ABD Başkanlık seçimleri 3 Kasım günü yapıldı. Ancak sonucun belli olması için bir hafta beklemek gerekti. Bu bir hafta, standart bir “Üçüncü Dünya” ülkesinde yaşandığı gibi geçti; koltukta oturanın kalkmamak için direndiği, “oylar sayılsın-sayımı durdurulsun” açıklamalarının peşpeşe geldiği, mahkeme başvurularının yapıldığı, seçimin çalındığı-hile yapıldığı iddialarının havalarda uçuştuğu, “Trump seçim sonuçlarını tanımazsa askeri darbe yapılır mı” sorusunun ciddi ciddi tartışıldığı bir hafta…
Ve bu sancılı seçim süreci, “Amerikan rüyası”nın çöküşünü, “burjuva demokrasisi” denilen şeyin nasıl bir aldatmaca olduğunu ve kapitalist sistemin defolu yanlarını çıplak biçimde gözler önüne serdi. Sadece “ABD imparatorluğu”nun değil, kapitalizmin çatırtılarını duyduk oylamanın sürdürüldüğü günler boyunca… Bütün bu tabloda, seçimleri kimin kazandığından daha önemli olan şey, ortaya çıkan bu manzara oldu.
Seçimleri kimin kazanacağını nasıl anlarız?
Kapitalist sistemde seçimler, kitlelerin gözünü boyamaya dönük bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü iç ve dış siyasete, ekonomik-askeri konulara ilişkin bütün kararlar burjuvazi tarafından alınır; bu kararlar parlamentoda onaylanır; başkan-cumhurbaşkanı-hükümet tarafından hayata geçirilir. Seçimlerde oy kullanan kitleler, kendi seçtikleri “temsilcileri” tarafından yönetildiklerini düşünürler. Gerçekte ise bu “seçilmişler”, burjuvazi tarafından “atanmışlar”dır; ve kitlelerin “vekili” değil, burjuvazinin “uşağı”dırlar. ABD’de ya da herhangi bir sömürge ülkede; burjuva demokrasisinde ya da faşist diktatörlükte bu yönüyle niteliksel bir fark yoktur.
Seçim ve yönetme süreçleri, kitle hareketinin yokluğu ya da etkisizliği koşullarında, burjuvazinin pervasız sömürüsünün aracıdır. Güçlü bir kitle hareketi ya da devrimci yükseliş sözkonusu olduğunda, seçme-yönetme süreci yine burjuvazinin kontrolündedir; ancak bu defa burjuvazi, kitlelerin eylemli taleplerini dikkate almak, geri adımlar atmak zorunda kalır.
Kitle hareketinin düzeyi ne olursa olsun, seçim sonuçları için “halk hangi mesajı verdi” tartışmaları yapılır; sanki çıkan sonuç, her koşulda kitlelerin talebi doğrultusunda gerçekleşmiş gibi…
ABD seçimlerinde de bu durum, çok açık bir biçimde kendisini gösterdi. 3 Kasım 2020 seçimleri, burjuvazinin klikler arası çatışmalarının seyrine bağlı olarak gelişti; sonucu ise, kitlelerin eylemsel gücü belirledi.
Seçim öncesi süreçteki veriler, burjuvazinin bu defa blok olarak hareket edemediğini, yeni dönem politikaları konusunda klikler arasındaki çatışmanın sert olduğunu gösteriyordu. Bir uzlaşma sağlanmış olsaydı, tek bir aday öne çıkacak, tüm oklar onu gösterecek ve seçimler de sorunsuz biçimde tamamlanarak aynı gün sonuçlar açıklanabilecekti. Öyle olmadığı bir çok biçimde kendini gösterdi.
Mesela seçim öncesi anketler, Demokrat Partili Joe Biden’in açık ara önde olduğunu gösteriyordu. Anket sonuçları, Biden ile Trump arasında en az 10 puan fark öngörüyordu. (Anketler “kitlelerin yönelimi”ni ortaya koyuyormuş gibi gösterilir. Oysa burjuvazinin kitleleri yönlendirmek istediği hedefi ifade eder.) Ancak Biden, doğru düzgün seçim kampanyası yürütmüyordu: Eylül ayının üçte birinde, hiç seçim çalışması yapmamıştı; yine Eylül ayında, kritik eyaletlerden Michigan’a Biden’in kampanyasını izlemeye giden muhabirler, ne asılan ilanlar, ne saha büroları ne de çalışan gönüllüler bulabildi; hatta seçim kampanyasında öne çıkan bir “vaat”, bir “slogan” bile oluşmadı. (2016 yılında Hillary Clinton da seçim kampanyasını göstermelik biçimde yürütmüş ve Trump kazanmıştı.) Buna karşılık Trump, aylar öncesinden “seçimlerde hile yapacaklar ve ben bu hileyi tanımayacağım” açıklamalarını yaptı. Seçimleri kazanmak için her şeyi yapacağını açıkça söyledi; hatta seçimlerden hemen önce posta idaresinin başındaki yetkiliyi değiştirdi, çünkü posta yoluyla kullanılacak oylara müdahale etmeyi planlıyordu. Üstelik oğlu da seçimlere ilişkin “topyekun savaş” ilan etti. Ve Trump, tüm bu saldırgan tavırları kendi kişisel bekası ya da “şarlatan” kişiliği nedeniyle değil, arkasındaki egemen sınıfların desteği nedeniyle gösteriyordu.
Keza seçim öncesinde Trump kendi kitlesini giderek artan biçimde sokaklara dökerken (hatta Teksas’ta Trump taraftarları tanklarla göster yaptılar), Biden sanal “toplantılar” düzenledi ve taraftarlarını hiç sokağa çağırmadı; sokağa kendiliğinden dökülen kitleler, “Biden taraftarı” değil, “Trump karşıtı” kimliklerini açıkça belirtiyorlardı.
Bu tablo seçim sonuçlarını belirledi. ABD’nin yeni dönem politikalarına ilişkin olarak egemen sınıflar bir uzlaşma-hemfikirlik içinde değildiler; bir kesimi Biden’i desteklerken, bir kesimi Trump’tan yanaydılar. Ancak sonucu Trump karşıtı kitlenin giderek büyüyen ve sertleşen eylemleri belirledi. Kitledeki Trump nefreti ve öfkesi öylesine yoğundu ki, burjuvazi bu öfkeyi daha da büyütecek bir karar almaya cesaret edemedi. Zaman kazanmak için seçim sonrası süreci olabildiğince uzatmaya ve Trump’un kazanma ihtimalini kitlelere benimsetmeye çalıştı. Öyle ki seçimden sonraki bir hafta boyunca Biden’in doğru düzgün sesi çıkmadı. Ancak Trump karşıtı eylemlerdeki şiddet unsuru da giderek büyüyünce, başka çareleri kalmadığı için Biden’in kazanması konusunda uzlaşmak zorunda kaldı ABD egemen sınıfları.
ABD’nin yeni dönemi nasıl olacak?
2001 yılı, ABD tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. 1898 yılında ABD’nin Filipinler’de İspanya’yı yendiği ilk emperyalist savaşından 2001 yılına kadar olan süreçte, ABD’nin dünya hegemonyası her geçen gün büyüdü, güçlendi. 2001’de 11 Eylül saldırıları, bu yükselişteki ilk kırılma noktası, aynı zamanda 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın da başlangıcı oldu. Ve 2000 yılından itibaren ABD’nin tüm strateji belgeleri, yeni emperyalist savaşta ABD’nin hegemonyasını güçlendirme konusuna odaklandı; başkanlar da bu politikaya uygun olarak seçildi.
Bu sürecin ilk başkanı olan Bush, doğrudan “savaş” konseptiyle başa gelmişti ve ABD saldırganlığının ifadesiydi. Bush başarısız oldu; Afganistan ve Irak işgallerinin mimarı olan Bush döneminde, ABD’nin siyasi-ekonomik gücü daha da azaldı, askeri başarısızlıkları göze görünür hale geldi.
Saldırganlıkla ilerleyemediklerini, hatta güç ve hegemonya kaybının arttığını gören ABD egemenleri, bu defa Obama ile “yumuşak güç” dönemini başlattılar. “Barış” adına hiçbir şey yapmadan “Nobel Barış Ödülü”nü verdikleri Obama, içeride yükselmekte olan kitle hareketini “ilk siyah başkan” olarak yatıştırma görevini de üstlenmişti. Ancak Obama, ABD imparatorluğunu güçlendirme görevinde başarısız oldu. “Yumuşak güç kullanma” adına, Suudi Kralı’ndan Japon İmparatoru’na kadar pek çok ülke yöneticisi önünde “boyun eğen” fotoğraflarıyla geçti ABD tarihine. “Yumuşak güç”, sömürülenlerin sömürülmede “gönüllü” kılınması anlamına geliyordu ki, ekonomik-siyasi üstünlüğünü kaybetmekte olan ABD’nin bunu başarması ihtimali yoktu.
Bu koşullarda yeniden “saldırgan” politikalara dönüş yapıldı. Trump’ın yönetme tarzı, keyfi, içeriksiz, kaba, şarlatanca vb. olduğu için fazlaca eleştirildi. Oysa gerçekte başkan yardımcısı Mike Pence’in elindeydi ipler; hani şu Erdoğan’ı hizaya çeken, eşit koltuklarda oturarak Erdoğan’ı küçük gördüğünü belirten Mike Pence! Trump’un bütün “ayarsız”lığına karşın, ABD’nin saldırgan savaş politikaları Pence ile hayat buluyordu.
2020 seçimlerinde ise, ABD egemenleri uzlaşmakta zorlandılar. Bazı klikler Trump ile başlanan yolda devam etmekten yanaydı; diğerleri ise, başarısızlıkları, hataları, yolunda gitmeyen her sorunu Trump’a fatura edip, yeni bir yüz ve bir değişim rüzgarıyla başlamak istiyordu.
Biden’in kazanmış olması, Trump karşıtı kitlelerde büyük bir rahatlama ve beklenti yarattı. Burjuvazinin istediği de buydu; halkın seçimlere doğru düzgün katılım göstermediği ABD’de son 120 yılın en yüksek katılımlı gerçekleşmişti ve Trump’ın gitmiş olması bir “zafer” olarak görüldü.
Ancak yönetim değişikliği, kitlelerin beklediği kadar büyük bir değişiklik oluşturmayacak. İçeride ve dışarıda, ekonomide ve siyasette, ABD emperyalizminin öylesine büyük kayıpları, sorunları, çıkmazları var ki, kapitalizmin işleyiş kuralları içinde gidişatı tersine çevirmesi mümkün değil.
İçeriden başlayalım. Koronavirüs salgını, ABD emperyalizminin en “çaresiz” kaldığı konulardan birisi. Özelleştirmelerle çökmüş bir sağlık sistemi ve 27,5 milyon insanın sağlık sigortasından yararlanamadığı koşullarda, günlük 90 bin vaka, 1600 ölüm olan günlerde yapıldı bu seçimler. Salgın kontrolsüz ve dizginsiz biçimde artarak insanları öldürmeye devam ediyor.
“Siyah hayatlar değerlidir” eylemleri, salgını bile unutturan bir nitelik kazandı. Son yıllarda çeşitli tarihlerde siyahların polis tarafından katledilmesine dönük protestolar yaşanmıştı. Ancak ilk defa bu kadar büyük, kitlesel, yaygın ve bu kadar şiddetli eylemler gerçekleştirildi. Keza eylemlere “beyaz”ların katılımı da ilk defa bu kadar yüksek oldu. Öyle ki, eylemler sürerken bazı kentlerde “özerklik” ilan edildi; Beyaz Saray’ı kitlesel işgal girişimleri yaşandı, New York başta olmak üzere bir çok kentte, kitlelere saldırması için “Ulusal Muhafızlar” göreve çağrıldı.
ABD’de 22 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor, 8,3 milyon insan ise açlık sınırının da altında. Pandeminin ilk üç ayında, 35 milyon kişi işten atıldı. Bugün ABD’de her 4 kişiden biri işsiz. Aç insanlar, parasız yemek için kilometrelerce kuyruklar oluşturuyorlar. 300 bin kişinin koronadan, 130 bin kişinin ise açlıktan ölebileceği tahmin ediliyor. Ve 1929’daki “Büyük Buhran”dan bu yana, ABD ilk defa bu kadar ağır bir ekonomik kriz ile karşı karşıya…
Sağlık krizi, ekonomik kriz ve siyasal-ırkçı baskılar, kitleler için katlanılmaz düzeye ulaşmış durumda. Bunu seçim döneminde açıkça gördük. Trump karşıtı kitleler, sadece rutin protestolar, yürüyüşler gerçekleştirmekle kalmadılar; silahlı gruplar gövde gösterisinde bulundu. Özellikle seçim gününden itibaren, Trump’ın sonuçları etkilemeye dönük söylem ve girişimleri, sokakta silahlı ve çatışmalı kitle eylemleriyle karşılandı. Öyle ki, bazı eyaletlerde “Ulusal Muhafızlar”ın müdahalesi ve kitlelerin çatışması yaşandı. Biden’in kazandığı kesinleşinceye kadar, kitleler sokakları terketmediler.
Sokağın gücünü keşfetmiş kitlelerin kontrol altına alınması, ABD emperyalizminin en önemli öncelikleri arasında. Ancak en büyük zorluğu da burada yaşayacak.
Ülke dışına baktığımızda, buradaki sorunlar da fazlasıyla birikmiş durumda.
Dış politikada ABD’nin en önemli hedefi Çin’in önlenemez yükselişini durdurabilmektir. 2000 yılından bu yana dış politikanın merkezine bu oturuyor ve tüm ABD başkanları (Bush, Obama ve Trump) bu stratejiye göre hareket ediyor. Ancak Çin, 2000’lerin başındaki ABD karşısındaki ekonomik üstünlüğünü, giderek siyasi üstünlüğe de çevirdi; en zayıf noktası olan askeri alanda ise, son on yılda önemli ilerlemeler kaydetti. Durum böyle olunca, Çin gerek ekonomik üstünlüğü ile, gerek yarı sömürge-bağımlı ülkelere sağladığı düşük faizli-uzun vadeli kredilerle, gerekse dünyayı bir ağ gibi saran Kuşak ve Yol Projesi ile, ABD’nin hegemonya alanlarına giriyor ve buralarda kendi hakimiyetini kuruyor. ABD ise, Hindistan’dan Güney Çin Denizi’ne, Venezüella’dan İran’a kadar pek çok alanda, Çin’in etkisini kırmak için kuşatma politikası izlemeye çalışıyor.
Benzer bir durum, Rusya ile olan ilişkilerinde de geçerli. Ekonomik zayıflığını askeri gücü ve petrol-doğalgaz kaynakları ile kapatan Rusya, özellikle Ortadoğu savaşında ABD’nin yaşadığı başarısızlıkların en önemli aktörü. Bu nedenle ABD, bir taraftan Baltık ülkeleri üzerinden, bir taraftan Kafkas ülkeleri üzerinden, bir taraftan da Ukrayna, Belarus gibi ülkeler üzerinden Rusya’yı sıkıştırmak, oyalamak, NATO’nun gücüyle kuşatmak istiyor.
Ortadoğu ve Afganistan savaşları, ABD’nin en zayıf karnı. 2001 yılından bu yana oldukça yüksek düzeyde mali kaynak ve asker ayırdığı bu savaşlarda, istediği başarıları sağlayabilmiş değil. Özellikle Suriye savaşını kaybetmiş olması, Çin’den Akdeniz’e uzanan yolu kesmeyi başaramaması, ABD’nin en büyük sıkıntısı. Üç konuda kendisini güvenceye almak istiyor. İsrail’i Arap ülkeleriyle barıştırarak Ortadoğu politikasında daha etkin hale getirmek, Suriye’de Kürdistan inşasında yol almak, petrol kaynakları ve güzergahlarını korumak… Bu konularda belli adımlar da atıyor. Mesela İran’ı abluka altına almaya çalıştı, İsrail-Körfez ittifakının kurulmasında bir yol aldı. Ancak Çin ve Rusya’nın bölge ülkelerine doğrudan müdahale ediyor olması, attığı adımların zor, sancılı ve ağır olmasına neden oluyor.
AKP yönetiminin en çok üzerinde durduğu konu, tabi ki yeni başkanın AKP ile ilişkileri nasıl kuracağı oldu. ABD için elbette Türkiye, stratejik konumundan dolayı vazgeçilmez ülkeler arasında yer alıyor. Ancak Doğu Akdeniz petrol yatakları konusunda Güney Kıbrıs’la yapılan ittifak, İran ambargosu, Türkiye ve Suriye’de Kürt hareketi ile olan ilişkiler gibi konular, ABD ile Türkiye arasındaki “mayınlı” alanlar. Keza AKP hükümetinin niyetleri bir yana, Türkiye’nin stratejik önemi ve farklı emperyalistlerle işbirliği kuran yapısı, ABD ile ilişkileri çalkantılı ve gel-git’li hale getiriyor. ABD’de Biden ya da Trump’ın başkan olması bu gerçeği değiştirmiyor. Ancak ABD’nin AKP hükümeti üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi çevirdiği şantaj konuları sözkonusu. Halkbank davası, Rıza Zarrap ve İran ambargosunun delinmesi, Trump ile yapılan pazarlıklar sonucunda ertelenmişti mesela. Biden bu konuları daha net biçimde masaya yatırarak AKP’yi sıkıştırmak ve önemli tavizler almak isteyecektir.
Sonuç olarak
ABD’de her zamankinden çok farklı bir seçim süreci yaşandı. Bağımlı ülkelere layık gördükleri neredeyse tüm yöntemler, bir bumerang gibi kendilerine döndü. Öyle ki, bir zamanlar Türkiye için kullanılan “küçük Amerika” yakıştırması, şimdi ABD için “büyük Türkiye” benzetmesine dönüştü. Emperyalist kapitalizmin simgesi ABD’nin bu durumu, genel olarak sistemdeki çürümenin ve çöküşün açık göstergelerinden biri oldu. Sosyalizmin etkisinin azaldığı bir dünyada, kapitalizmin vahşi bir sömürü ve anti-demokratik bir yönetim biçimi olduğu bir kez daha görüldü.
Kesin olan diğer bir nokta ise; ABD seçimlerinde kazanan Biden değil, Trump karşıtlarıydı. Biden’ın ABD tarihindeki en fazla oyu alan başkan olması, onun niteliklerinden kaynaklanmadı. Sadece Trump’a karşı olan büyük bir kitlenin olmasından kaynaklandı. Yaygın deyimle bunlar, “emanet oylar”dı ve “ehven-i şer” olarak görülmüştü.
Seçimlerde belirleyici olan, ABD içinde kitlelerin biriken öfkesi ve bunun artık eylemli biçimlerle sokağa dökülmüş olmasıdır. Silahlanan ve çatışan karşıt güçlerle ABD, bir iç savaşın eşiğine gelmişti. Trump’ın kazanması halinde savaşın alevlenmesi kaçınılmazdı. Biden’la bu tehlikeyi en azından ötelemiş oldular. Diğer yandan Trump döneminde ABD sadece siyasi-ekonomik olarak değil, prestij olarak da çok şey kaybetti. Dünya halkları nezdinde hiçbir itibarı kalmadı. ABD’nin başta içteki ayaklanmayı, yanısıra dıştaki bu prestij kaybını gidermesi gerekiyordu.
Peki Biden ile bunları başarması mümkün mü?
Biden, içeride-dışarıda son derece önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Hem seçim öncesinde gösterdiği silik profil, hem de 2. Dönem başkanlığa yeniden adaylığını koymayacağını şimdiden açıklaması, daha baştan zeminini kayganlaştıran bir durum yaratıyor. Yardımcısı Kamala Harris ise, adeta “alt-kimliklerin toplamı” bir görüntüye sahip. Jamaikalı bir baba ve Hindistanlı bir anneden doğan, üstelik “kadın” olan bir başkan yardımcısı! Irkçı saldırılara karşı kitlelerin böylesine harekete geçmiş olduğu bir dönemde, onları yatıştırmak için “çok yönlü” bir aday. Zaten bir-iki yıl içinde Biden’ın istifa edip başkanlığı Harris’e bırakacağı söyleniyor. Bir anlamda Obama’nın kadın figürü olarak öne çıkıyor.
Fakat bütün bunlar, ABD’nin 2000’li yıllardan itibaren başlayan kan kaybını durdurmaya yetmeyecek. Çünkü yapısal sorunlar, kişilerin değişmesiyle ortadan kalkmaz. En fazla zaman kazandırır, biçimsel farklar yaratır.
Gelinen aşamada ABD’nin çöküşünü, esasında hiç bir şey durduramaz. Pandemi dönemiyle açığa çıkan, son seçimlerde ise net bir biçimde görülen gerçek; “ABD rüyası”nın artık bittiğidir.