Polis şiddeti böylesine yükselirken…

Sokağa çıkma yasakları polis şiddeti haberleri ile birlikte geliyor. Sokak yasağının olduğu her gün, bir başka polis saldırısı haberlerde gündem oluyor.

İstanbul Eyüp’te ekmek almak için fırına giden bir genç, üç bekçinin saldırısına uğradı; kaburgaları kırıldı ve ters kelepçeyle gözaltına alındı.

Kadıköy’de motosikletli bir kurye, polis tarafından durduruldu ve hakarete uğradı. Çorlu’da evinin bahçesinde oturan bir adam, polislerin eve girmesini söylemesi üzerine tartışmaya başladı.

3 polis otosu daha gelerek, kendi evinin bahçesinde duran adamı döverek gözaltına almaya çalıştılar. Bu sırada görüntüleri kaydeden birisini farkeden polisler, onun da evine saldırdılar, binanın kapısını kırdılar.

Zeytinburnu ve Edirne’de çocuklar, Sultan-gazi’de bir genç, oturduğu sitenin bahçesinde yürüyen bir adam… liste uzadıkça uzuyor.

Adana’da Suriyeli Ali El Hemdan’ın polis tarafından açıkça öldürülmesi gibi örnekler de bu listenin en başında yer alıyor.

Polis saldırıları ne bir kentle, ne de bazı polislerle sınırlı… Ülkenin dört bir yanında, kadın-çocuk, genç-yaşlı demeden insanlar polis-bekçi saldırısına maruz kalıyor, darpediliyor, gözaltına alınıyor, en hafifinden 3 bin liradan başlayan  para cezaları ile karşı karşıya kalıyor.

Rakamlar bu gerçeği daha açık biçimde ortaya koyuyor. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 2018 yılında 14 bin 575, 2019 yılında 15 bin 949 emniyet mensubu için, suça karışmaları nedeniyle disiplin işlemi uygulandı. 2020’nin ilk aylarında bu rakam 4 bin 58’e tırmanmıştı bile.

Bu, 2018 yılında günde ortalama 40 kişinin polis saldırısına maruz kaldığını, 2019 yılında bunun günlük ortalama 44 kişiye çıktığını gösteriyor. Üstelik bu rakamlar, sadece medyaya yansıyan, yargıya taşınan ve polisin suçlu olduğunun açıkça kayıtlara geçtiği olayları ifade ediyor. Polis şiddeti gördüğü halde yargıya başvurmayan, yargı süreci başlatılsa bile polisin ceza almadığı olaylar bu rakamlara dahil değil. Kaldı ki pek çok insanın bilinç geriliği ya da sonrasında olacaklardan duyduğu korku nedeniyle, başına gelenleri sineye çekip evine döndüğü de biliniyor. Yani gerçek rakamlar, bunların en az iki-üç katı olmalı diye tahmin yürütebiliriz.

Ve devletin sorunu küçültme, gerekçelendirme çabalarına rağmen, polis şiddetinin hiç de “münferit” olmadığı ortada.

 

FETÖ sonrası polis teşkilatı

Bu türden polis şiddeti haberleri, geçmişte devlet tarafından “münferit” diyerek geçiştirilirdi. Özellikle gözaltındaki işkence ve ölüm olaylarında, “kafasını duvara vurdu”, “pencereden atladı”, “bizi suçlamak için kendisine zarar verdi” vb. söylemleri fazlasıyla duyardık.

Bugün cep telefonlarının yaygınlığı ve yapılan çekimleri hemen internete koyma olanağı, polisin elindeki bu demagojik argümanları sınırlandırdı ve polis saldırılarının hiç de “münferit” olmadığını kanıtlamaya başladı. Bu durumda devlet, polisi savunmak için yeni argümanlar geliştirmeye yöneldi.

