Koronavirüs “Allah’ın bir lütfu”mudur?

Salgın koşulları milyonlarca insanın hayatını tehdit ederken, salgın fırsatçıları da harekete geçmiş durumda. İnsanların can korkusundan faydalanarak kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan kesimler var.

En başta fahiş fiyatlarla maske, kolonya, dezenfektan, makarna satanlar geliyor elbette. Salgının Türkiye’ye de geleceği belli olduğu halde yeterince sağlık ekipmanı ve koruyucu malzeme üretmek için harekete geçmeyen devlet, bu fırsatçılara zemin hazırlamış oldu. İnsanların korkularını sömürerek kendilerine fayda sağlamaya çalışan maske-kolonya dolandırıcıları, bu zeminden faydalandılar. Ancak salgının yarattığı ortamdan faydalanmaya çalışan sadece onlar değildi.

 

AKP’nin salgın fırsatçılığı

15 Temmuz ABD darbesini bir fırsat olarak gören ve bunu da “Allah’ın bir lütfu” olarak tanımlayan Erdoğan ve AKP, şimdi de salgını “Allah’ın lütfu” olarak görüyor. Zaten salgınla ilgili yaptıkları ilk toplantıda Erdoğan, “salgını fırsata çevirebiliriz” dedi. Bugüne kadar kitlelerin tepkilerine çarpan çok önemli konuları, salgın ortamından yararlanarak hayata geçirmeye çalışıyorlar.

Kanal İstanbul konusu bunlardan biridir. Ülkemizde salgının giderek şiddetlenmekte olduğu, onlarca insanın salgın nedeniyle hayatını kaybettiği bir dönemde, 26 Mart günü Kanal İstanbul için ilk ihale gerçekleştirildi. Salgın koşullarıyla uyumlu bir biçimde maskelerini takmış, “güvenli mesafede” oturan kişilerin katıldığı ihalede, Kanal İstanbul’un iki köprüsü için pazarlık yürütüldü.

Bir başka “fırsat”, eğitim alanında ortaya çıktı. Okulların tatil edilmesinin ardından, uzaktan eğitim programı başlatıldı. Açılış konuşmasını türbanlı bir öğretmenin yaptığı, teneffüs aralarında ilahilerin okutulduğu bir program hazırlanmıştı. Derslerde asılarak idam, kafa kesilmesi, sırtından bıçaklama sahneleri çizgifilm canlandırmasıyla, 10’lu yaşların başındaki çocuklara anlatılıyordu. Okullarda tarikat eğitimini kurumsallaştırmak için arayıp da bulamadıkları fırsat, salgın koşullarında oluşturuldu. Üstelik tek merkezden, tüm çocuklara bir anda ulaşacak şekilde.

Burada Milli Eğitim Bakanı’nın tutumu da ayrıca çarpıcıdır. Kendisi de özel okul sahibi olan bu bakan, tepkiler çok fazla yükselince, hazırlanan programları kendisinin görmediğini itiraf etti. Böylece ders anlatımlarının da tarikatlar tarafından hazırlanıp Milli Eğitim Bakanlığı’na verildiğini öğrenmiş olduk.

12 Eylül sonrasında ilk defa sendikal faaliyetlerin durdurulmasının gerekçesi de salgın oldu. Böyle bir karara sadece 12 Eylül cuntası cesaret edebilmişti. Bir de şimdi AKP hükümeti… Aile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 26 Mart günü yayınladığı genelge ile, işçilerin sendikalaşmasının, patronla toplu sözleşme pazarlığı yapmasının ve grev hakkının kullanılmasını “geçici süreyle” durdurdu. Genelgeye göre, birincisi işçiler bir işyerinde örgütlenip çoğunluğu sağladıklarında, bakanlığa yaptıkları yetki başvurusuna cevap verilmeyecek; yani sendika işyerinde işçileri temsil etme hakkına yasal olarak sahip olamayacak. İkincisi, toplu sözleşme görüşmeleri devam eden işyerlerinde işçiler patronların dayatmalarına razı olmaya zorlanacak, bu kabul edilmezse, sözleşme süreci durdurulacak, uyuşmazlık sonrası yapılması gereken arabulucu atamaları da yapılmayacak. Üçüncüsü, toplu sözleşmede uyuşmazlık sonrasında oluşan grev hakkı kullanılamayacak, işçiler grev kararı alamayacak.

Bu genelge ile, işçiler en temel haklarından yoksun bırakıldılar. İşin acı tarafı, bu kadar önemli bir karar salgının gürültüsü içinde kayboldu gitti; sendikalar da bu konuda somut bir karşı koyuş göstermediler.

İşçilerin sesini bu kadar kısmaya çalışan, örgütlülüklerini etkisizleştiren hükümet, patronları korumak için de peşpeşe hamleler yapmayı sürdürdü. Salgına karşı açıklanan tek önlem paketinin en önemli maddesi müteahhitleri kurtarmaktı. On yıldan fazla süredir AKP’den büyük destek alan müteahhitler, salgında da kaynaklarını artırmayı başardılar.

Bu arada işten çıkarmalar da peşpeşe geldi. 2019 yılında 1 milyona yakın insan ekonomik kriz nedeniyle işten çıkartılmıştı. Salgın sürecinde işten çıkartılacak insan sayısının 1,5 milyonu geçmesi bekleniyor. Onbinlerce işçi ve emekçi, salgının daha ilk haftasında işten çıkartıldı bile.

HDP’li belediyeler  de salgın günlerinde kayyum saldırısının hedefi oldu. 23 Mart günü, Batman, Diyarbakır’ın Ergani, Eğil, Lice, Silvan ilçeleri, Bitlis’in Güroymak, Iğdır’ın Halfeli ve Siirt’in Gökçebağ belediye başkanları İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı ve yerlerine kayyum atandı. Son atamalarla birlikte, HDP’nin seçimlerde kazandığı 65 belediyenin 40’ına kayyum atanmış oldu. Ardından Adana-Ceyhan’da CHP’li belediye başkanı, “sabıkalı” olduğu gerekçesiyle görevden alındı. Oysa sözkonusu olay yıllar önce yaşanmıştı ve başkanı adayı olmasına, ardından mazbatasını almasına izin verilmiş, herhangi bir sakınca görülmemişti.

Devletin her zaman başını ağrıtmış olan cezaevleri konusu da, salgın bahanesiyle el atılan konulardan birisi oldu. “Sosyal yalıtım” bahanesiyle, tüm cezaevlerinde fiili “görüş yasağı” uygulanmaya başlandı. Ne aile ne de avukat görüşü yapamayan siyasi tutsaklar başta olmak üzere, cezaevleri genelinde ağır bir baskı ve tecrit politikasının önü açılmış oldu.

Diğer taraftan bugün Türkiye genelinde 355 cezaevinde, kapasite 220 bin olmasına rağmen 282 bin tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Bu hesaba göre, 62 bin kişi merdiven kenarında, tuvalet önünde yatmaya, yatak için birbiriyle kavga etmeye zorlanıyor. İnsanlıkdışı koşullarda bir hayat dayatılıyor tutuklu ve hükümlülere. Üstelik cezaevlerindeki toplu olarak birarada yaşama ortamı, salgından korunmayı imkansız hale getiriyor; salgından en çok etkilenecek kesimlerden birini de cezaevleri oluşturuyor.

Buna da bir “çare” buldu AKP hükümeti. Yeni bir “infaz düzenlemesi” paketi hazırlandı. Bu paket ile AKP tecavüzcülere, MHP ise uyuşturucu tacirlerine “af” getirmeyi planlıyor. “Cumhurbaşkanına hakaret”ten binlerce kişi yargılanırken, AKP’yi bir biçimde eleştiren gazeteciler ve sanatçılar bile tutuklanıp hapse atılırken, Gezi direnişi ve 1 Mayıs gibi kitle eylemlerine katıldığı için binlerce kişi mahkemelik olurken, devrimci tutsaklar en ağır cezalara çarptırılırken, tecavüzcüler ve uyuşturucu tacirleri “af”fediliyor bu paket ile. Salgın koşulları burada da bir fırsata çevriliyor devlet tarafından.

* * *

Yetkililer dört bir ağızdan salgının ne kadar tehlikeli olduğunu, kitlelerin sokağa çıkmaması, biraraya gelmemesi gerektiğini vaazedip duruyor. Öyle ya, kitleler sokaklardan çekildiğinde, ekonomik krizi, işsizliği, siyasi baskıları konuşmayı bırakıp sadece salgına odaklandığında, ülkeyi yönetmek çok kolay(!)

Bu arada, yapılan bir çok şey, hükümetin gerçek kimliğini de ortaya koymaya devam ediyor. Salgın olmasına rağmen umreye kafile göndermeye devam ediliyor; umreden dönerken hasta olan varsa belli olmasın diye uçakta “parasetamol” ilaç dağıtılıyor (ateşi düşürmek için), yurtdışından dönenler için karantina kararı alınmasına rağmen umreden dönenlerin büyük çoğunluğu “evde kendini karantinaya al” denilerek eve gönderiliyor. Türkiye’de salgından ilk ölüm kayda geçtikten sonra bütün etkinlikler-toplantılar iptal edilmesine rağmen Cuma namazı iptal edilmiyor; tepkiler üzerine Cuma namazını iptal ettikten sonra da Saray’da “seçilmişler”le birlikte Cuma namazı kılınıyor; salgına karşı “en etkili” önlem olarak her akşam camilerden ilahiler okunuyor…

AKP hükümetinin tüm bu adımları, olağan koşullarda büyük tepkilere ya da direnişlere yol açardı. Bugün ise, tepkiler salgının gölgesi altında kalıyor. Bu yanıyla AKP hükümeti, salgını “Allah’ın bir lütfu”na çevirmeye başladı bile…

Ancak salgın kitlelerin zaten zor olan yaşam koşullarını daha da katlanılmaz hale getiriyor; ekonomik yoksunluklar arttıkça, bir süre sonra buna karşı tepkiler yükselecektir. Salgın karşısında devletin çözüm üretmeyen, patronları ve tarikatları koruyan tutumu, kitlelerin öfkesini büyütmektedir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …