Seçimlere doğru gün sayılırken, partiler hazırlıklarına hız vermiş durumda. Nisan ayının ilk haftasında milletvekili aday listelerini Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) teslim etmeleri gerektiğinden, milletvekili pazarlığı kıran kırana sürüyor. Parti binaları milletvekili aday adaylarının akınına uğramış durumda.
Elbette bunun başında AKP geliyor. Üç dönemdir hükümet olan bir partinin nimetlerinden faydalanmak isteyen binlerce kişi, kuyrukta bekliyor. Ama asıl soru, kimlerin milletvekili seçileceğine Erdoğan’ın mı, yoksa Davudoğlu’nun mu karar vereceği… Milletvekili adayları da pozisyonlarını buna göre belirleyecekler.
Erdoğan’ın tüm listeyi kendisinin yapacağını duyurduğu, bunun da Davudoğlu’nda rahatsız yarattığı söyleniyor. Fakat AKP’deki rahatsızlık bununla sınırlı değil. Erdoğan’ın başkanlık ısrarından, Abdullah Gül’ün atraksiyonlarına, AKP içinde bitmek bilmeyen “paralelci” avından, Bülent Arınç’ın salvolarına kadar, AKP’de sular durulmuyor.
Seçimlere doğru AKP kazanı
AKP içindeki kazan, uzun bir süredir kaynıyordu. Ama seçimler yaklaştıkça daha fazla fokurdamaya başladı ve sular taştı. Önce Bülent Arınç’ın Erdoğan’ı hedef alan açıklamaları, ardından Melih Gökçek-Arınç kapışması, AKP’nin kurucularından Mehmet Ali Şahin ve Hüseyin Çelik’in televizyon programlarında yaptıkları konuşmalar, AKP içindeki yarılmayı tereddüte yer bırakmayacak şekilde ortaya koydu.
AKP’nin bu “ağır toplar”ının “üç dönem” engeline takıldıkları için bu dönem milletvekili seçilmeyecek olmaları, daha rahat konuşmalarını sağlıyor olabilir. Ama bunların, sotaya yatmış bekleyen Abdullah Gül’den bağımsız olmadığı da sır değil. AKP içinde yaklaşık 60 milletvekilinin Abdullah Gül’ün yanında saf tuttuğu, bir süredir söyleniyordu. Gül’ün seçimin sonuçlarına göre yeni bir parti kurarak AKP içindeki hoşnutsuzları kendi etrafında toplayacağı bekleniyor.
AKP bir yanda Gül’ün muhalefeti ile uğraşırken, diğer yanda “paralelci” avını sürdürüyor. Bugüne dek milletvekili aday adayı olarak AKP’ye başvuranlar içinde 1000’den fazla adayın “paralelci” şüphesiyle elendiği söyleniyor. Aday adayları, birbirlerinin ayağını kaydırmak için, kendi dışındaki herkesi “paralelci” olmakla suçlayınca, “paralelci” ihbarından geçilmiyormuş! Milletvekili adaylarını soruşturmak için kurulmuş olan AKP komisyonları, bu durumla başedemeyip, MİT’ten yardım istemişler. Yani AKP’nin turnikesinden geçmeyi başarabilen aday adayları, bir de MİT’in taramasından geçecek! Ondan sonra ancak AKP milletvekili adayı olabilecekler!
“Paralelci” paranoyası AKP’yi öyle bir sarmış durumda ki, yapılabilecek en büyük hakaret ve saldırı “paralelci” suçlaması oluyor. Gökçek-Arınç kapışması da bu iddia üzerine koptu. Gökçek, Arınç’ın ailesinin Gülen Cemaati ile ilişkisini ortaya dökünce, Arınç da karşı saldırıya geçti. “Ankara’yı parsel parsel sattın” diyerek Gökçek’e yüklendi ve elindeki belgeleri seçim sonrasında kamuoyu ile paylaşacağını duyurdu.
Gökçek’in yolsuzluklarının haddi hesabının olmadığını, 20 yıldır yapmadığı hukuksuzluğun kalmadığını, sadece Ankara halkı değil, Türkiye biliyor. Ancak kendi partisi içerisinde böyle bir ifşaat ilk kez yapılıyor. Tabi muhalefet partileri, Arınç’a çağrı yaparak bu belgeleri hemen açıklamasını istediler. Esasında belgeleri saklamak da ayrı bir suç!