Bu dönemin en kolay “suçlu”su, yine FETÖ oldu. Birtakım eski emniyet yetkilileri, basına verdikleri demeçlerde, emniyet içindeki FETÖ yapılanmasını suçlu göstermeye çalışıyorlar. Kimisi, emniyette halen varlığını sürdüren “kripto FETÖ’cüler”i suçluyor, emniyeti kötü göstermek için bilinçli provokasyonlar olduğunu ileri sürüyor. Kimisi, FETÖ sonrasında emniyetin kendisini toparlayamadığını anlatıyor. Eğitim ve sınav sisteminin değişmesi, sorunun asıl kaynağı olarak gösteriliyor vb…

17-25 Aralık sonrasında emniyette önemli değişimler yaşandığı doğru elbette. 17-25 Aralık öncesinde emniyetin “amir” ve “memur” kaynağı olan eğitim kurumları sözkonusuydu. Amir olmak için Polis Koleji’ni, ardından Polis Akademisi’ni; memur olmak için de lise sonrasında polis meslek okullarında iki yıllık eğitimi bitirmek gerekiyordu. 17-25 Aralık’ta polis teşkilatının kendisi için ne kadar büyük bir tehdide dönüştüğünü gören Erdoğan, Polis Koleji ve Polis Akademisi’ni kapattı, 2015’ten itibaren herhangi bir üniversite mezunu, polislik sınavının ardından 9 aylık eğitim sonucunda polis (amir ya da memur) olma hakkı kazandı. Yanısıra, 15 Temmuz sonrasında emniyet içindeki tasfiyelerin oluşturduğu boşluğu doldurmak için, bir defadaki mezun sayısı artırıldı. Öncesinde devreler 750 kişilik iken, yeni sistemde ortalama 2 bin 500 kişi bir defada mezun olup göreve başlama hakkı kazandı. FETÖ soruşturmalarından 40 bin polis ihraç edilirken, yerlerine 70 bin polis alındı.

Polis saldırılarına meşruiyet kazandırmak isteyenler, bu tablonun ardından şu yorumları yapıyorlar: Yetersiz eğitim verildi, üniforma aidiyeti oluşmadı, üniversite mezunu olmakta eşit olanlar meslekte ‘amir-memur’ olarak ayrıştılar ancak hiyerarşik sistem oluşturulamadı, üniversite mezunu işsizler için polislik ‘işsiz kalmama’ seçeneği oldu. Yanısıra salgın koşullarında polisin görev tanımına girmeyen görevler (kontrol noktalarında insanların ateşini ölçmekten evlere market alışverişi yapmaya kadar) yüklenerek aşırı iş yoğunluğu oluştu, vb…

 

Polis “devlet”tir

Eğer polis şiddeti yeni ya da dönemsel bir durum olsaydı, bütün bu gerekçelerin doğruluğu-yanlışlığı üzerine konuşulabilirdi. Keza polislerin eğitim-yaşam-çalışma koşullarındaki bozulmalar bir etken olsaydı, salgın koşullarında polisler kadar, belki de daha yoğun çalışan, eğitimlerinin kalitesi ve yaşam düzeyleri son yıllarda giderek kötüleşen sağlıkçıların da halka şiddet uygulaması “hakkı” olurdu.

Gerçekte polis saldırganlığı bugünle ilgili bir durum değildir; daha yapısal, daha özsel bir sorun sözkonusudur.

En başta, polisin görevi “vatandaşı” değil, “devleti” korumaktır. Polisin ve bütün kolluk kuvvetlerinin asli görevi ve hatta varlık nedeni budur. Bu nedenle “işkence”, sömürücü toplumların tarihi kadar eskidir ve sömürücü devletler varolduğu sürece devam edecektir. Kendisini en “demokrat” göstermeye çalışan kapitalist-sömürücü devletler de bundan muaf değildir.

Polisin bağlılığı da, aidiyeti de devletedir. Egemen sınıflar, polisin kitlelerin “hizmetinde” olduğunu iddia ederek gerçek misyonunu gizlemeye çalışırlar. Korona günlerinde polise poğaça siparişi veren yaşlı adamın bütün televizyon kanallarında yer alması, tam da bu demagojiyi beslemek için abartılmıştır.

Gerçekte ise polis kitlelerin “hizmetinde” değil, “üzerinde” ve karşısındadır. Onlar “devlet”i temsil ederler ve kitleye “devlet” olarak hitap ederler. Dünyanın her tarafında kolluk güçlerine verilen eğitim ve bilinç budur. Bu nedenle polis, “kendisine karşı çıkan vatandaş” karşısında bu kadar çok öfkelenmektedir. Polis “kimlik göster” diyorsa gösterilecek, “evine gir” diyorsa girilecek, tıpkı Kadıköy’deki kuryeye bağırarak hatırlattığı gibi, karşısında süklüm püklüm duran birine bile, canı istiyorsa hakaret edebilecek!

Polis “devlet”tir! Karşısındaki insanın ne kadar haklı, ne kadar mağdur, ne kadar zor durumda olduğunun bir anlamı yoktur! Önce polisin “emirleri”ni uygulayacak, ona “itaat” edecek, böylece “müesses nizam” yerine oturacak; ondan sonra kişinin haklılığı, mağduriyeti ya da sorunu gündeme gelecektir! İster Gezi Ayaklanması gibi son derece meşru bir toplumsal olay olsun, ister erkek şiddetine maruz kalmış bir kadın, isterse kimlik sorulmasının hukuksuzluğunu ifade eden herhangi bir kişi…

Polisin şiddet kullanmadaki pervasızlığının gerçek nedeni budur. Eğer bugün polisin “eğitim eksikliği”nden bahsediliyorsa, saldırganlığını gizleme, örtbas etme konusunda bir “eğitim eksikliği”nden sözedilebilir ancak, başka bir şeyden değil.

 

Yaşamlarımızı kontrol hakkı

Kolluk kuvvetlerinin genel tutumu ve yaklaşımı bu olmakla birlikte, son yıllarda genel bir artış olduğu da tartışmasız bir gerçektir. Bunda AKP’nin dinci-gerici, tarikatçı yaklaşımının büyük bir etkisi vardır. Keza son dönemde AKP yönetimine ve Erdoğan’a dönük tepkilerin artmış olması, devleti fazlasıyla ürkütmektedir. Bu durumda, “kontrolü yeniden sağlamak” için uygulanan şiddetin dozu da artmaktadır.

Tarikatçı-şeriatçı yaklaşımda, “tekçilik” anlayışının mutlaklığı ile “insan”ın değersizliği biraradadır ve belirleyicidir. Bu ilişkide, hiyeyarşi temel önemdedir ve her yönetici, kendi alanında tek ve mutlak otoritedir. AKP’nin il başkanlarından okul müdürlerine kadar tarikatçı-şeriatçı her yöneticinin ruhuna, davranışlarına bu kültür sinmiştir. Bu kültürde, “üst”lerinin önünde kölece davranırken, kendi “yönetme alanı”ndaki insanlar karşısında “kadiri mutlak” bir tutum alması, “ast”larını tokatlamak, hakaret etmek dahil her tür çirkin-insanlıkdışı davranışı “hak” olarak görmesi meşrudur. Genel olarak sınıflı toplumlardaki bu “üst”-“alt” ilişkisi, gerici-faşist devletlerde daha pervasız ve yaygın bir hal almaktadır.

Herhangi bir polis memuru da, kendini kitlelerin üstünde görür ve onlara her şeyi yapma hakkına sahip olduğunu düşünür. Aldığı eğitim de böyledir zaten.

Bu genel tabloyu güçlendiren unsur, gerek koronavirüs salgını, gerekse ekonomik kriz nedeniyle, devletin kitleler üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başlamasıyla derinleşmiştir. AKP kitlesinde bile, koronavirüs salgını koşullarında hoşnutsuzluk birikmektedir. Salgın koşullarının sağlık yönüyle doğru yönetilmediğini, en geri bilinçli insanlar bile içgüdüsel olarak farketmektedirler.

Sokağa çıkma yasakları, bu yanlış yönetimin ifrada vardığı noktadır. İlk yasağın geç ilan edilmesi; sokağa çıkma yasaklarına rağmen fabrikaların çalışmaya devam etmesi; “evde kal” denmesine rağmen işçilere virüs bulaşmayacakmış gibi davranılması; 65 yaş üstündekilerin, yaşadıkları bütün fiziksel ve ruhsal sorunlara rağmen “vebalı” gibi aylardır eve kapatılması; yasak günlerinde zenginlerin istedikleri izinleri alabilmesine rağmen kitlelerin yaşam alanlarının daraltılması, 31 Mayıs günü salgın tehdidi nedeniyle sokağa çıkma yasağı varken 1 Haziran günü bir anda hayatın normale döndürülmesi… Saymakla bitmeyecek kadar çok sorunlarla geliyor yasaklar. Üstelik de bu yasakların göstermelik olduğu, salgının önlenmesinde hiçbir anlam taşımadığı görülüyor, anlaşılıyor.

Salgın korkusunun bunalttığı hayatlar, ekonomik kriz ile daha da dayanılmaz hale geldi. Salgın döneminde giderek artan bir kesim, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.

Bu iki unsur, AKP’nin arkasındaki desteği azaltan bir etki yaratıyor. Ve AKP yönetimi, ellerinden kaymakta olan ipleri yeniden tutabilmek için, tek çare olarak baskı ve şiddeti artırma yolunu seçiyor.

Sokağa çıkma yasaklarının sürdürülmesinin asıl nedeni, bu baskı ortamının korunmasıdır. Evlerine “tıkılmış” insanlar, devlet için “zarar” oluşturamaz! Elinden gelse sadece hafta sonları değil, sürekli olarak kitleleri eve kapatmak ister. Herkes evinde olsa, ne sınıf mücadelesi, ne direniş, ne muhalefet… Ne çare ki, eve kapatılan kitleler üretim de yapamaz, vergi de ödeyemez! Bu da kapitalist sömürücü sistemin handikapıdır. Sonuç olarak AKP, salgın gerektirdiği için değil, işine geldiği biçimde sokağa çıkma yasaklarını uygulamaya devam edecektir.

Kitlelerin “bilinçleri” üzerindeki kontrolü kaybettikçe, “hayatları” üzerindeki kontrolü artırarak durumu dengelemeye çalışıyorlar. Kendi evinin bahçesinde duran bir insanı eve sokmak için uygulanan şiddet, salgına karşı o insanın “hayatını koruma” niyetini değil, “hayatını kontrol etme” amacını gösterir. Yasak günlerinde ekmek almak için dışarı çıkan kişiye ceza yazan polisin tutumunun “salgın” ile bir ilgisi yoktur; orada sadece bir “otoritesini kanıtlama” ve karşısındakini bu otoriteye tabi kılma çabası vardır.

Bir de buna, devlete “gelir yaratma” çabasını da eklemek gerekir. Her sokağa çıkma yasağında, onbinlerce kişiye 3 bin liranın üzerinde kesilen cezalar, toplamda büyük bir meblağ tutmakta, bu da boşalan devlet kasasını doldurmaya hizmet etmektedir.

 

Polis şiddetinin çaresi

direnmektir

Polisin saldırganlığını ve işkenceyi azaltacak-durduracak tek unsur direniştir. Polisin eğitim, moral, maddi düzeyinin yükseltilmesi, iş koşullarının düzeltilmesi gibi müdahaleler, işkenceyi azaltmaz. Tersini savunmak, “münferit” açıklamasını pekiştirmektir; polisin sınıfsal misyonunu gözardı etmektir.

Sadece ve sadece direnişin gücüdür bu tür olayların azalmasını sağlayan. Daha “demokratik” görünen ülkelerde (ya da dönemlerde), gerçekten önemli direnişler yaşanmış demektir. Ve egemen sınıflar, kitlelerin öfkesinden çekindikleri için artık daha gizli, daha örtük biçimlere geçmek zorunda kalmışlardır. Tıpkı ABD’nin, işkenceyi sömürge-bağımlı ülkelerdeki gizli yuvalarında-üslerinde (Guantanamo örneği) yapmaları gibi…

Son günlerde, polis şiddeti karşısında kitlelerin tepkilerinin artıyor olması önemlidir. Özellikle sokağa çıkma yasakları günlerindeki polis şiddeti, kitlesel karşı koyuşa çarpmaktadır. Yoldaki gençleri gözaltına almaya çalışan polise halkın balkonlardan bağırıp çağırması, yanına giderek gözaltını engellemeye çalışması olaylarında bir artış vardır.

İşçi ve emekçilerin ağır ekonomik ve sağlık koşulları altında bir de polis şiddeti ile karşı karşıya kalması, çok daha bunaltıcı bir hal almıştır artık. Ve polise karşı direnen, birisini gözaltına almasını engellemeye çalışan tutumlar, kitlelerin öfkesinin ne kadar büyüdüğünü ve bunu ifade etmeye başladığını göstermektedir. Tam da Gezi Ayaklanması’nın yıldönümünde, kitle öfkesinin bu yükselişi, gaspedilen hakları kazanmanın tek yoludur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …