ABD’de bir siyahın ırkçı polisler tarafından öldürülmesi büyük kitle protestoları başlattı.
İsimler değişiyor ama olayın vahşeti değişmiyor. Bu defa George Floyd’du adı. 25 Mayıs günü polis, 46 yaşındaki Floyd’u gözaltına aldı, ters kelepçe taktı ve yere yatırdı. Derek Chauvin adlı katil polis, yerde ve savunmasız halde olan Floyd’un boğazına diziyle bastırdı. Öylesine acımasızca bastırıyordu ki dizini, Floyd “nefes alamıyorum” diye inliyordu; nefesi kesilmek üzereyken “beni öldürmeyin” dedi. Katil polis Chauvin, Floyd’un boğazına diziyle dakikalarca bastırdı; ta ki Floyd’un artık sesi çıkamaz hale gelinceye kadar. Üstelik son derece olağan, sıradan bir biçimde, her gün yaptığı bir işi yapar gibi…
Irkçı saldırıya karşı birlikte direniş
Türkiye’de yandaş haber kanalları, George Floyd’un ölümünün arkasından “siyahlar”ın sokaklara döküldüğünü söyledi. Oysa hem siyahlar hem de beyazlar döküldü sokaklara. Floyd, her kesimden işçi ve emekçileri birleştirmeyi başarmıştı: Siyahlar, beyazlar, Asyalılar, Güney Amerikalılar, Yahudiler, Müslümanlar… hep birlikte sokaklarda gösteriler yapıyor, polise karşı direniyorlar. Polis saldırılarında kiliseler gaz bombalarından kaçanların sığınma alanlarından birisine dönüştü. Gösterilerin başladığı günlerde, otobüs şoförleri polisleri ve polisin gözaltına alıp karakola götürmek istediği eylemcileri taşımayı reddetti.
Polisin ırkçı saldırısı, kitlelerin kolektif eylemi ile protesto edildi. Önce olayın yaşandığı Minnesota eyaletinin Minneapolis kentinde; ardından ABD’nin genelinde… New York’tan Los Angeles’a kadar pek çok kentte eylemler gerçekleştirildi. Günler ilerledikçe ABD’nin neredeyse tamamını kuşattı eylemler. Ve ardından Avrupa’ya sıçradı; Berlin, Londra, Amsterdam, Paris’te, onbinlerce kişinin katıldığı protesto gösterileri gerçekleştirildi. Ülkeler farklıydı ama polis şiddeti de, ırkçı-faşist saldırganlık da her kentte, her ülkede aynıydı.
Eylemlerde binalar ateşe verildi, sokaklar, meydanlar, köprüler kuşatıldı, AVM’ler, bankalar basıldı, karakollar kuşatıldı, bazıları ateşe verildi. Polisin biber gazlı saldırısına ve sokağa çıkma yasaklarına rağmen direniş büyüdü. Bu eylemler sırasında, polisin açtığı ateş sonucunda bir kişi daha yaşamını yitirdi. Eylemlerde 1500’e yakın kişi tutuklandı, yaralıların sayısı ise sürekli artıyor.
Başkentte yapılan eylem ise devleti fazlasıyla korkuttu. Beyaz Saray’a yürümek isteyen kitle, polis bariyerlerini aşınca, kitleyi durdurmak isteyen polis pervasızca saldırdı, gaz bombaları kullandı, yaygın biçimde gözaltına aldı. Protestocuların Beyaz Saray’a girmesi ihtimali öylesine güçlüydü ki, Trump’u binanın gizli sığınağına götürmek zorunda kaldılar. Bu arada, başkanı korumakla görevli Gizli Servis, takviye kuvvet talebinde bulundu. Ve Trump, eğer Beyaz Saray’a girerlerse, “göstericileri vahşi köpeklerin ve en berbat silahların beklediğini” söyledi.
Olaylar büyüyüp yaygınlaştıkça, önce Minneapolis’te, ardından 16 eyaletin 25 kentinde daha sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Ayrıca İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bugüne ilk defa asker sokağa indi; Ulusal Muhafız Birlikleri 9 eyalette konuşlandırıldı. Sadece Minnesota’da 10 bin kişilik Ulusal Muhafız Birliği eylemlere müdahale ile görevlendirildi.
Ku Klux Klan’lar bitmiyor
Ağustos 1619’da, Afrikalıların köle olarak ABD’ye getirilmesinin ardından, 250 yılı aşkın bir süre boyunca siyahlar ABD’de en ağır koşullarda, herhangi bir haktan yoksun biçimde, “sahip”lerinin her türlü işkencesine, öldürmesine katlanarak köle olarak çalıştırıldılar.
Amerikan İç Savaşı sonrasında bazı haklar elde etmeye başladılar. Bu durumu kabullenmeyen ırkçı beyazlar, 1865’te Ku Klux Klan (KKK) adında siyah düşmanı bir örgüt kurdu. Bu ırkçı örgütün, yüzlerini gizleyen katilleri, siyahlara dönük çok ciddi saldırılar gerçekleştirdi, okulları, kiliseleri yaktı, sayısız siyahı vahşi yöntemlerle katletti. Devlet tarafından korunmanın da rahatlığıyla, pervasız biçimde varlıklarını sürdürdüler.
Amerikan halkı, Ku Klux Klan çetesine karşı çok büyük bir mücadele verdi ve yenilgiye uğrattı. Ancak ırkçı-faşist anlayış bir biçimde kendisini bugünlere kadar getirdi.
Obama’nın başkan seçilmesi, ABD’nin ırkçı olmadığının bir göstergesi olarak fazlasıyla büyütülmüştü. Ancak bir siyahın başkan olması, kitlelerin yaşadığı ırkçılığı yoketmiyor. Egemen sınıflar kitlelere bir “masal” anlatma aracı olarak zaman zaman bu tür yöntemleri kullanıyorlar. Böylece ezilen, baskı gören, dışlanan kesimlerin bile sistemden umudunu kesmesini önlemek, “sen de başarabilirsin” hayalini-umudunu canlı tutmak istiyorlar. Ve sistem dışı arayışlara yönelmesini engellemeye çalışıyorlar. Tıpkı Türkiye’de düzen partileri içinde Kürt milletvekillerinin olmasının Kürt sorununu çözmediği gibi; tıpkı Çiller’in bir kadın olarak başbakan görevine gelmesinin kadın sorununa çare olmadığı gibi…
Washington Post gazetesinin yaptığı araştırmaya göre, ABD’de polisler 2019’da 1014 kişiyi vurarak öldürdü. Ölenlerin dörtte üçü siyahtı.
ABD’de siyahlar genel olarak kendilerini güvende hissetmiyorlar. Polisle karşı karşıya kaldıklarında çoğunlukla direnmiyor olmalarına rağmen, ölüm riski altında bulunduklarını biliyorlar. Herhangi bir şeyi elde etmek, bir başarı kazanmak için, bir beyazdan çok daha fazla çalışmak zorundalar. Bugün daha hala, bir siyahın istediği mahallede ev alması, bir iş başvurusunda beyazlarla eşit koşullara sahip olması çok kolay değil.
Aslında verilen mücadele sonucunda siyahlar önemli yasal haklar elde etmiş durumdalar. Ancak siyahlara dönük sistematik ırkçılık, ABD’de bir yönetme tarzı olarak egemenlerin bilinçlerine-ruhlarına sinmiş durumda. Öyle ki, yasalar ne derse desin, siyahları öldürenler korunuyor. Katil polis hakkında herhangi bir kanıt yoksa zaten olay hemen örtbas ediliyor; örtbas edilemeyecek kadar açık kanıtlar sözkonusu ise, maaşı ve tüm hakları ile birlikte tatile gönderiliyor. ABD’de ölüme neden olan polislerin yüzde 99’u hiçbir ceza almıyor, hiçbir şey olmamış gibi görevine devam ediyorlar. Çok büyük kitle eylemleri olduğunda sadece, bazıları kısmi cezalara çarptırılıyor.
ABD’de geçmişten bugüne bunun sayısız örneği var. Mesela New York’ta 2014 yılında Eric Garner, polis tarafından gözaltına alınırken öldürülmüştü. Polisin boğazını sıkarak öldürdüğü Garner’ın da son sözleri “nefes alamıyorum” olmuştu. Garner için de yaygın protestolar gerçekleştirilmiş ve devlet tarafından korunan katil polis, tam 5 yıl sonra, 2019 yılında görevden alınmıştı. Üstelik işlediği cinayet yüzünden ceza almadı.
2012 yılında Florida’da Trayvon Martin adında 17 yaşında bir siyah çocuk, polis tarafından vurularak katledildi. Martin sadece akrabalarını ziyaret etmeye gidiyordu. Kitleler büyük protesto eylemleri gerçekleştirdiler. Vuran polis, mahkemede suçsuz bulundu.
2014 yılında Missouri eyaletinin Ferguson kasabasında Michael Brown adında 18 yaşında bir siyah genç, tartıştığı polis tarafından vurularak öldürüldü. Çok büyük kitle eylemleri yaşanmasına rağmen polis suçsuz bulundu.
Bugün Floyd’u katleden polis Chauvin de, daha önce yine öldürdüğü bir siyah nedeniyle tatile gönderilmiş, hakkında 18 defa resmi soruşturma açılmış ve hiç ceza almamış bir katildir. Ve bugün yine devlet korumasını, devletin kurumsal ırkçı-faşist desteğini arkasına almış durumda. Floyd için hazırlanan ilk otopsi raporunda, “boğulma nedeniyle ölmüş olduğu konusunda hiçbir olguya rastlanmadığı” yazılıydı mesela. ABD Başkanı Trump, gösteri yapan kitleler için “bu eşkiyalar” tanımını kullandı ve orduyu harekete geçirmekle tehdit etti. Onun bu tutumu, tepkiyi daha da büyüttü. Katil polis Chauvin’in evi göstericiler tarafından kuşatılınca, bu defa koruma amacıyla katili tutuklamak zorunda kaldılar. Ancak “3. derece cinayetten” soruşturma açılınca, öfke daha da büyüdü, eylemler yaygınlaştı.
Bu arada yine devletin gerçek tutumunu ortaya koyan bir başka olay yaşandı. Protesto eyleminin haberini yapan CNN muhabirleri canlı yayında gözaltına alındı. Üstelik muhabirler serbest bırakılırken, siyah olan CNN muhabiri daha geç bırakıldı. Irkçılığa karşı eylemlerin haberini yapan muhabir de ırkçılık saldırısına maruz kalmıştı.
Floyd için yapılan eylemlerde öfke dinmiyor. Devletin böylesine açık bir cinayette bile polisi koruması; kitlelerin tepkisinin bu kadar meşru olduğu bir ortamda bile polis saldırılarının gerçekleştirilmesi, öfkeyi büyütüyor.
Devlet direnişi karalamak için çeşitli demagojiler üretiyor; eylemlerin içine provokatörler gönderiyor; eylem içinde öne çıkan “Antifa” adlı grubu hedefe çakarak eylemi zayıflatmak istiyor. Ama bütün bunlara rağmen, direniş büyüyor, yaygınlaşıyor, uluslararası destek eylemlerini de tetikliyor.
Bir yanda ekonomik kriz, diğer yanda salgın
Polis tarafından katledilen siyahların tamamına yakını silahsız-savunmasız ve suçsuz. Bu durum, öfkenin büyümesinde önemli bir etken. Ancak bugüne kadar hiçbir protesto bu kadar yaygın olmamıştı ve beyaz ABD’lilerin katılımı bu düzeye ulaşmamıştı.
Bugün kitlelerin böylesine büyük bir öfke içinde olmasının nedeni, bir taraftan çok ciddi bir ekonomik kriz yaşanırken, diğer yandan koronavirüs salgını koşullarında hem ölüm tehdidinin hem de kriz nedeniyle açlık korkusunun çok büyümüş olması.
ABD, Covid-19 salgınından en fazla etkilenen ülkelerden birisi. Vaka sayısı 2 milyona yaklaşmış durumda. Ölüm sayısı ise 140 bini geride bıraktı. Bu rakam, ABD’nin Vietnam ve Kore savaşlarında ölen toplam asker sayısından fazla. Yani ABD, tarihinin en büyük kayıplarını çok kısa bir kesitte veriyor. Cenazeler parklara gömülüyor ya da tırların içinde bekletiliyor.
Bu kadar devasa ölüm rakamlarına ulaşılmasının bir nedeni, ABD yönetiminin salgın karşısında gereken önlemleri almamış olmasıdır. Bazen salgının suçlusu olarak Çin hedefe çakılıyor ve devlet kendi yükümlülüklerini unutturmaya çalışıyor; bazen salgının gerçek olmadığı, Demokrat Parti tarafından Trump’u indirmek için uydurulmuş bir tuzak olduğu türü saçma görüşler ortaya atılıyor. Otomatik silahlı korumalarla sokağa inen Trump taraftarı faşist-ırkçı güruhlar, salgın önlemleri ve karantina karşıtı gösteriler yapıyorlar. Ve hepsi, dünyadaki diğer faşist yöneticilerin vardığı tek bir noktaya varıyor: Fabrikalar çalışmalı, ekonominin çarkları dönmeli! “Ölen ölsün, kalan sağlar çalışsın!” Bu pervasız sömürü çarkı, devletin salgın karşısında hayırhah bir tutum almasını getiriyor ve ölümlerin devasa rakamlara ulaşması kaçınılmaz hale geliyor.
Diğer taraftan Amerikan sağlık sistemi, onun vahşi yüzünü ortaya sermiş durumda. ABD’de 27,5 milyon insan, sağlık güvencesinden hiçbir biçimde yararlanamıyor, bu nedenle de basit-temel tedavileri bile alamıyor. Ve nüfusun önemli bir bölümü, düzgün bir tedavi olanağına sahip değil. İnsanlar salt sağlığa erişemedikleri için, kendi kendilerine ölüveriyorlar. Gencecik insanların hastane kapılarında-tedavi edilmeden öldükleri yönündeki haberler yayınlanıyor her gün. En temel insan hakkı olan sağlık hakkından yoksunlar çünkü. Durum öylesine çarpıcı ki, sağlık çalışanlarının bile 1 milyonunun sağlık sigortası yok.
Siyahlar, sağlık sistemi konusunda kötünün de kötüsü bir tablo yaşıyorlar. Sağlık sistemine daha az ve daha düşük kalitede ulaşabiliyorlar, kuşaklar boyunca sağlık sisteminin dışında kaldıkları için kronik hastalıklara daha fazla yatkınlar, salgın sırasında en ağır işlerde (kargo, evlere servis vb) ve en korunmasız koşullarda (maske taktıklarında polis şiddetine maruz kalacaklarını düşünüyorlar) çalışıyorlar. Bu nedenle ABD nüfusunun yüzde 21’i siyah olmasına rağmen, koronavirüsten ölümlerin yüzde 60’ını siyahlar oluşturuyor.
Bu ağır tablo, salgın koşullarında daha da derinleşen ekonomik kriz nedeniyle, kitleler için iyice ağırlaşıyor. ABD’de son iki ayda, işsizlik maaşı başvurusu yapanların sayısı 30 milyonu geçti. Üstelik ABD’de patronlar işsizlik maaşı alanların çalışmaya karşı isteksizleştiğini ileri sürdükleri için, işsizlik maaşı hem çok düşük tutuluyor, hem de dar bir kesime veriliyor. Buna rağmen başvurunun 30 milyonu aşması, oldukça ürkütücü bir durum. Bugün ABD’de her 4 kişiden biri işsiz. Los Angeles başta olmak üzere, aç insanların parasız yemek için oluşturdukları kuyruklar kilometrelerce uzuyor. Uzmanlar 130 bin kişinin açlıktan ölebileceğini söylüyorlar. Ve 1929’daki “Büyük Buhran”dan bu yana, ABD ilk defa bu kadar ağır bir ekonomik kriz ile karşı karşıya…
Üstelik salgın nedeniyle birçok işyerinin kapanmasıyla yüzbinlerce yeni işsizin daha bu kervana katılacağı düşünülüyor. Uçak şirketleri ve birçok önemli fabrika, kayda değer işçi çıkarmalara hazırlandığını duyurdular bile. Keza evsizlerin sayısında büyük bir artış var. Kira ödeyemeyenler ya da borçları nedeniyle evlerini kaybedenler, sokakta yaşamaya mahkum durumda.
“Nefes alamıyoruz”
ABD’de siyahlara karşı ırkçı şiddet, hem bir devlet politikası, hem de halk içinde ırkçı-faşist bir kesim varlığını sürdürüyor. Ve polisin uyguladığı ırkçı şiddet öylesine açık ki, buna karşı “siyahların hayatı önemlidir” gibi mücadele grupları oluşturulmuş durumda. Keza eylemlerde, beyazlar da “Siyahları öldürmeyi durdurun”, “Nefes alamıyorum”, “Sıradaki ben miyim”, “Adalet yoksa huzur yok” gibi sloganlar atıyorlar.
Floyd’un son sözleri, kitlelerin duygularını yansıtıyor aslında. “Rüyalar ülkesi” ABD büyük bir ekonomik krizin, ağır bir salgının altında kıvranıyor. “En alttakiler”, işçi ve emekçiler her iki krizden de yoğun biçimde etkileniyorlar. Dört bir yandan kuşatan sorunlar nefes alamaz hale getiriyor, boğuyor, bunaltıyor, yaşamı katlanılmaz kılıyor.
Bugüne kadar sistemli bir biçimde yalnızlaştırılmış, bencilleştirilmiş, bireyselleştirilmiş, yabancılaştırılmış kitleler, “kolektif” mücadele içinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Birlikte mücadele ediyor, birlikte direniyor, direniş içinde yeniden “insan” olmayı, gaz bombalarının bulutu içinde yeniden “nefes almayı” öğreniyorlar. Tıpkı Türkiye’de yaşanan Gezi Ayaklanması gibi; Tunus’ta başlayarak tüm Arap coğrafyasına yayılan Arap Baharı gibi; Fransa’da “Gece Ayakta” eylemlerinden “Sarı Yelekliler”e uzanan kitle dalgası gibi, ABD işçi emekçileri de kendi “bahar”larını yaratıyor, kendi direnişleri içinde öğrenerek güçleniyorlar.