Fakat bu kapışmanın hem AKP’ye hem de kendilerine ne büyük bir zarar verdiği hatırlatılarak, her ikisine de “ihtar” çekildi. Gökçek, televizyon programlarını iptal etti ve geri adım attı. Ama Arınç’ın susmaya hiç niyeti yok! Son bombası, “henüz kral çıplak demedik” sözü oldu. “Kral” ile Erdoğan’ı kastettiği açık! Her ne kadar sözlerinin arasına Erdoğan’a övgüleri koysa da, Arınç’ın Erdoğan’a yönelik salvoları bitmiyor, bitmeyecek!
AKP’de kan kaybı
Erdoğan’ın yolsuzluklara bulaşmış olması, cumhurbaşkanı olmakla yetinmeyip “başkanlık” istemesi ve elini partiden bir türlü çekmemesi, ona karşı hoşnutsuzluğu arttırıyor. Son olarak Davutoğlu, AKP’nin seçim bildirgesine “başkanlık sistemi”ni yazacaklarını belirtmiş olsa da, AKP içinde bu konuda farklı görüşler bulunuyor. Erdoğan’ın “Türk usulü başkanlık”ına, önce Gül’den bir karşı çıkış gelmişti. Ardından Arınç da “olacaksa alafranga başkanlık olsun” diyerek, Erdoğan’ın başkanlık tarzını istemediğini ortaya koydu.
Erdoğan, sadece Arınç’tan saldırıya uğramıyor. AKP içinde artık sözünü geçiremediğine dair birçok emare ortaya çıktı. Meclisteki yolsuzluk görüşmelerinde Erdoğan’ın tüm çabasına rağmen 60 milletvekili “evet” dedi. AKP’nin kurucularının Erdoğan’ın karşısına geçtiği artık açıkça görülüyor. Daha önemlisi, Erdoğan’ın “sır küpüm” dediği MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Erdoğan’a rağmen istifa edip milletvekili adayı olmasıydı. Sonrasında geri dönmesi, Erdoğan-Fidan arasında köprülerin atıldığı gerçeğini değiştirmiyor.
Bütün bunlar arka arkaya sıralandığında, Erdoğan’ın iyice yalnızlaştığı görülüyor. Ve AKP içinde süregelen kargaşa, AKP’nin güç kaybetmekte olduğunu gösteriyor. Daha önceki seçimlerde AKP’yi yüzde 50’lerde gösteren araştırma şirketleri, şimdi yüzde 40’ın altını işaret ediyorlar. Buna kızan AKP, araştırma şirketlerine dönük de operasyonlar yaptırdı. Fakat bunun inişe geçen AKP’yi yukarı çıkarma ihtimali yok!
Seçimlere iki ay kadar bir zaman varken, AKP gözle görülür bir kan kaybı yaşıyor. Seçimler yaklaştıkça bu kan kaybının daha da artacağını tahmin etmek zor değil. Buna karşın AKP’nin birçok atağı, saldırısı da olacaktır. Seçim hilelerinde ustalaşan AKP, buna rağmen kazanamayacağını anlarsa, provokatif girişimlere de başvurabilir. Hatta kimi CHP’liler, kazanamayacağını anlayan AKP’nin, seçimleri yaptırtmamaya çalışacağını bile ileri sürüyorlar. Hiçbir diktatörün seçimle gitmeyeceğinden hareketle, Erdoğan’ın da kaybedeceği bir seçimi erteleme veya engelleme çabasına gireceği iddia ediliyor.
Siyasette iki ay, elbette uzun bir süre. Bu süre içerisinde daha birçok gelişme olacaktır. Fakat kesin olan AKP’nin kan kaybının süreceğidir. Egemen sınıflar bu dönem “koalisyon hükümeti”ne yeşil ışık yakmış görünüyorlar. Gerek kitlelerde artan hoşnutsuzluk, gerekse burjuva klikler arasındaki çelişkiler, bu dönemde tek başına bir AKP hükümetini kaldıramıyor. Buna bölgedeki son gelişmeleri ve Türkiye’nin dış politikadaki iflasını da eklemek gerek.
CHP’ye “ön seçim” dopingi
AKP içinde çatlak sesler daha fazla çıkarken, CHP “ön seçim” rüzgarı ile yelkenlerini şişirdi. Uzun bir süredir AKP’nin gerilemekte olduğu görülüyordu. Fakat asıl sorun “muhalefet”in ne yapacağı idi. En başta da anamuhalefet partisi CHP’nin AKP’deki bu gerilemeye rağmen, bir atak yapamamış olması eleştiriliyordu.
Fakat CHP, 41 ilde “ön seçim” kararı alarak, hem kendi içindeki durgunluğu kırdı, hem de kitlelerle yeniden bağ kurmayı, seçmenini canlandırmayı başardı. Her şeyden önce CHP milletvekili aday adayları, diğer partilerden önce seçim yarışına girdiler. “Önseçim”de delegelerin değil, üyelerin oy kullanacak olması, hepsini tek tek üyelerle temasa geçmeye zorladı. Semt semt dolaşmak zorunda kaldılar. Kendilerini CHP üyelerine tanıtmak ve güvenlerini kazanmak için yoğun bir uğraş verdiler.
Kılıçdaroğlu’nun da İzmir’den önseçime katılması, “demokrasi” üzerine daha rahat konuşmalarını sağladı. Erdoğan’ın “tek adam”lığı karşısında, “demokrat” Kılıçdaroğlu imajı verildi. Kılıçdaroğlu’nun yüzde 86 gibi yüksek bir oranla birinci olması, onun parti tabanı tarafından da benimsendiğini göstermesi ve meşruiyetini arttırması bakımından yararlı oldu.
Zaten Kılıçdaroğlu’nu daha fazla öne çıkaran, popüler hale getiren çabalarda artış sözkonusu. Geçtiğimiz günlerde “Anadolu’nun Kemali” belgeselinin galası, Kılıçdaroğlu’nun katılımıyla gerçekleşti. Belgesel gösteriminin ardından sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, birçok yokluk ve yoksulluk içinde nasıl okuduğunu, bu noktaya nasıl geldiğini anlattı. Daha önce Dersimli olduğunu bile söylemekten çekinen Kılıçdaroğlu, şimdi “Anadolu’nun bağrından çıkan” bir köy çocuğu imajıyla ortaya çıkıyordu.
Bu seçimlerde CHP’nin propagandasını, geçmişte Cem Uzan’ın Genç Partisi’nin de reklamını yapan Ali Taran’ın üstlendiği açıklandı. Ayrıca ABD’de Obama’ya seçim kazandıran kişinin de CHP’nin seçim çalışmalarını yürütmek için ülkeye geldiği söyleniyor. Yani CHP, hem Türkiye’den hem ABD’den en parlak isimlerle bir seçim propagandası yürütecek. Bu aynı zamanda imaj yenilenmesi anlamına geliyor. Öyle anlaşılıyor ki, işe Kılıçdaroğlu ile başlamışlar. Kılıçdaroğlu’nun sessiz, sinik yapısını değiştirip “yoksul ama gururlu” bir karizma yaratmaya çalışıyorlar.
CHP son seçimlerde “sağa açıldığı” için çok eleştirilmişti. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmelettin İhsanoğlu’nu aday göstermesi, başta Aleviler olmak üzere geniş bir kesimin tepkisini çekmişti. Ve CHP’nin tabanından Selahattin Demirtaş’a kayma olmuştu. Şimdi de CHP’nin en büyük korkusu, kendi tabanını HDP’ye kaptırmak. Onun da etkisiyle bu seçimlerde daha fazla “sol” söylemleri öne çıkartıyor. “Bu düzen değişmeli”, “halkın iktidarı kurulacak” gibi Ecevit’in 1974’te kullandığı sloganları kullanıyorlar.
Elbette bu değişim, sadece HDP’ye oy kaptırmamaktan gelmiyor. Şu dönem kitlelerin istemlerinin de bu yönde olması, CHP’yi yeniden “sol”a yöneltiyor. Milletvekili adaylarının da “sol” tandanslı olmasına özen gösteriyorlar. Zaten “önseçim”lerde en yüksek oyları alanlar, bu türden adaylar oldu. Örneğin Mustafa Sarıgül, çok zengin bir kampanya yürütmesine rağmen 5. sırada kaldı. (Kontenjandan gelecek isimlerle 10. sıraya gerileyeceği bildirildi.) Buna karşın kitle eylemlerinde sıkça görülen ve “sol” kimlikleri daha belirgin olan Aykut Erdoğdu, İlhan Cihaner, Mahmut Tanay, Özgür Özel gibi isimler, ön sıralarda yer aldılar. Bu tercihler, kitlelerin nasıl bir milletvekili istediğini de ortaya koyuyordu.
CHP seçim programının daha halkçı bir çizgide olacağı şimdiden netleşmiş durumda. Programın ağırlıklı bölümünün ekonomi olacağı söylendi. Krizin etkilerinin halkın cebini iyice yakmaya başladığı bugünlerde, ekonomik taleplerin öne çıkması, son derece doğal. Bir yanda artan dolar, diğer yanda büyüyen enflasyon, başta gıda olmak üzere en temel ihtiyaçları astronomik bir şekilde zamlandırdı. Buna karşılık asgari ücret, açlık sınırının altında. Ücretlere yapılan zamlar yüzde 3-5 oranında… Bu koşullarda Kılıçdaroğlu’nun emeklilere yılda iki kez “bayram ikramiyesi” vaadi bile büyük bir ilgi gördü. Üstelik “noter tastikli” olan bu vaadin CHP’nin oylarını daha şimdiden arttırdığı söyleniyor. Hemen ardından Davudoğlu’nun emeklilerin maaşına seyyanen 100 TL zam yaptıklarını duyurması, CHP’nin vaadinin ne denli etkili olduğunu gösteriyor.
Kısacası CHP, yeni imaj yöneticileriyle, seçim vaadleriyle, milletvekili adaylarıyla, yeniden “sol”a yöneldiğinin işaretlerini verdi ve bu durum CHP’yi canlandırdı. Özellikle de “ön seçim” çalışmaları, CHP’ye adeta “tazen kan” oldu ve kendine güvenini getirdi. Giderek daha iddialı konuşuyorlar. Bu seçimlerin herhangi bir seçim değil, “rejim değişikliği”ni getireceği, bir “dönüm noktası” olacağı üzerinde duruyorlar, o yüzden de AKP’nin tek başına hükümet kuramayacağı bir meclis bileşimi istiyorlar. Zaten hedeflerinin yüzde 35 olduğunu deklare ettiler. Dolayısıyla CHP, seçim sonrası bir koalisyon hükümetinin “büyük ortağı” olmaya hazırlanıyor. Seçim stratejisini de bunun üzerine oturtmuş görünüyor.
HDP’nin sıkıntıları
Bu seçimin en gözde partisi HDP’nin ilk başlarda estirdiği rüzgar, biraz durulmuşa benziyor. Bunda en önemli faktör, HDP’den aday olacağı söylenen milletvekillerinin tabanda bir hoşnutsuzluk yaratması.
Henüz milletvekilleri adayları netleşmiş değilse de, geçmişte AKP grup sözcülüğü yapmışDengir Mir Mehmet Fırat’ın isminin geçmesi bile yetti. Kılıçdaroğlu’nun ortaya çıkardığı ilk yolsuzluk dosyası, Dengir Fırat’ındı. Ve AKP’de yolsuzluktan dolayı istifa zorlanan tek isim Fırat oldu. Fırat’ın bölgedeki uyuşturucu trafiğine de bulaştığı söylentiler arasında. Böyle bir kişinin HDP’den aday olması ihtimali bile, HDP’ye oy verecek olanlarda rahatsızlık yarattı.
Sadece bu örnek, HDP’nin milletvekili adaylarını belirleme işinin hiç kolay olmayacağını gösteriyor. Daha önce Kadir İnanır’ın da adı geçmiş, fakat İnanır bunu kabul etmediğini bildirmişti. HDP, tanınmış isimlere yönelmiş görünüyor. Bu durumun tabanda nasıl karşılanacağı belirsiz. Bugüne dek Kürt halkı kendi yanında gördüğü, tanıdığı, birlikte eylem yaptıkları vekilleri seçmişti. Şimdi durum değişti. Çünkü HDP’yi destekleyeceklerini açıklayan kurumlar, ondan milletvekili de istiyorlar. Başta Aleviler olmak üzere çeşitli ulusal azınlıkların mecliste temsili, HDP’yi zorlayacaktır. Önceki dönemde Süryani bir adayı meclise taşıyan HDP, şimdi diğer azınlıkların bu yöndeki taleplerini yerine getirmekle karşı karşıya.
Yüzde 10 barajının aşması durumunda 60 civarında milletvekili çıkaracağı varsayılıyor. Yeni adaylara yer açmak için, şu an milletvekili olanların büyük bir kısmını yeniden aday yapmayacaklar. Eşbaşkanlar ve “İmralı heyeti” dışında kalan milletvekillerinin bu dönem seçilmeyeceği bildirildi. HDP’de “iki dönem” kuralı da var. Yani iki kez seçilenler yeniden aday olamıyor. Bu durumda 16 milletvekilinin adaylığı otomatikman düşüyor. Demirtaş’ın bunlarla tek tek görüşeceği, belki farklı görevler teklif edeceği söyleniyor. AKP’nin “üç dönem” milletvekillerine “plaket” verilerek onure etmesi gibi, HDP de kimseyi küstürmeme gayretinde.
HDP, bu seçimlerde asıl olarak Alevi oylarını almak istiyor. Bu yönde yoğun bir çalışma içindeler. Avrupa Alevi Birlikleri başta olmak üzere bazı Alevi kurumları, HDP’yi destekleyeceklerini açıkladı. Daha önce ekseriyatı CHP’ye oy veren Alevi kurumları, bu seçimlerde bölündüler. Özellikle yurtdışında HDP, CHP’den daha fazla oy potansiyeline sahip. Yurtdışında çalışmaya giden, ya da zorunlu sürgün yaşayan Kürtlerden, mültecilere kadar geniş bir yelpaze HDP’ye oy verecek. O yüzden HDP yurtdışından gelecek oyları çok önemsiyor ve onları oy kullanmaya teşvik ediyor.
HDP’nin en önemli kozu, genç ve nüktedan bir eşbaşkana sahip olması. Demirtaş, sadece kendi tabanının değil, genel kitlenin de sempatisini topluyor. Zaten cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 10’a yaklaşan bir orana ulaşmalarında, Demirtaş’ın kişiliği önemli bir rol oynamıştı.
Son olarak meclisteki grup toplantısında en kısa süreli konuşmayı yaparak (2 dakika) bir kez daha dikkatleri üzerine çekti. Konuşmasının tek konusu, Erdoğan’ı başkan yaptırmamaktı. Belli ki, HDP’ye oy vermeyi düşünen liberal, demokrat kesimlerden, HDP’nin AKP ile bir kez daha uzlaşarak Erdoğan’ı başkan seçtireceğine dair kaygılar yükselmişti. Demirtaş, bu kaygıları yatıştırmak ve onların güvenini kazanmak için, adeta “Erdoğan’ı başkan yaptırmayacağız” yemini yaptı.
Demirtaş bu sözü verdi de, Öcalan bu konuda iki yıl kadar önce söylediklerini geri aldı mı?
Öcalan ile “İmralı heyeti”nin 23 Şubat 2013’te gerçekleşen görüşmesinde, üzerinde en çok durulan konulardan biri, başkanlık sistemi olmuştu. Öcalan, “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz” diyordu. Hem de bunları “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim”, “biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk” diyerek, AKP’ye verilen desteği itiraf ederken ve bunun AKP tarafından istismar edilmesinden yakınırken söylemişti. (Tutanaklar ortadadır.)
Bildiğimiz kadarıyla Öcalan, sonrasında bu görüşlerini değiştiren farklı bir açıklama yapmadı. O halde Demirtaş, Öcalan ile çelişme pahasına mı “Erdoğan’ı başkan yaptırtmayacağız” sözü verdi; yoksa “dün dündür, bugün bugün” diyerek, hiçbir özeleştiri yapmadan U dönüşü mü yapıldı?
Demirtaş’ın yemin billahına rağmen, HDP şahsında Kürt siyasal hareketine güven duyulmamasının böyle haklı nedenleri bulunuyor. Bugüne dek hemen her seçim öncesi AKP’ye destek verildi. AKP için kritik önemde birçok konuda ya sessiz kalarak, ya onay vererek adeta “koltuk değneği” olundu. En son Erdoğan’ın meclisteki cumhurbaşkanlığı yemini sırasında, Demirtaş’ın ayakta alkışlaması hatırlardadır.
Özcesi HDP ne sözler verirse versin, AKP konusunda kitlde henüz tam bir güven sağlamış değil. Ama Erdoğan’ın başkanlığını artık ABD’nin bile istemediği koşullarda, kürsüden “Erdoğan’ı başkan yaptırtmayacağız” demek kolaydır. Ama tabi “Erdoğan’ı başkan yaptırmama” sözü, ne “başkanlık sistemi”ne karşı oldukları anlamına geliyor; ne de Erdoğan dışında başka bir AKP’linin başkanlığını dışlıyor.
HDP bu konuda net bir görüşe hala sahip değil. Kimi HDP’liler, AKP’yi “rejimi değiştirmek”le suçluyor ve varolan rejimin savunucusu durumuna düşüyor. Parlamenter ya da başkanlık, bu faşist sömürücü rejimi savunmak HDP’ye düşmemeli!
Bütün bu sorunlara, sıkıntılara rağmen HDP, büyük olasılıkla yüzde 10 barajını aşacaktır. Hatta bazı araştırma şirketleri yüzde 11 bile göstermektedir. Her ne kadar CHP “önseçim” atağı ile tabanından HDP’ye kayışı nispeten engellese de, CHP’den HDP’ye akış olacaktır. Daha önce AKP’ye giden bazı Kürt oylarını alması da mümkündür. Ama asıl olarak, bugüne dek sandığa gitmeyen kesimleri kendisine çekmiştir. Bu yanıyla parlamentodan kesilen umutları yeniden canlandırma gibi, düzene büyük bir rahatlama sağlayan bir rol üstlenmiştir.
Parlamenterizme karşı mücadele
7 Haziran seçimlerinin rejim açısından kritik önemde olduğu kesindir. AKP, bir kez daha tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde ettiğinde, bugüne dek fiilen yaptığı pek çok şeyi yasalaştıracaktır. Fakat Erdoğan’ın üzerinde ısrarla durduğu “başkanlık sistemi”ne geçiş, egemen klikler arasında süregelen çelişkilerden dolayı, yine de mümkün görünmemektedir. Zaten AKP içinde bile “başkanlık sistemi”ne karşı olanlar vardır. Abdullah Gül, bunu açıkça ilan etmiştir.
Seçimler yaklaştıkça, AKP’nin meclisteki eski gücüne ulaşamayacağı daha fazla netleşiyor. Birinci çıkması durumunda bile, koalisyon yapmak zorunda kalacağı, ya da farklı koalisyon seçeneklerinin devreye gireceği anlaşılıyor. Her halükarda bir partinin tek başına hükümet kuramayacağı, geçmişte olduğu gibi yeniden koalisyon hükümetleri döneminin başlayacağı, az-çok belli olmuştur.
Egemenler cephesinden bu seçimler, “rejim değişikliği”ne izin verilip verilmeyeceği açısından kritik öneme sahiptir.
