Lübnan’da patlama: 100’den fazla insan öldü

Beyrut Limanı’nda 4 Ağustos günü yaşanan patlama, Beyrut’un yarısını yerle bir etti. Hiroşimaya atılan atom bombasından sonraki en büyük patlama olarak tanımlanan olayda 200’e yakın insan öldü, binlerce kişi yaralandı, 300 binden fazla insan evini kaybetti.

Patlamanın kaynağı, Beyrut Limanı’nda bir depoda bulunan 2 bin 750 tonluk amonyum nitratdı. Yan tarafta bulunan havai fişek deposunda çıkan yangın sıçrayınca, 2 bin 750 tonluk amonyum nitrat da Beyrut’u havaya uçurdu.

Sonrasında bu deponun hikayesini uzun uzun anlattılar. 2013 yılında Roussus adlı Moldova bandıralı gemi, 2 bin 750 ton amonyum nitratı yüklenerek Gürcistan’dan Mozambik’e doğru yola çıkıyor. İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçiyor, zaten eski olan gemide teknik arıza oluştuğu için Beyrut Limanı’na giriyor. Evraklarda eksiklik olduğu gerekçesiyle gemi alıkonuyor. Mali açıdan astarı yüzünden pahalıya geleceği için, geminin Rus olan sahibi gemiyi ve yükü kendi kaderine bırakıyor. Mürettebat gemide 1 yıl mahsur kalıyor, Lübnanlı yetkililer onların gemiyi bırakıp gitmelerine izin vermiyor. Uluslararası baskı ile mürettebat serbest bırakılınca, amonyum nitratın gemide kalması daha tehlikeli hale geldiği için yük limana indirilip depoya konuyor. Sonrası 6 yıl boyunca liman görevlilerinin hükümete “bu yük buradan alınmalı” taleplerine rağmen, yolsuzluk ve yozlaşma kıskacındaki hükümetin umursamazlığı…

Hikaye böyle anlatılınca, ihmal sonucu kazayla mı depo havaya uçtu, yoksa Lübnan’daki siyasi çıkmazların ürünü olarak bilinçli bir sabotaj mı gerçekleştirildi, ya da emperyalistler arası çıkar hesaplarının bir sonucu olarak mı depo patlatıldı sorusunun cevabını bulmak olanaksız hale geliyor. Sonuçta, Beyrut Limanı’ndaki çok sayıda görevlinin yanısıra pek çok hükümet yetkilisi durumdan haberdardı; dolayısıyla emperyalistlerin de bilgisi dahilindeydi. Keza, liman bütün yabancı istihbarat servislerinin cirit attığı, resmi olarak da BM Güvenlik Konseyi kararı gereğince UNIFIL’ın (BM- Lübnan Geçici Görev Gücü) gözlemci bulundurduğu bir rekabet alanı.

Bu koşullarda depoya ateşle yaklaşan “fail”i aramak yerine, asıl failin Lübnan’daki yozlaşmış devlet sistemi olduğu ortaya çıkıyor.

Patlamanın ardından “sorumluluğu olan” tüm liman görevlileri hakkında soruşturma açılacağı yönünde sözler sarfedildi. Ancak bu bürokratça açıklamalar, zaten ekonomik krizin pençesinde bunalmış olan, üstüne bir de patlamanın çok ağır sonuçları ile karşı karşıya kalan kitlelerin sorunlarını çözmüyor. 200’e yakın insanın öldüğü, yaralılar için yeterince hastanenin bile olmadığı, ev ve işyerlerini bir anda tamamen kaybeden insanlar için, bu patlama gerçekten de yeni bir “Hiroşima” anlamını taşıyor.

 

Ekonomik-siyasi kriz derinleşiyor

Lübnan’da yüz yıllık mezhep-din ayrımına dayanan sistemin temelleri, emperyalistler tarafından Osmanlı’nın topraklarının parçalandığı 1920 yılında Fransız sömürgeciler tarafından atılmıştı. 1932 yılındaki nüfus sayımının ardından, devlet yönetiminin tüm kademeleri din ve mezhep ayrımına göre paylaştırıldı. En üst kademede, cumhurbaşkanlığı Maruni Hıristiyanlara, meclis başkanlığı Şiilere, başbakanlık Sünnilere zimmetlendi; devletin diğer kademelerinde de benzer modeller oluşturuldu. Öyle kesin kotalar oluşturulmuştu ki, sistem tartışmalı hale gelmesin diye1932’den sonra nüfus sayımı bile yapılmadı. “Böl-parçala-yönet” taktiğinin en önemli yöntemlerinden birisi olarak, kitleler din-mezhep temelinde bölünerek birbirlerine düşmanlaştırıldı. 1975-90 arasında yaşanan iç savaşın zeminini de bu parçalanmışlık oluşturuyordu.

Bu bölünme, aynı zamanda emperyalistlerin Lübnan üzerindeki hesaplarını da bir dengede tutmayı hedefliyordu. Ortadoğu’nun Akdeniz’e açılan en önemli kapılarından biri olan Lübnan üzerinde tüm emperyalistlerin hegemonya hesapları vardı çünkü. Keza Beyrut Limanı’nın Doğu Akdeniz’deki en büyük liman olması da Lübnan’ın önemini artırıyordu. Patlamanın hemen ardından Marcon’un bir akbaba gibi Beyrut’a koşup yardım sözü vermesi, ABD’nin Hizbullah’ı hedefe çakma çabası, Rusya’nın görüşmeler yapması, Çin’in Beyrut Limanı’nı inşa etme ve karşılığında işletmesini üstlenme talebi, bu hesapların ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Öyle ki, Türkiye bile hemen koşup TOKİ konutlarını araya sokmaya çalıştı; bu arada mezhepçilikten bezmiş durumdaki Lübnan halkına “Türkiye vatandaşlığı” teklif edecek kadar da aciz bir görüntü çizdi.

Ancak Lübnan halkı son dönemde oldukça önemli bir değişim yaşadı. Lübnan, son bir yılını ağır bir ekonomik ve siyasi kriz koşulları altında geçirdi. Geçtiğimiz yıl Ekim ayından bu yana, kitleler sokaklarda eylemlerle bu krize karşı mücadele ettiler. Bugüne kadar kendilerine dayatılan dini ve mezhepsel temelde bir bölünme içinde yaşamlarını sürdüren kitleler, son bir yıldaki eylemlerde daha sınıfsal içerikli sloganlar üretmeye başladılar. Eylemlerde dini ve mezhepsel ayrımlar silindi, yoksullaşmada ortaklaşıldı. Mezhebi ne olursa olsun, yoksulların-sömürülenlerin kardeşliği, eylemlerin en önemli vurgusu haline geldi.

Yaşanan ekonomik kriz, 1975-1990 arasındaki iç savaştan bu yana en büyük krizdi. Lübnan, tarihinde ilk kez dış borcunu ödeyemedi. IMF ile müzakerelere başlayan Lübnan hükümeti, burada da bir çıkmazın içinde. Temel altyapı hizmetlerinde ortaya çıkan aksamalar, elektrik kesintileri, sağlık sisteminin zayıflıkları, suya erişimdeki sıkıntılar vb. kitlelerin tepkilerini daha da büyüttü.

Ekonomik krize karşı eylemler, ülkedeki siyasi krizi de derinleştirdi. Başbakan Saad Hariri, 29 Ekim 2019’da görevini bırakmak zorunda kaldı.

Başbakanın böyle bir istifaya zorlanmış olması, devlet yönetimindeki etnik temelli şekillenişe bir darbeydi aynı zamanda. Ve kitle hareketi açısından büyük bir kazanımdı. Ancak bu, taleplerden sadece birisiydi ve asıl ekonomik sorunlar giderek büyümeye devam ediyordu. İşsizlik artıyor, Lübnan Sterlini’nin değeri düşmeye devam ediyor, yoksulluk derinleşiyordu.

Ekim ayında başlayarak aylar boyunca süren protesto eylemlerini durduran, tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgını olmuştu. Salgın başladığında dünya genelinde işçi ve emekçilerin büyük eylem ve ayaklanma dalgası yükseliş içindeydi. Salgın bir anda hepsinin bıçak gibi kesilmesine neden oldu.

Ancak Lübnan, salgın koşullarında yeniden eylemleri başlatan ilk ülkelerden biri oldu. Salgının en şiddetli sürdüğü koşullarda, 21 Nisan günü meclis önünde bir protesto eylemi ile protestolar yine başladı. Çünkü salgın, ekonomik ve siyasi sorunları derinleştirdiği gibi, üstüne bir de sağlık sorunu-can kayıpları eklenmişti.

“Devrim” sloganlarıyla sokaklara dökülen kitleler, sistemin çürümüş ve yozlaşmış yapısına karşı mücadele ediyorlar. Şimdi gerçekleşen patlamanın da, yozlaşmış sistemdeki çöküntünün sonucu olduğu açık. Üstelik patlama sonrasında “Bunu bizim hükümetimiz yaptı” sloganlarını duvarlara yazmaya başladılar.

 

Lübnan halkı direniyor

Bazı gazeteler, bu ağır faciayı “Dünya Beyrut’a ağlıyor” başlığıyla verdiler. Çünkü yaşanan katliam, Lübnan halkında telafisi çok zor sonuçlar yaratacak.

Yaklaşık 7 milyon nüfusu olan Lübnan’da, halkın yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Koronavirüs salgını, bu yoksulluğu daha da derinleştirdi.

Beyrut’taki liman, Lübnan ekonomisinin candamarı niteliği taşıyordu. Adeta ülkenin kapısı gibi, ticaretin merkezi konumundaydı. Lübnan, gıda ihtiyaçlarının yüzde 80’ini ithal eden bir ülke ve bu ithalat bu limandan gerçekleştiriliyordu.  Ülkedeki stratejik buğday ve tahıl stoklarının yüzde 85’i de limanın depolarında tutuluyordu. Şimdi limanın tamamen, kentin ise önemli bir kısmının yıkılması, bir yanıyla ülkenin ekonomisine ağır bir darbe indirirken, diğer yandan gıda krizinin de tetikleyiciliğini yapacak.

Ancak Lübnan halkı bu durumu da direnişle karşıladı. Yaşanan acı, direnişi büyüttü. Patlamanın hemen ertesindeki günlerde devletten hesap soran eylemler başladı. Ve başlangıçta birkaç günah keçisi memura patlamanın sorumluluğunu yüklemeye niyetlenen hükümet, bir hafta içinde istifa etmek zorunda kaldı.

Bu direnişte, Lübnan’daki devrimci-muhalif örgütlenmelerin önemli bir payı sözkonusu. Mesela Lübnan Komünist Partisi, patlamanın ardından yayınladığı bir mesajla, durumu fırsat bilerek ülkeye müdahaleyi artırmaya çalışan emperyalistlere karşı mücadele çağrısı yaptı. Keza tıbbi destek, enkaz kaldırma ve barınma, yeniden inşa gibi konularda aktif biçimde çalışıyor ve kitlelere yardım ediyorlar. Aynı zamanda, “insanları sisteme karşı politik olarak örgütlüyoruz” diyorlar.

Lübnan halkı, bu büyük acıyı sisteme karşı mücadelenin bir unsuruna çevirmeye çalışıyor. Ve üzerlerindeki ekonomik-siyasi sömürüye karşı direniyorlar.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …