Sağlık Bakanı, 7 aydır yayınladıkları günlük koronavirüs tablosunun kocaman bir yalan olduğunu itiraf etti. Pandeminin Türkiye’deki seyrinin “kontrol altında”, pandemi yönetiminin de “başarılı” olduğunu göstermek için, ilk günden itibaren rakamlarla oynamıştı. Bu konuda özellikle TTB’nin (Türkiye Tabipler Birliği) uyarılarını hiçe saymış, göstermelik bir Bilim Kurulu oluşturarak, kararlarına sözde bilimsel dayanak yapmışlardı.
Salgının başından itibaren yazdığımız yazılarda, AKP yönetiminin verilerle-rakamlarla oynadığını, hastalığın gerçek seyrini gizlediğini belirtmiştik. 30 Eylül günü Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da bu gerçeği açıklamak zorunda kaldı. Üstelik de bir komedi filmine yakışır bir sahne ile; soruyu sormaya çalışan muhabirin her kelimesinin arasına “semptomatik-asemptomatik”, “vaka ayrı, hasta ayrı”, “hasta olan semptomatik” ifadelerini sokuşturarak… Sorunun sorulmasını engellemeye çalışarak… Her şeye rağmen sorusunu tamamlamayı başaran muhabire öfkelenerek…
Ve bu tarzıyla, “Bakan Koca bağırıp çağırmıyor, sorulara da cevap veriyor, diğer AKP’lilerden çok farklı” diyerek, AKP’nin pervasız saldırganlığı içinde iyi bir kırıntı bulmaya çalışan iflah olmaz düzen-liberallerinin suratına da bir tokat indirerek…
Rakamları kaçla çarpalım?
Bugüne kadar Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı resmi veriler her yönüyle tartışma konusu oldu. Türkiye’ye komşu ülkelerde ölümler başlamasına ve bu ülkelerle sınır kapıları kapalı olmamasına rağmen, uzun bir süre Türkiye’de vaka olmadığı söylendi. İlk vaka, DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) “pandemi” ilan ettiği gün açıklandı. Daha önce vaka yok muydu; gizleniyor muydu; Suudi Arabistan’dan gelen hacılara, hastalık belirtilerini baskılamak için uçakta “parasetamol-ateş düşürücü” veriliyor muydu; sağlıkçılar Ocak ayından itibaren acil servislerin dolu olduğunu söylerken yanılıyor muydu… bu soruların cevabı yoktu.
İlk vakanın ardından günlük tablolar yayınlanmaya başlandı. “Açıklık” göstergesi gibi sunulan bu tablolar, bir yanılsamadan ibaretti. En önemli veriler tablolarda yer almıyordu.
Diğer taraftan salgının başından itibaren, tek bir hastaneden, tek bir ilden vb. yapılan açıklamalar, toplam rakamı çürütecek nitelikteydi. Belediyelerin Mezarlıklar Müdürlüğü kayıtlarındaki rakamlar, resmi ölüm sayısının çok üzerindeydi.
29 Temmuz günü tablodaki tanımlamalar değiştirilince, veriler daha belirsiz, gerçek rakamları saklamak daha kolay hale getirildi. “Yoğun bakım”, “entübe” gibi tıbbi bir durumu tanımlayan başlıklar, “ağır hasta” gibi ne olduğu belirsiz ifadelerle değiştirildi. Bugüne kadar rakamların saklandığı yönündeki görüşler daha güçlü, daha yüksek perdeden ifade edilir oldu. Bu yöndeki baskılar ve sorgulamalar arttı. Ve 30 Eylül akşamı, Sağlık Bakanı’nın toplantısında balon patladı.
Bugüne kadar bir çok bilim insanı, açıklanan sınırlı veriye, kendi alanlarındaki gözlemlere ve salgına ilişkin dünya genelindeki bilgilere dayanarak, “açıklanan rakamları 5’le çarpın”, “vakalar söylenenin en az 10 katı” gibi ifadeler kullanıyorlardı. Bakan Koca’nın “sadece hastanede yatanları sayıyoruz” anlamına gelen sözleri, daha somut bir hesap yapma olanağı sağladı. Salgının kontrolsüz biçimde ilerlediği ülkeleri bir yana bırakalım; salgın sürecini kontrol altında tutan Almanya’nın vaka-belirti göstermeyen vaka-yoğun bakım-ölüm oranlarını buraya uyguladığımızda, Türkiye’de günlük 30 bin vaka-900 ölüm rakamlarına ulaşılıyor.
Baskıyı artırmak için bahane
Salgının başından itibaren Tabipler Odası şeffaf bir yönetim olmadığını vurguladı. En başta Sağlık Bakanlığı, TTB ve diğer sağlık örgütlenmelerini salgın yönetiminin dışında tuttu. Bilgi paylaşmadı, öneri almadı, karar sürecine dahil etmedi. O süreçte Sağlık Bakanı’nın “doktor” kimliği sürekli öne çıkartılarak, sanki TTB’nin yerine ikame ediliyormuş gibi davranıldı. Oysa Bakan’ın, “özel hastane patronu” kimliği ile “AKP’nin bakanı” kimliği, elbette “doktor” kimliğinden daha önce geliyordu. Yani “emekçilerin” değil, “egemenlerin” temsilcisi olarak o masada oturuyor ve konuşuyordu.
Salgın boyunca hükümetin aldığı kararlar da, “tıbbi” dayanaklarla değil, “egemenlerin” çıkarları doğrultusunda oldu. Salgın koşulları, işçi ve emekçileri daha yoğun sömürmenin aracı haline getirildi. Hastalandığı zaman yaşamını nasıl idame ettireceği konusunda bir çözüm oluşturulmadı. Testi pozitif çıkanların eve nasıl döneceği gibi çok basit bir sorun bile çözülemedi.
Salgın, kitleler üzerindeki baskı ve denetimi artırmanın bahanesi oldu. “HES kodu”, salgını yönetmek için değil, kitlelerin hareketlerini, seyahatlerini vb kontrol etmek, kayıtlara geçirmek için kullanıldı. AKP’nin propaganda toplantıları serbestçe düzenlenirken 1 Mayıs yasaklandı. Partilerin genel kurulları sorunsuz gerçekleştirilirken, salt yeni kurulacak yandaş barolara zaman kazandırmak için TBB’nin (Türkiye Barolar Birliği) yerel ve merkezi genel kurulları ertelendi. Salgına ilişkin bakanlığa itiraz ve uyarılarda bulunan TTB ise, “yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz” kampanyası başlatınca MHP’nin hedefi oldu, açıkça tehdit edildi.
“Ulusal çıkar” egemenlerin çıkarıdır
Bakan Koca, rakamların gizlenmesine ilişkin eleştiriler üzerine, “ulusal çıkarlarımızı düşünmek zorundayız” açıklamasını yaptı. Halkın çıkarlarını düşünecek değil ya!
Bugüne kadar salgınla ilgili devletin aldığı tüm kararlar, salgının büyümesine, vakaların ve ölümlerin artmasına neden oldu. “Sokağa çıkma yasakları” döneminde fabrikalar pervasızca çalıştırıldı, AVM’ler zarar etmesin diye erkenden açıldı, sağlık çalışanları ölümüne çalıştırıldı, filyasyon ekipleri öncelikle “VİP hastalar”a gönderildi, Ayasofya’nın açılışı için Türkiye’nin dört bir yanından onbinlerce insan İstanbul’a taşındı, Erdoğan’ın mitinglerinde çay kapma yarışı düzenlendi, vb…
Toplu taşıma araçlarından işyerlerine kadar, salgının asıl yayılma alanlarında gereken önlemler alınmadı, güvenli çalışma-ulaşım olanaklarını sağlamadı. Böyle olunca, salgına karşı önlem almak, tek tek kişilerin kendi inisiyatiflerine kaldı. Devletin umursamazlığı, insanlarda bir gevşeme, hatta salgını ciddiye almama sonucu yarattı. Devlet ise kendi görevini, önlem almayanlara ceza kesmek ile sınırladı.
Kısacası devletin bu tutumu, her yönden salgını büyüten, ölümleri artıran bir etki yaratmıştır. Dolayısıyla hastalanan ve ölen insanların sorumluluğu, doğrudan devlete aittir. Halkın sağlığından daha önemli bir şey olamaz. Ama onlar için “ulusal çıkar” dedikleri egemenlerin çıkarları herşeyden önde gelir.
Halka yalan söylemek suçtur! Suçlular da bedelini ödemelidir.