Tacizin ifşası, devrimci bir tutumdur

Yazar Hasan Ali Toptaş’a dönük olarak internette başlayan ifşa hareketi hızla yayıldı ve Ekim 2017’de dünyayı etkisi altına alan #MeToo dalgasına benzer bir rüzgar esti. Bir kadının yazdığı tweetin ardından, 20 kadın daha Hasan Ali Toptaş tarafından bir tarihte tacize uğradıklarını anlattı. Bu arada başka yazarlar için de taciz saldırıları ifşa edildi. Ve gerici kimliği bilinen bir yayınevi sahibi, “iddialar doğru, bu utançla yaşayamıyorum” diyerek intihar etti.

Hasan Ali Toptaş’ın çalıştığı yayınevi olan Everest ile birlikte bir çok yayınevi, internette taciz suçlamasının öznesi olan isimlerle ilişkilerini kestiklerini açıkladılar; verilen bazı ödüller de geri alındı.

Hasan Ali Toptaş ise, önce özür diliyormuş gibi yaptı; ancak “suçlu” olan kendisi değil, “eril faillik”ti! Sonra kendisinden daha fazla “kralcı” kesilenleri görüp cesaret alınca, bundan da vazgeçti; aslında özür dilemediğini, suçlu olmadığını belirtti. Böylece “eril faillik” de aklanmış oldu!

Toptaş’ı savunmak için cengaverce ortaya atılanların bu çabası da başka bir soru işareti yarattı. Bu kadar açık bir suç karşısında, üstelik fail suçunu itiraf etmişken, onu aklama-kadınları suçlama çabasına girenler; belki de sıranın kendilerine gelmesini önlemeye, kendilerini ifşa etmeye hazırlanan kadınların önünü kesmeye çalışıyordu. Net olan şudur: Suçlunun yanında durmak, suça ortaklıktır; ya zihinsel ortaklık, ya da doğrudan fiilde ortaklık!

Taciz iddialarının hedefindeki isimler edebiyat dünyasından olunca, karşı çıkışlardaki argümanlar da daha demagojik, daha sinsi, daha saldırgan oluyor. Bugüne kadar gerici-şeriatçı kesimlerden duymaya alışkın olduğumuz argümanlar, “sol” ve “özgürlükçü” söylemle bulamaçlanıp önümüze kondu. Ve bunlara yanıt verme zorunluluğunu doğurdu.

 

Taciz-tecavüz “hata” değil, “suç”tur

İlk yapılması gereken, tacizin ve tecavüzün hafifsetilmesine karşı durmaktır. Taciz ve tecavüz, bilinçli ve iradi biçimde işlenmiş cinsel suçlardır. Bu konudaki netlik asla karartılmamalı, karartılmasına izin verilmemelidir. İkisi de suçtur; adları “cinsel saldırı” olarak tanımlanmıştır, uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda cezası da belirlenmiştir.

Kadının ya da çocuğun (elbette cinsel saldırıya maruz kalan erkeğin de) “hayır” dediği, “hayır” anlamına gelen bir davranışta bulunduğu, isteksiz davrandığı (ve hatta dehşetle donup kaldığı) an, taciz noktasıdır. “İltifat etmek” elbette suç değildir; ancak bir davranışın “iltifat” mı, “taciz” mi olduğunu, hareketi yapan da, buna maruz kalan da net olarak bilir, hisseder. Hiç bir demagojik savunma, bu gerçeği değiştirmez. Mesela “parkta oturan bir kadının saçını, ondan izin almadan okşamak” (Muzaffer Oruçoğlu’nun yapmakla övündüğü davranış), izin almadan bedenine dokunmak, yaşam ve zihin alanının sınırlarını ihlal etmek, Avustralya’da da, dünyanın her yerinde de, her gelir ve kültür grubundan insan için de, açık-net bir tacizdir.

Hele ki tecavüzün “zorla olmadığı”nı, “karşı tarafın hayırhah tutumuyla olduğunu” (Yine Muzaffer Oruçoğlu-13 Aralık, Komün Tv’de yayınlanan program) ileri sürmek, insanın kanını donduran bir ifadedir. Gerici-şeriatçı kesim bile bunu bu tarzda savunacak kadar ileri gidememişken, devrimci bir geçmişe sahip, şimdi de solcu olma iddiasındaki birinin bu savunusu çok net biçimde teşhir; bunu savunan da tecrit edilmelidir. Bu yanıyla, Demokratik Kadın Hareketi adına 14 Aralık günü yayınlanan eleştiri yazısı, zayıf ve yetersiz kalmıştır.

Geçerken, çok çarpıtılan bir konuya dair de görüşümüzü belirtelim: “Cinsel özgürlük” kavramı, burjuva literatüre ait, erkeğin yararına üretilmiş bir kavramdır; sosyalizmdeki “cinsel devrim” ise, kadının yararını gözeten bir içeriğe sahiptir. Bu, başka bir yazının konusudur.

 

İfşa etmek doğru bir tutumdur

Taciz ve tecavüzü gerçekleştirenler, bir “görünmezlik” perdesinin ardında saklanmanın konforunu yaşarlar. Gizli saklı köşelerde, tanığın-kameranın olmadığı alanlarda gerçekleşir bu saldırılar. Ve kadınlara, uğradıkları saldırıdan “utanmaları” öğretilmiştir; insanların emeğiyle birlikte “etini” de sömüren sınıflı toplumlar tarafından.

Bu nedenle cinsel saldırıyı gerçekleştiren sapıklar gururla-kasılarak gezerken, bu saldırının mağduru kadınlar saklanır, ezilir, yaralarını içinde saklar. Suç işlenmiştir, suçlu cezasını çekmemiştir; bir daha, bir daha yapar, hayatının en doğal işine dönüştürerek. Hiçbir cinsel saldırganın tek fiili yoktur. Ve saldırıya uğrayan konuşmadıkça, teşhir etmedikçe, suçun cezası verilmedikçe, saldırganın cesareti de artar, sistematik hale gelir.

Bu nedenle, hiçbir kanıtı-tanığı olmayan cinsel saldırılar konusunda bile doğru tutum; ifşa etmek, teşhir etmektir.

“İfşa etme” tutumunun “feminist bir davranış” olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Zira bu, devrimciler tarafından çok uzun zamandır mücadelesi verilen bir konudur. İşkencehanelerde ve hapishanelerde işkencecilerin tecavüzüne-tacizine uğrayan kadın ve erkek devrimciler, yıllar boyunca bunları teşhir etti, basın açıklamaları, suç duyuruları ile bu saldırının üzerine gitti. Keza son günlerde “soyarak arama” adı verilen taciz işkencesi de, etkin biçimde dile getirilen, mücadele edilen bir konu oldu. Bunlar daha da güçlendirilmeli; işkencenin her türü ile birlikte, cinsel taciz de daha fazla teşhir edilerek mücadele büyütülmelidir.

Günlük yaşamdaki cinsel saldırı ile, işkencehanelerdeki cinsel saldırı arasında bir fark vardır elbette. Ancak bu fark, sanıldığı kadar büyük ve özsel bir fark değildir. İki tarafta da “egemen” olanın, daha güçsüz gördüğü kişilere dönük pervasız saldırganlığı sözkonusudur. İki tarafta da, saldırıya uğrayan konuşmadığı sürece, saldırganın pervasızlığı artar, başkaları da aynı saldırıya maruz kalır.

Bu nedenle bizi ilgilendiren unsur, saldırganın prestiji (devletin bekası ya da bir yazarın “muhteşem” kariyeri) değil, saldırıya uğrayanın yaşadıklarıdır.

Tam da bu nedenle, ifşa etmek doğru-devrimci bir tutumdur; her koşulda ve tartışmasız desteklenmelidir.

Bu arada, feminist hareketin son günlerde önemli bir gündem oluşturan “soyarak arama” konusundaki sessizlikleri çarpıcıdır; ancak şaşırtıcı değildir. Tek tek “erkek”lerin tek tek kadınlara dönük cinsel saldırılarına karşı mücadele yürüten, devlete karşı mücadelesini “cinsel saldırganlara dönük cezasızlık politikası” ile sınırlayan feminist hareket, “devletin doğrudan cinsel saldırıları”nı (işkencede ve hapishanedeki tecavüz ve taciz vakalarını) görmezden gelerek, kendi sınıfsal duruşunu da net olarak ortaya koymaktadır.

 

İfşa için “doğru zaman” nedir?

Sınıflı toplumların şekillenişi içinde, cinsel saldırıya uğrayan kadının (ya da çocuğun, erkeğin), bu konu hakkında konuşması, cinsel saldırının kendisi kadar yaralayıcıdır. Bu nedenle özellikle kadınlar, yaşadıklarıyla genel olarak başedemezler. Böyle bir saldırıyı sorunsuzca atlatabilen, umursamadan hayatına devam eden kadın yok gibidir. İçe kapanmak, karakterin değişmesi, hayat karşısındaki duruşun ve iddianın titrekleşmesi, en “hafif” sonuçlardır. Yetersizlik hissi, özgüven kaybı, işinden-mesleğinden olma vb. yaygın biçimde yaşanır. Hayata küsen, ölmek isteyen, ölmeye çalışırken sakat kalan ya da intihar eden kadın sayısı, hiç de azımsanmayacak düzeydedir.

Tanımadığı kişinin tacizine uğrayan kadınların, yolda yürürken arkasına fırlattığı bakışlar ya da toplu taşıma araçlarında sürekli ortamlarını kontrol etmesi, hayatın rutini halindedir.

Cinsel saldırıya uğrayan kadının “öğretilmiş” davranışı, kendini suçlamaktır. “Benim bir davranışım, giysilerim, kullandığım bir kelime, bir bakışım-gülüşüm bu saldırıya yol açtı mı” sorusunu kendisine tekrar tekrar sorar. Bitmek tükenmek bilmez bir muhasebedir bu; çünkü olay duyulduğu anda önce mağdur suçlanacaktır. Sınıflı toplumların erkek-egemen doğası budur; saldırgan iç-huzuruyla ve gururla yaşamaya devam ederken, mağdur “saldırıya sebep vermekle” suçlanır. Yaşanan saldırının utancı, saldırgana değil, mağdura yüklenir.

Bu nedenle mağdurların, uğradıkları saldırıyı açıklamaları son derece zor; çoğu zaman imkansızdır. Onun içindir ki, ne zaman kendilerini hazır hissederlerse o zaman açıklamalıdırlar. Kimi zaman saldırı gerçekleştiği anda (son dönemlerde toplu taşıma araçlarındaki tacizlerin hemen ifşa edilmesindeki artış olumludur. Keza, işkencedeki cinsel saldırının, daha şubeden çıkmadan yüksek sesle diğer hücrelere duyurulmasının yaşanmış örnekleri vardır), kimi zaman 20 yıl sonra…

Mağdur, göğüslemesi gereken toplumsal baskıya kendisini hazır hissettiğinde konuşacaktır. Bunda bir zaman kriteri oluşturmak, “neden şimdi” diye sormak anlamsızdır; mağduru suçlama çarpıklığının sürdürülmesidir.

 

“Kadının beyanı esastır” ne anlama gelir?

Hukuksal bir terim olan “kadının beyanı esastır” ilkesi, “kadının beyanı doğrudur” anlamında değildir. Bu bir başlangıç noktasıdır. Herhangi bir “suç soruşturması”, bir kanıt-tanık üzerinden ilerler. Cinsel saldırılarda ise genel olarak kanıt-tanık olmaz. Bu durumda, yine uzun mücadeleler sonucunda Yargıtay içtihatlarına girerek yasal hale gelmiş olan bu ilke devreye girer. Cinsel saldırının doğasında var olan “benim sözüme karşılık senin sözün” pervasızlığını tersine çevirecek ve rolleri eşitleyecek olan, “kadının (mağdurun) beyanının esas” olmasıdır.

Bu ilke, yukarıda anlattığımız, kadının bu olay karşısında genel olarak konuşmayacağı, kendini durduk yere büyük bir toplumsal yükün altına sokmayacağı öngörüsünden hareketle belirlenmiştir. Sonuçta bu iddiaların konuşulması, yine en çok kadını yaralayan, kadının yaralarını tekrar tekrar kanatan bir durumdur.

Bu ilke, soruşturmanın başlamasını sağlayan unsurdur; hüküm değildir!

Soruşturma başlar, saldırganın kendisini savunma-aklanma hakkı yine de saklıdır.

Bu durumu kötüye kullanmak isteyenler olmaz mı; elbette ihtimaldir. Ancak kötüye kullanım çabası, bütün yasalar için sözkonusu olabilir. Kaldı ki, “mağdurun beyanı esastır” ilkesi, çok uzun mücadelelerin, birikimlerin ürünüdür; ve her türden kötüye kullanma ihtimalinden daha değerlidir; tartışmasız biçimde bu ilkeye sahip çıkılmalıdır.

 

Cinsel suçlara karşı mücadele de sınıfsaldır

Son aylarda, özellikle “sol” ve muhalif görünen kesimlerdeki cinsel taciz olayları basında yer almaya başladı. Önce DİSK örgütlenme sekreteri, ardından CHP kadroları, şimdi de edebiyat dünyasının ünlü-ünsüz isimleri… Durumu daha vahim hale getiren; tacizcilere arka çıkan, onları koruyan-destek olanlar içinde devrimci-solcu geçmişe sahip olanların da bulunmasıdır.

Bu tablo, kadın hakları konusunda ne kadar geriye gidildiğinin göstergesidir. Aynı zamanda, kadın mücadelesinin sınıf mücadelesinden asla bağımsız olmadığının, sınıf mücadelesinin gerilediği koşullarda kadınların hak kayıplarının da derinleştiğinin kanıtıdır.

Geçmişte, bu türden olaylar patlak verdiğinde, en azından susan-taraf olmayan kesimlerin, şimdi saldırgan tarafın lehine bir duruş içine girmesi, bu mevzi kaybının en çarpıcı yanlarından biridir. Esasında dinci-gerici kesimlerden bu tür davranışlar yadırgatıcı değildir. Fakat burjuva, küçük-burjuva aydın, sanatçı kesimlerin içinden, cinsel tacizde bulunan veya bunu yapanları destekleyenlerin çıkması, şaşırtıcı ve sarsıcı oluyor. Bu durum meseleye sınıfsal bakılmadığının da bir göstergesi aynı zamanda. Oysa dinci-gericisi de liberal solcusu da aynı sınıftan (burjuva ideolojiden) besleniyor. Dahası, erkek egemen ideolojinin vantuzlarını tüm kesimlere uzattığı, şu ya da bu oranda etkisi altına aldığı unutulmamalı. Buna karşı verilecek ideolojik mücadele de, bir bütün olarak sınıflı toplumlara, günümüzde kapitalizme karşı verilecek mücadelenin bir parçası olmak zorunda.

Diğer yandan feministlerin yaptığı gibi genel olarak mücadeleyi “kadınlar-erkekler” ikilemine sıkıştırmak da doğru değildir. Tacize-tecavüze karşı duran ve ona karşı mücadelenin içinde yeralan erkekler olduğu gibi, bunları savunan, meşrulaştıran kadınlar da çıkmaktadır. Ki son olayda bir kadın avukat, tacizci yazarı savunabilmiştir. Dolayısıyla soruna cinsel yönden değil, sınıfsal-siyasal yönden bakmak gerekir.

* * *

Sonuç olarak; feministlerin iddia ettiğinin aksine, kadın sömürüsü ve kadına dönük saldırganlık, sadece “kadın dayanışması” ve mücadelesiyle, bu düzen içinde yapılacak kimi değişikliklerle önlenecek bir şey değildir. İçinde işçi-emekçi erkeklerin de yeraldığı sınıfsal bir mücadeleyle ve radikal dönüşümlerle yol alınacak ve nihai olarak ancak sınıfsız topluma doğru ilerleyişle çözülecektir.

Bugün verilen mücadeleyi asla küçümsemeden, ama bakışaçısını değiştirip büyüterek, ifşayla yetinmeyip yargılayan-sonuç alan yöntemlerle, artan cinsel saldırganlık durdurulmalıdır. Bu sadece kadınların sorunu değildir, bir bütün olarak insanlığın, insan olarak kalabilmenin bir gereğidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …