyorlar. Bir de sıkılmadan “kimseleri beğenemedik” diyor! O halde iki kişiyi neden ve nasıl önerebildin?! Yine her yanında dökülen bir tutarsızlıklar dizisi daha!

Gerçek şudur: İkinci Konferans, ’91 Mayıs ayında toplandı. Birinciyle arasında 10 yılı aşkın bir süre vardı ve delegelerin çoğu ilk kez bir konferansa katılıyordu. Konferans gündemi, öncesinden delegelere bildirilmemiş, bir önhazırlık olanağı tanınmamıştı. Onun için -gençlik dışında- konferansa yazılı bir rapor ya da öneri sunan olmadı. (Gençliğin raporunun okunması da HSA tarafından engellendi.)

Konferans sırasında HSA, delegeler arasındaki deneyimsiz genç kadrolardan dolayı “kooptasyon” (atama yapma) yetkisi istedi. Delegeler, gerek MK’daki yoldaşlara duydukları güven, gerekse illegalite nedeniyle bu yetkiyi verdiler. Konferansın hemen ardından MK’nın bu yetkiyi kullanacağını düşünüp MK’nın genişletileceği beklentisi ve güveniyle konferanstan ayrıldılar. Böyle olmadığını, aksine “3 kişilik MK”nın da cezaevindeki üyesinin fiilen işlevsizleştirildiğini, yani iki kişi kaldıklarını, dolayısıyla bir hücre olma özelliğini dahi kaybettiklerini, ’95 yılındaki TP sürecinde öğrenebildiler.

Bu, aldığı yetkiyi kötüye kullanmak, yoldaşların güvenini istismar etmek değil de nedir? Onları kongre-konferans konusunda bilgisiz bırakıp, sonra bu bilgisizlikten yararlanmak değil de nedir? Dahası, “kimseyi beğenmemek” nasıl bir kendine sevdalılık, kibir ve keyfiyettir? O “beğenmedikleri” yöneticiler, 12 Eylül direnişini yaratmış, ’90 atılımını gerçekleştirmiş, örgütü toparlayıp güçlendirmişken…

HSA diyor ki, “TP’de tek sorumlu ‘iki kişilik MK’, daha doğrusu ‘onun en sekter ve bürokratik üyesi’ olarak bendim.” (sf. 254) Devamında, TP’nin ilk haftalarında “vahim hatalar” yaptığını, fakat eşinin uyarısı ile “bataklıktan çıktığını” söylüyor. Ama yine de “örgütün yaşadığı tıkanma dahil, işlenen bütün günahların ana sorumlusu, sekter ve dağıtıcı bir yönetici imajının üstüme yapışması”nı önleyememekten yakınıyor. (İki cilt halinde “anı”larını yazmasının asıl sebebinin de, bu “imajı” silmek olduğu anlaşılıyor. Çünkü döne döne öyle biri olmadığını kanıtlamaya çalışıyor.) Buna karşılık diğer MK üyesi KG’nin geri planda durduğunu, “olaylara yukarıdan bakabilen, kucaklayıcı, olgun ve mantıklı bir lider” imajı çizdiğini ve “kısmen başarılı çıktığını” iddia ediyor. (sf. 257)

HSA “görüngü”lerle gerçekleri birbirine karıştırıyor. Oysa TP’nin başını çeken yöneticiler, bu “görüngülere” aldanmayacak kadar tecrübe ve birikime sahiptiler.

HSA, daha TP başlar başlamaz, “burada MK eleştiriliyor, taraf olun” çağrısı yaparak ve hemen ardından “hizip” yaygarası kopartarak, eleştirileri bastırmak istedi. Ona dönük tepkilerin artması bu yüzdendi. KG ise bir süre sessiz kaldı, hatta HSA’yı “günah keçisi” olarak kadroların önüne attı. Eğer KG’nin bu tutumu işe yarasaydı, HSA’yı orada harcamaya hazırdı.

Ama kadroların ezici çoğunluğu, yaşananlardan HSA kadar KG’nin de sorumlu olduğunu biliyorlardı. Üstelik sinsi yöntemler kullanan KG’yi daha tehlikeli buluyorlardı. Zaten sorun HSA ve KG’nin kişisel özellikleri değildi. TP’nin başladığı ilk günlerde kaleme alınan Eylül ’95 tarihli “Mücadelenin her cephesinde devrimci olmak” başlıklı yazıda, “bugün sorun, tek tek kişilerden çıkıp, Leninist bir örgütün ilke ve normları olmuştur. … K’nın söylediği gibi ‘MK’dan bir üye (HSA kastediliyor-nba) ile çıkan sorunlar’ olarak da görmüyorum, bir bütün olarak örgütsel hatalarımızı, eksikliklerimizi koymaya çalışıyorum” denilerek, KG’nin sözlerine itibar etmedikleri net biçimde belirtiliyor. Sonrasında kaleme aldıkları yazılarda ise, asıl muhatapları KG’dir ve onun savundukları çürütülmüştür.

HSA, TP’de kendisinin hedef alındığını söyleyerek, TP’yi çarpıtmakla kalmıyor, buradan kendisine pay çıkarıp büyüklük taslamaya devam ediyor. Oysa TP’nin ilk günlerindeki öfke parlamaların ardından silik bir profil çizdi, tüzük dışında yazdığı ve söylediği bir şey olmadı; hatta tartışma sertleşip kadroların kararlılığını gördükçe KG’nin koltuğunun altına sığındı. Giderek “iki kişilik MK” da silindi, “K çizgisi”ne dönüştü;, saflaşma “K çizgisi” ile Bolşevik çizgi arasında yaşandı, tasfiyecilikle devrimci duruş çarpıştı. Kadrolar “K ekseni”ni seçmeye zorlandılar. Bu tablo karşısında bile HSA sessiz kaldı.

Tasfiyecilik “K çizgisi”nde birleşmiş, HSA da buna tabi olmuştu. Ancak bu, KG’nin TP’den güçlenerek çıktığı anlamına da gelmiyordu. Korku ve tehditle, yanı sıra kendilerine güvensizlikle “K çizgisi”ne biat edenler, kısa sürede dağıldılar. Kimisi devletin şiddetiyle yüzyüze geldiğinde, kimisi de amaç ve özsaygı yitimi yaşayarak döküldü. Tasfiyecilerin 2009’daki ayrışmasında KG’nin yanında çok sınırlı bir grubun kalması, TP’de başlayan sürecin doğal bir sonucuydu. Sonrasında ne “K çizgisi” kaldı ne de K!..

 

Tasfiyecisiniz! Mültecisiniz!

HSA “üzerime yapıştı” dediği, “dağıtıcı, sekter yönetici” sıfatından kurtulmak için, kendisinin ’79 yılında yapılan İMT’de “genç yoldaşlara yer açmak amacıyla MK’ya aday olmadığını” belirtiyor. (sf. 230) İlerleyen sayfalarda İMT’ye yeniden dönüyor ve MK’ya aday olmayışını şöyle gerekçelendiriyor: “Bizler ikinci kuşaktan yoldaşların önünü açmalı, koltuklarımızı onlara bırakmalıydık. Kaldı ki, ayrılık sonrası süreçte kendisinden beklenen sorumlulukları yerine getirememiş bir organın üyesi olarak aynı göreve yeniden talip olmayı, özeleştiride samimiyetsizlik ve işi pişkinliğe vurmak olarak görüyordum.” (sf. 261)

Daha ’79 yılında 27 yaşında bir genç iken, “ikinci kuşak” olarak adlandırdığı -kaldı ki kendisinin “birinci kuşak” olduğu da doğru değil- İsmail Cüneyt ve Sezai Ekinci’nin “önünü açıyor”! Gelin görün ki, ‘90’ların ortasında yaşı 45’i bulmuşken, kendisinden 5-10 yaş küçük yoldaşlarının “önünü açmak” şöyle dursun, engellemek için her şeyi yapıyor. Sonrasında da “koltuğa yapışmaya” devam ediyor! Hem de “kendisinden beklenen sorumlulukları yerine getirmemiş” olduğu ayan-beyan ortada iken…

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz! 40 yıllık pratik ortada! Durum buyken ‘79’la ilgili yazdıklarına neden inanalım? Aynı dönem MK’ya aday olmayan biri hakkında, “zaten aday olsa da seçilmeyeceğinin farkındaydı” (sf. 261) diyebiliyor mesela; belki kendisi de aynı düşünceyle aday olmaya cesaret edememişti?!

“Sekter, dağıtıcı, kariyerist” sıfatları üzerine yapışmışsa, bunda mutlaka gerçek payı vardır. Örgütsel mücadelede herkes birbirine birçok sıfat yakıştırabilir, ama bunlar tutuyorsa ve aradan geçen yıllara rağmen değişmiyor aksine pekişiyorsa, öyle olmadığını kanıtlamak için çırpınmanın bir yararı yoktur. Çırpındıkça daha çok batılır. HSA’nın da durumu budur.

Mesela son derece açık biri olduğunu, TP tutanaklarını ve konferans belgelerini herkese açtıklarını iddia ediyor. En son 2009’daki tartışmaları zaten internet üzerinden yaptıkları için, herkese açılması doğal. Ama TP tutanaklarını, ne sürecin sona erdiği ’98 başında; ne de sonrasında açıkladılar. Kadrolarına bile çok az bir kısmını, o da birçok çekince koyarak okuttular. 29 Aralık 1997 tarihinde yayınladıkları genelgede hangi yazıların okunacağını seçerek belirtiyorlar. KG’nin tüm yazıları okuma listesindeyken, HSA’nın, “vahim hatalar”la dolu (bu ifade HSA’ya ait) yazıları listeye konmuyor.  

Biz hep belgelerle konuşuyor, yazıyoruz; kendi yazdıklarından alıntılar yaparak eleştirilerimizi ortaya koyuyoruz. Fakat onlar her daim kaçak güreştiler. Sürekli TP’yi gündeme getiren, fakat ısrarla TP tutanaklarını yayınlamayan da yine onlar oldu. Aradan 25 yıl geçtiği halde yazdıkları kitabın önemli bir kısmında TP’ye atıf var. Cinayeti işleyen birinin dönüp dolaşıp olay yerine gelmesi gibi, TP’ye dönmeden edemiyorlar. Çünkü TP, onların “suç mahali”dir. Keza suçlarını önlerine seren, ama görmemek için sürekli gözlerini kaçırdıkları bir ayna… Hangi aşamalardan geçip nereye varacaklarını son derece isabetli biçimde ortaya koyan kehanetler dizisi… O kehanetlerin her biri gerçek oldu. 

Tasfiyecilikle mülteciliğin birbirini besleyip büyüttüğü, bu kehanetlerden biridir. ‘90’ların ortasında girdikleri tasfiyeci rotayı, mültecilikle noktaladılar. Gelin görün ki, tasfiyeciliği “fiili tasfiyecilik” gibi ucube bir tanımla salt “faaliyetsizlik”le sınırladılar; mülteciliği ise “siyasi sürgün” olarak tanımladılar. Böylece kendi durumunun teorisini yapmanın en mükemmel örneğini sundular.

“Oya ile ikimizin 2002 sonundaki örgüt kararıyla çıkışımıza kadar yurtdışına çıkanların istisnasız hepsi, bunu örgütün onayı ya da bilgisi dışında kendileri organize ettiler” diyor mesela. (sf. 15)

Gerçek şudur; mülteciliği kınayan ve 12 Eylül döneminde kadrolarına yasaklayan TİKB, ML bir örgüttü; 2000’li yıllarda ise tasfiyeci bir çevreye dönüştüler. Bu çevre, tabii ki yurtdışına çıkışa onay verecekti! (Sonra kendi aralarındaki çelişkiler keskinleşince “yurda geri dön” çağrısı yaptılar; ama “örgüt kararı”yla yurtdışına çıkan HSA, aksi yöndeki “örgüt kararı”nı dinlemeyerek orada kalmaya devam etti.)

HSA, 12 Eylül dönemini anlatırken, diğer örgüt liderlerinin “pasaport kuyruğuna girdik” sözü üzerine, “nasıl direniriz diye düşüneceklerine, nasıl sıvışırız düşünüyorlar” diyor. 19 Aralık, 12 Eylül’den sonraki en önemli kırılma noktasıdır; 19 Aralık sonrası da “nasıl sıvışırız” diyen de, kendileri olmuştur.

Bir kez daha yineliyoruz: Tasfiyecisiniz! Mültecisiniz! Sayfalarca kitap da yazsanız, bulduğunuz her mecrada saatlerce konuşsanız da, bu gerçeği örtbas edemezsiniz! Komünist bir örgütü darmadağın etmek, işçi ve emekçileri öncü bir güçten mahrum bırakmak gibi öylesine büyük bir suç işlediniz ki, bunun vebalinden kurtulamayacaksınız!

 

Sonuç olarak

Yazımızın başında anı kitaplarına dair görüşümüzü ortaya koymuştuk. HSA da anı kitaplarını eleştiriyor: “Ufak tefek bazı hata ve kusurlar dışında istisnasız hepsi mükemmele yakın bir geçmişe sahiptirler. Örgütlerinin tarihinde iz bırakan ne varsa ya onların eseridir ya da en büyük pay onlarındır” diyor mesela. (sf.170)

Bu tür eleştirilerle kendisinin öyle yazmadığını kanıtlamaya çalışıyor fakat aynı yaklaşımı o da sergiliyor. Zaten kitabı yazma amacının, kendisine dönük eleştirilere yanıt vermek; “üzerime yapıştı” dediği sıfatları silmek, “dürüst-samimi-iyi bir önder” portresi çizmek olduğu anlaşılıyor.

Kendi gerçekliği ile olmak istediği kişi arasındaki açı farkını kapatabilmek için de her yolu deniyor. Mesela TİKB’yi TİKB yapan, ona temel özelliklerini kazandıran en önemli önderlerine, Osman ve Fatih’e kitapta olabildiğince az yer veriyor. Geçirdiği yerlerde ise onları etkisiz ve hatta “hatalı” göstermeye çalışıyor. (6)

TİKB’nin güçlü mirasını, yarattığı gelenekleri reddedenler, aynı noktada buluşuyorlar. Bir taraftan o mirastan nemalanmak istiyorlar, diğer taraftan TİKB’ye ait tüzük, program, gelenek, değer ne varsa, unutulması ve yok olması için uğraşıyorlar. Bunun en etkili yolu olarak da TİKB tarihini tahrif ediyor, çarpıtıyor, yalan-yanlış bilgilerle kafa bulandırıyorlar.

Bu harekete sahip çıkanlar ve geleneği sürdürenler, her tür çarpıtmaya, kendilerini aklama girişimlerine karşı mücadeleden vazgeçmeyecek! “Nostalji yapıyorlar” karalamalarına aldırmadan geçmişlerine sahip çıkmaya devam edecek! Her kimden gelirse gelsin, şehitlerine, tarihlerine dönük saldırılara izin vermeyecek! Ama hepsinden önemlisi, bu hareketin yarattığı değerleri, gelenekleri yaşatmayı ve büyütmeyi sürdürecek!…

 

 

Dipnotlar:

(1) Bu yazı dizimiz yayınlanmaya başladığında, internette yürütülen kimi tartışmalarda, “ne oldu da şimdi bunları yazıyorlar” diyenler oldu. Biz her daim tarihimize sahip çıktık, ondan güç aldık, gurur duyduk. “Nereden gelindiği bilinmiyorsa, nereye gidildiği de bilinmez” der bir Afrika atasözü. Geçmişi olmayanın, yok sayanın ya da çarpıtanın geleceği olmaz. Bunu yaşam defalarca kanıtladı.

Son dönemde ise, yazılan kitaplar ve çekilen filmlerde, bir kez daha kendilerini aklamak için tarihi çarpıtan girişimlerle karşılaştık. Şunu belirtelim ki, bu kişilerle herhangi bir sorunumuz yoktur. Bizim tepkimiz sınıfsal ve siyasaldır. Bugüne kadar hiç kimsenin siyasal-örgütsel saldırılarına, tarih çarpıtıcılığına sessiz kalmadık. Tarihimizden çoktan kopanlar ve saldırıya geçenler karşısında, her zaman ona sahip çıktık, unutulmasına izin vermedik. Dün olduğu gibi bugün de tarihimize dönük saldırıları cevapsız bırakmayacağız.

 

(2) Bu durum “kadın sorunu” ile değil, ’79 öncesinde henüz grup-çevre yapısını aşamamış olmaları ile ilgilidir. Bu HSA’nın eşi değil, onun sorumluluğu altındaki bir erkek yoldaşı olsaydı, yine aynı şekilde davranırlardı.

 

(3)’79  kuruluş aşamasında MK’da yeralmamış olmaları, o düzeyde bir kadın komünistin olmayışından kaynaklanmış olabilir. Sonrasında MK’da olmayı hakeden kadın yöneticiler yetişti. Ancak “iki kişilik MK”, kadın ya da erkek herhangi bir yönetici kadronun MK’da yeralmasını fiilen engelledi. Önce MK’yı kendileri ile dondurdular, sonra da yıllarca konferans yapmadılar, hep ertelediler. Kadrolardan gelen baskılar artınca, ’93 başında Merkezi Örgütlenme Komitesi’ni (MÖK) kurdular. Fiilen “bölge komitesi” haline gelmiş (İstanbul, Adana, İzmir, Ankara il komitelerinden) 5 kişiden oluşan bu komitenin 4’ü kadındı.

MÖK, aslında genişletilmiş MK’ydı. Kimi zaman iki MK üyesi, kimi zaman sadece KG’nin katılımıyla yapılan toplantılarda, örgütsel-siyasal-taktiksel tüm kararlar ’94 operasyonuna kadar bu organda alındı. Eğer II. Konferans’ta verilen “MK’yı genişletme yetkisi”ni kullansalardı, ya da konferanslar zamanında yapılsaydı, MÖK üyeleri MK’ya seçilirdi; böylece 4 kadın 4 erkekten oluşan (cezaevindeki MK üyesiyle birlikte 8 kişilik) yetkin bir bileşim yakalanmış olurdu. Bu bileşim, sonrasında yaşanan felaketleri de durdururdu.

 

(4) THKO ile Aktancılar’ın birleşmesinden sonra yayınlanan legal derginin ismi HK-Halkın Kurtuluşu idi. Legalizm arttıkça, THKO’nun yerine HK kullanılır oldu. Bu sadece HK ile sınırlı olmayan genel bir durumdu. İllegal örgütler tüm faaliyetlerini legal isimle yürütmeye, dergi ve derneklerde örgütlenmeye başlayınca, “dergi-dernek çevresi”ne dönüşmüş ve bu isimlerle anılır hale gelmişlerdi.

 

(5) TP, uzun süredir örgütün gidişatı konusunda kaygılar taşıyan yönetici kadroların, il komitelerinin EKK komitelerine dönüştüğünü yazan bir raporu MK’yla tartışmaları üzerine başladı. “EKK nedir” sorusuna verilen, birbiriyle çelişik, ama EKK’yı örgütün yerine ikame eden yanıtlar, bardağı taşıran damla oldu. Durum öylesine vahimdi ki, KG, “EKK’yı bir tek eşinin anladığını, onun da eksik anladığını” söyleyecekti. Adeta bir komedi filminin repliğini andıran sözlerle…

 

(6) Fatih ve Osman, İMÇ ve Fatih-İtfaiye duraklarında Adil Özbek hainine OÇ veriyormuş. Adil haini de HSA’nın evinin Yavuz Selim’de olduğunu tahmin etmiş. O duraklara yakın olan onlarca semt var; ama hain en doğru tahmini yapıyor! Buna rağmen devlet, 6 ay boyunca gece gündüz uğraşmış, tüpçü olmuş, taksici olmuş; HSA’nın evini ancak 6 ayda bulabilmiş!.. Fatih ve Osman’ı suçlayabilmek için fazlasıyla zorlama bir senaryo.

Yanısıra, Adana’daki bir sendika ağasından bahsederken, Fatih’in onun başkan olmasına önayak olduğunu yazıyor. Önceleri devrimci-demokrat olduğu halde, elde ettiği statü ya da para ile başı dönen pek çok kişi vardır. Hiçbir açıklama yapmadan bunları yazıp geçmek, Fatih’in o kişiyi desteklemekle yanlış yaptığını söylemektir.

24 Ocak 2020 tarihinde yayınlanan “Fatih’i sömürme yarışına çıkanlara dair” başlıklı yazıda, Fatih’in arkasına saklanıp kendi hatalarını meşrulaştırmaya çalışanlara haklı eleştiriler yapılıyor. Fakat TİKB tarihini anlatırken Fatih’ten doğru-düzgün bahsetmemek, ya da hatalı göstermeye çalışmak da Fatih’e saygısızlıktır.

Esasında asıl sorun, Fatih’in mirasına sahip çıkmaktır. Onun değerlerini yaşatmak, ML çizgide büyümek, işçi ve emekçilerin öncülüğünü yapabilmektir. Fatih dahil tüm şehitlere karşı işlenen en büyük suç, kolektif yapının tasfiyesidir. Mücadele kaçkınlarının her tür pervasızlığının zeminini de bu ortam oluşturmuştur.

Geçerken şunu da söyleyelim: Fatih’i anlatmak iddiasıyla yayınlanan, Oktay Duman ve Bektaş Karakaya’nın “Benim adım Dilaver” adlı kitabı ve “Hoşçakalın Yoldaşlar” belgeselinde, asıl amacın kendilerini aklamak ve Fatih üzerinden rant elde etmek olduğu çok açıktır. Kitabın arka kapağında Fatih’i, “Türkiye’de 1970’lerin ikinci yarısından itibaren… mücadelede yerini almış yüzlerce seçkin devrimciden biri” olarak tanımlayarak, onu sıradanlaştırması, “yüzlerce devrimci” içinde eritmesi bile, aslında Fatih’i değil, kendilerini büyütmeye çalıştıklarını gösteriyor. 

Oysa Fatih’in TDH içindeki yeri, Deniz, Mahir ve Kaypakkaya’nın yanıdır. Buna itiraz edecek kimse de yoktur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …