“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” diyor Albert Camus. İşsizlikten, açlıktan, iş cinayetlerinden, çürük binalardan dolayı her gün onlarca insanımız ölüyor. Ülke tarihinde ilk kez ailecek toplu intiharlara tanık olduk. En son Elazığ ve Malatya’da 6.8’lik bir depremde, 40’tan fazla kişi öldü, binlercesi yaralandı…
Göz göre göre geliyor ölüm… Alınabilecek çok küçük önlemlerle durdurulabilecekken hem de… Böyle ölümlerin yaşandığı bir ülkede nasıl bir yönetim, nasıl bir devlet olur?
Elazığ depremi, AKP şahsında bu devletin resmini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu devletin halka acı ve ölüm dışında hiç bir şey sunmadığını ortaya koydu.
Yine çürük binalarda oturmak zorunda bırakılan yoksul halk öldü, yaralandı; evsiz-barksız, aç-bilaç ortada kaldı. Geceleri eksi 10’lara düşen soğuklarda, günler sonra gönderilen yazlık çadırlarda titrediler. Ellerine bir tas çorba tutuşturup “mutlu musunuz” diye soruldu. Devlet onlara çadır-çorba getirmişti ya, “mutlu” olmaları, dua etmeleri ve minnet duymaları gerekiyordu!
Halk acı içinde kıvranırken, yandaş muhabirleri, bürokratları, bakanlarıyla “algı” seferberliği düzenlediler. Bir film setini yönetir gibi “gönder” komutuyla enkazdan çıkarttıkları yaralıyı, Erdoğan’ın önünden sedyeyle geçirildiler. Yaşamları saniyelere bağlı depremzedeleri bile, kendi “beka”ları için kullanacak kadar düşkün, ahlak yoksunu, halk düşmanı bir güruhtur bunlar…
Rezaletleri bu kadarla da sınırlı değil. Dünyanın dört bir yanındaki “Müslüman Kardeşler”e, cihatçı çetelere “yardım” gönderen Kızılay, depremzedelere gönderecek para bulamadı! Deprem olur olmaz halktan bağış istedi. Çünkü önceden toplanan paralar, Boğaz’daki yalılara, uçmayan uçaklara, çocuk tecavüzü ile anılan Ensar Vakfı’na gitmişti..
Ardından “Kızılay’a bağış” adı altında yandaş şirketlerin vergi kaçırdıkları ortaya çıktı. Melih Gökçek zamanında Ankara doğalgazını peşkeş çektikleri Başkentgaz şirketi, yaklaşık 8 milyon doları, Ensar Vakfı’na aktarılmak üzere Kızılay’a “şartlı bağış” vermişti! Kızılay Başkanı da, bu durumu “vergi kaçırmak demeyelim de vergiden kaçınmak” diye tarif etti. Yüzsüzlük ve riyakarlık literatürüne bir yenisini daha ekleyerek…
1999 Marmara Depremi’nden sonra çıkarılan “deprem vergisi” kalıcı hale getirilmişti. O günden bugüne tam 34 milyar dolar gibi devasa bir miktar birikti. Ama bu paranın nereye harcandığını sormak suçtu! “Deprem paraları nerede” sorusuna bile, tahammül edemediler. Paraları iç edenler değil, bu soruyu soranlar gözaltına alındı, soruşturmaya uğradı…
* * *
Devletin bir elinde sopa, diğer elinde din var!
Bir yandan yaşanan açlığa, işsizliğe, ölümlere karşı isyan edenlere “sopa” gösteriliyor; diğer yanda halka tevekkül etmesi, devlet büyüklerine duacı olması isteniyor. Öyle ki, profesör sıfatlı bir şeriatçı, Elazığ depreminin, “çocuk gelin” dedikleri çocuk tecavüzlerine izin verilmediği için yaşandığını söyleyebiliyor. Hatırlanacaktır aynı kafa, ’99 Marmara depreminde Gölcük’te dansöz oynattıkları için deprem olduğunu iddia etmişti.
Depremin Allahtan geldiğini, ona boyun eğmek gerektiğini vaaz eden bu dinci-gerici güruh, yazlık-kışlık saraylarda, yalılarda, köşklerde oturuyor, zırhlı arabalarla, korumalarla geziyor. En sağlam, en korunaklı yerlerde en sağlıklı şekilde yaşıyorlar. Kendilerini “Allahtan gelen felaketlere” teslim etmiyorlar yani. Bunu sadece halka telkin ediyorlar.
Bütün sömürücüler, dini ve sopayı birlikte kullanarak halklar üzerinde egemenlik kurdular. Batılı sömürgeciler de, Amerika’daki Kızılderilileri, Afrika’daki siyahileri ellerindeki silahlarla katlederken, İncil’le de boyuneğdirmeye çalışmıştı. Bir Kızılderili şöyle söylüyor: “Buraya geldiklerinde onların elinde incil, bizde ise geniş araziler ve altın vardı. İncil’i bize verdiler, altını, arazileri ve özgürlüğümüzü aldılar.”
* * *
Günümüzün egemenleri de aynı yöntemi izliyor. AKP ise, bunu arş-alaya çıkardı.
Her zorba rejim gibi, saygı görmediği ve gücünü yitirdiği oranda, baskıyı arttırıp daha da saldırganlaşıyor. Bunun son örneği, yeniden oluşturulan “bekçi ordusu”nun yetkilerini arttırmak oldu. Önce “kolluk güçlere haber vermek”le sınırlı olan bekçilerin görevleri, şimdi silah kullanma, kimlik sorma, arama yapma, dahası gösterilere müdahale etme şeklinde genişletildi.
Ellerindeki yüzbinlerce polis ve jandarma yetmedi; aynı yetkilerle donatılmış bir de bekçi ordusu yarattılar. Bu bekçiler, mahallelerde, sokaklarda insanları durdurup kimlik soracak, silah kullanacak. Emekçi semtlerde gelişen en küçük bir protestoyu şiddet kullanarak bastıracak. Meydanlardan, merkezi yerlerden sonra, mahalleye, sokağa kadar devletin şiddetini sokuyorlar. Olası halk hareketlerini, işçi-emekçi mücadelesini bastırmanın önlemlerini alıyorlar.
* * *
Korku dağları sarmış durumda. Depremle birlikte artan tepkilerden öylesine korktular ki, deprem parasını soranlara “bununla uğraşacak zamanımız yok” diyen Erdoğan, birkaç gün sonra demagojik de olsa açıklama yapmak zorunda kaldı.
Resmi enflasyonun bile altında bir ücret artışı öneren metal patronları, yüzbinlerce işçinin eylemleri karşısında geri adım attılar. Faşist Türk Metal sendikası bile işçilerin öfkesini bastırmak için grev kararı aldı. Yıllık yüzde 20’nin üzerinde bir ücret artışıyla TİS’i imzaladı. Birleşik Metal ise, 5 Şubat’ta greve çıkacaklarını açıkladı.
Baskı ve şiddeti ne kadar artırırsa arttırsınlar, açlık ve işsizlik tehdidi altında ve ölümle burun buruna yaşayan işçi ve emekçilerin isyanını durduramayacaklar. Sadece yeraltındaki faylar değil, yerüstündeki toplumsal faylar da kırıldı. Halk bu şekilde yaşamak istemiyor ve bunu çeşitli tepkileriyle ortaya koyuyor.
150 yıl önce yazılan enternasyonal marşını bir kez daha haykıralım: “Yıkalım bu köhne düzeni / Biz başka alem isteriz / Bizi hiçe sayanlar bilsin / Bundan sonra her şey biziz!…”