Devrim cephesinden ise, parlamentonun yeniden bir “umut” olarak sunulması, devrim yerine düzen-içi iyileştirmelerin öne çıkarılması, bu doğrultuda kitlelerin sandığa çağrılması gibi, çok daha ciddi bir durum sözkonusudur. Reformizmin en uç ve en açık hali olan parlamenterizm, tüm bünyeyi sarmış durumdadır. ’71 devrimci kopuşu, parlamenterizmden kopuştu. O dönem TİP’le estirilen parlamenter hayaller, ’71 devrimciliği ile tuzla-buz edilmişti. Şimdi HDP ile aynı rüzgar estiriliyor. Ve bugüne dek “seçimler çare değil, tek yol devrim” diyenler, hatta her durumda seçimleri boykot edenler, HDP’nin arkasına takılmış gidiyor. Bu yönüyle Türkiye devrimci hareketinin yaklaşık 40 yıllık bir geriye sürükleniş içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette komünist ve devrimcilerin “parlamentodan yararlanma” ilkesi çerçevesinde bağımsız aday çıkarması, ya da devrimci bir partiyi desteklemesi mümkündür. Ancak tarihin hiçbir döneminde komünistler, kitlelere parlamentoyu “umut” olarak göstermezler. Parlamentoda belli bir sayıya ulaştıklarında “halkın iktidarı”nı kuracaklarını iddia etmezler. Aksine parlamentonun bu düzenin “incir yaprağı” olduğunu, asıl kararların farklı yerlerde alındığını, orada bir oyun sergilendiğini anlatırlar. Ve parlamento kürsüsünü de bu “oyunları” teşhir etmek, perde arkasında alınan kararları kitlelere duyurmak için kullanırlar. Halkın iktidara gelmesinin ancak devrimle olacağını, gerçek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu sürekli yinelerler.
HDP bunların hangisini yapıyor? Programında “devrim” ve “sosyalizm” sözcük olarak bile geçmiyor! Adına “yeni yaşam” dedikleri programları, tamamen sistem-içi iyileştirmelerle sınırlı. Öcalan’ın “müzakere başlıkları” olarak sıraladığı 10 madde içinde, kitlelerin somut demokratik-ekonomik taleplerinden bir teki bile yoktur. Soyut laf kalabalığı içinde çözüm sürecini bir biçimde yasal kılıfa sokma gayretinden ibarettir. Seçim barajının kaldırılması, hasta tutsakların bırakılması, hatta “iç güvenlik paketi”nin geri çekilmesi gibi en basit şartlar bile ileri sürülmüş değildir.
Sözde bunlar, “şart” olarak konuşulmayacak, hemen yapılması gereken şeylerdir. Ama yıllardır “çözüm süreci” adı altında yapılan görüşmelerde bu doğrultuda tek bir adım atılmadı. Buna karşın masadan da kalkılmadı. Son olarak hükümetle İmralı heyetinin ortak açıklamasının ardından, Pervin Buldan “hükümetin iç güvenlik paketini çekeceğini, hasta tutsakları bırakacağını” söylemişti, ama hükümet en önemsediği maddeleri geçirerek paketi yasalaştırdı bile. Bu arada bir tek hasta tutsak tahliye edilmedi ve içeriden cenazeler gelmeye devam ediyor…
Daha bir dolu gerçek ortada iken, kendine devrimci, sosyalist diyen birçok kişi ve kurum, HDP’ye oy vereceklerini duyuruyor ve kitlelerden HDP’ye oy istiyorlar. Kitleleri sandığa gitmeye teşvik ediyor, parlamenter yoldan birşeylerin değişebileceğine inandırmaya çalışıyorlar. Kısacası yıllardır savundukları görüşleri terk ederek, reformizmin kirli sularına yelken açıyorlar. Ve ne yazık ki, geçmişte söyledikleriyle bugün yaptıkları arasındaki çelişkiye dair tek bir satır yazmadan, tek bir açıklama yapmadan…
Biz komünistler, tek başımıza kalma pahasına kitlelere gerçekleri söylemekle yükümlüyüzdür. Reformizmin kendini parlamenterizm biçiminde en pespaye haliyle ortaya koyduğu bu kesitte, görev ve sorumluluğumuz daha da büyüktür. Bir kez daha ’71’in devrimci kopuşu yerine getirilmeli, parlamenterizme prim verilmemelidir.
Parlamenterizme karşı mücadele, günün devrimci görevidir. Bunun somut karşılığı ise, “seçimler çare değil, sandığa gitme”dir. “Düzen partilerine oy yok”, “Kurtuluş devrimde, sosyalizmde” sloganlarını ısrarla yükseltmektir. Komünistlerin ve tutarlı devrimcilerin tavrı bu olmalıdır.