Mücadele Tarihinden: BOĞAZİÇİ İŞGALİ

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri 1 Şubat günü rektörlük binasının önünde toplandıklarında, kayyum rektör Melih Bulu’ya soruları olduğunu belirtmişlerdi. Aslında bir aydır gerek öğrenciler, gerekse öğretim görevlileri, rektörlük binasının önünde ve Güney Kampüs’ün bahçesinde sayısız eylem gerçekleştirmişlerdi; bu da onlardan biriydi. Ancak bu defaki eylem daha uzun ve daha güçlü örgütlenmişti.

Kayyum rektör atamasından bugüne devletin tutumu her aşamada saldırmak, polis gücü ve gözaltılarla yıldırmaya çalışmak oldu. Fakat öğrencilerin eylemlerindeki ısrar ve kararlılık ile kitle desteğinin giderek büyüyor olması, önemli bir tehdide dönüştü. Tam bu noktada, rektörlük önündeki eylemi bahane ederek, Boğaziçi Üniversitesi’nin içine polis sokuldu ve çok sayıda öğrenci gözaltına alındı. Üniversitenin içine polisin girmesi, öğrencilere bu  kadar vahşi biçimde saldırmasına tepkiler büyüyünce, bu defa “Rektörlüğü işgal edeceklerdi” yalanına başvurdular.

 

Boğaziçi rektörlüğü 1992 yılında işgal edilmişti

Aslında “Rektörlüğü işgal edeceklerdi” sözü, salt polisi içeri sokmak ve saldırmak için üretilmiş bir bahane değildi. Gerçekten de, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünün 1992 yılında işgal edilmiş olması, egemenlerin belleğinde bütün tazeliğiyle duruyor. O işgal, devlet açısından öylesine etkili ve sarsıcı olmuştu ki, bunu unutmaları mümkün değil. Bu nedenle öğrencilerin kararlı bir biçimde rektörlük önünde toplanmaları, devlet hafızasının 1992’deki işgali, büyük bir dehşetle hatırlamasına neden oldu. Bugünkü eylemin de, anlık bir coşku ve yönlendirmeyle işgale dönüşmesi ihtimalinin önünü kesmek istediler.

1992 yılındaki işgal, Zonguldak-Kozlu’da maden ocaklarında katledilen madencilerin haykıran soluğu olmak için gerçekleştirilmişti. Yaşanan, Türkiye tarihindeki en büyük madenci katliamıydı. 3 Mart 1992 günü maden işçileri, sızan gazı çok önceden farketmişler ve patronları-mühendisleri uyarmışlardı. Buna rağmen önlem alınmadan ocaklardaki çalışma sürdürüldü. Ve 16-24 vardiyası, patlayan grizu ile tonlarca toprağın altına gömüldü. Maske yoktu, önlem yoktu, işçilerin canının değeri yoktu!!! Ve bu defa, yüzlerce madenci toprak altında kalmıştı.

Katliamı daha korkunç hale getiren ise, “yangın sıçramasın diye” yeraltındaki madencileri kurtarma çalışmalarının durdurulması ve üstlerine beton duvar örülmesiydi. Enkaz altındaki madenciler, canlı canlı ölüme terkedildiler. Günler sonra ocaklar açıldığında, birbirine sarılarak ya da sırtını duvara dayayarak ölümünü beklemiş madenci cenazeleri bulunmuştu. Patlamada ölen işçilerden çok daha fazlası, üzerlerine örülen duvarla, diri diri gömülmüştü.

Bu kadar ağır bir katliam, iki gün sonra başlayan Azeri-Ermeni savaşının gölgesine atıldı, gündemden düşürüldü, unutturuldu.

Olay böylesine büyük, madenci katliamı böylesine vahşi, egemenlerin tutumu ise bu kadar pervasız olunca, yapılan protesto eylemleri de çok yetersiz kalmıştı. Özellikle öğrenci gençlik, bir yükseliş süreci yaşıyor olmasına rağmen, dönemin olağan eylemlerinin dışına çıkan bir tutum alamadı. Genel olarak gençlik içinde, özel olarak da Boğaziçi Üniversitesi’nde etkili bir güce sahip olan Genç Komünarlar (GK) diğer gençlik örgütlerine “daha etkili eylemler” yapma çağrısında bulundu; fakat kabul edilmedi. Bunun üzerine GK, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünü işgal etme kararı aldı. Bu kararı diğer gençlik örgütlerine bildirdiğinde, “BÜ’de işgal boğulur” yanıtını aldı. Onlar sadece forum ve yürüyüşe katıldılar. Diğer siyasetlerin de katılabileceği umuduyla, işgalin pankart ve dövizleri imzasız olarak hazırlanmıştı; başkası katılmayınca imzalar sonradan eklendi.

 

İşgal nasıl gerçekleşti

27 Genç Komünar’ın, 9-11 Mart 1992 tarihleri arasında gerçekleştirdiği rektörlük işgali; işgalcilerin militan duruşu, rektörlük önündeki kitlenin kararlı desteği ve Zonguldak maden işçileri başta olmak üzere işçi sınıfında oluşturduğu güçlü duygu bağı ile, günlerce gazete manşetlerinde yer aldı, televizyon programlarında konuşuldu. Unutturulan madenci katliamı yeniden gündemleşti. İşçi sınıfına öğrenci gençlik içinden yükselen bu güçlü destek, öğrenci-işçi dayanışması açısından da çarpıcı bir örnek yarattı.

İşgal, Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü içinde yapılan bir yürüyüşle başlatılmıştı. Bir madenci disipliniyle illegal olarak örgütlenmişti. Karar alma süreçlerine katılanlar dışında, kimsenin işgal hedefinden haberi yoktu. Devletin kulağına gitmeden eylemin başarısını garanti altına almanın tek yolu buydu.

Öğlen saatlerinde forumla başlandı. Ardından kampüs içi yürüyüşe geçildi, pankartlar ve sloganlarla. Ve rektörlüğün önüne gelindiğinde, kapıdan içeri giriverdiler. Kapının girişinde işgalin duyurusu yapıldı bütün kitleye. Çıkmak isteyenler çıktı, sadece işgale katılmaya gönüllü olanlar kaldı. Böylece 27 Genç Komünar’ın BÜ işgali başlamış oldu.

İlk iş olarak rektörlükte çalışanlar sorun yaratmadan dışarı çıkarıldı. Kimsenin kalmadığından emin olduktan sonra, ilk barikat kuruldu dış kapının önüne. Suyun kesilmesi ihtimaline karşı bulabildikleri tüm kaplara su dolduruldu ve gaz bombaları için ikinci kattaki büyük salonun çeşitli noktalarına yerleştirilidi. Havlular ıslatıldı bu arada. Oldukça geniş olan pencereler de barikatlandı. Yanlarında getirdikleri taşları, sopaları, molotofları uygun biçimde yerleştirdiler.

Dışarıda telsizler işlemeye başlıyor. İşiten inanmıyordu telsizin öte ucundan. Kafalarından aşağı boğazın tonlarca suyu dökülüyordu. Polis otoları geliyor önce. Siviller, çevikler doluşuyor kampüsün içine, şaşkınlık ve panik içinde. Ve özel harekat helikopterlerinin patapatlar duyuluyor rektörlük binasının üzerinde. 12 kişilik özel harekat timi kampüs bahçesine iniyor.

Bu arada, İşgal Komitesi’nin hazırladığı bildiri okunuyor ikinci kattaki bir pencereden, dışarıda toplanmış olan kitleye ve basına… Kuşlamalar savruluyor pencerelerden dışarıya, sloganlarla birlikte.

Eylemin yarattığı moral bir anda öylesine yayılıyor ki ülkenin dört bir yanına, devlet ilk anda saldırmaya cesaret edemiyor. “Arabulucu”lar, “iyi niyetli sözcü”ler giriyor devreye. Komünar’ları ikna etmeye çalışıyorlar boşu boşuna.

11 Mart’a kadar, içeride işgalcilerin, dışarıda destekçilerin eylemi sürdü bütün basın yayın organlarının gözü önünde. Ve 11 Mart günü polis, 6 saat süren bir saldırının ardından ancak girebildi içeriye.

27 Komünar, büyük bir direnişle savundu, mevzilendiği her bir noktayı. Kafası-kolu kırılmış, bedeni ezilmiş biçimde otobüslere atılıp götürüldüler. Şube süreci, direnişin devamı niteliğindeydi. İşkencelere rağmen Genç Komünarlar ifade vermeme geleneğini sürdürdüler. Sonras hepsini tutukladılar. 3,5 ay cezaevinde kalan Komünarlar, cezaevini de gelişimleri için bir kaldıraca çevirdi, üretmeye devam ettiler. Ve mahkemede, madenci katliamını teşhir eden, işçi sınıfının direnişine-geleneklerine sahip çıkan bir savunma yaptılar. Ardından tahliye edildiler.

 

İşgalin yankıları

Egemen sınıflar, işgalin yarattığı sempatiyi kırmak için büyük bir karalama kampanyası başlattı. Barikat kurulurken bile zarar verilmeyen eşyalar için, “kırıp döktüler, herşeyi parçaladılar” yalanını uydurdular mesela. Günaydın gazetesi, işgalcilerle yaptığı “hayali” telefon görüşmesinde, “her şeyi kırıp dökeceğiz” dediklerini uydurdu. İşçilerin düşmanlığını kazanmış, işçi eylemlerinde “Ardıç kuşu, Seni biz avlayacağız” yazılı dövizlerin taşınmasına sebep olmuş Engin Ardıç, TV kanallarında günler boyunca işgali karalayan konuşmalar yaptı. Edebiyat ve sanat dergisi Varlık’ta yazan Taner Ay, eylemcilerin kütüphaneyi tahrip ettiğini yazdı.

Elbette bunların hiçbiri doğru değildi. Bu yalanlar, eylemin büyüklüğünün ve yarattığı sempatinin rüzgarıyla savruldu gitti; geriye sadece öğrenci gençliğin madencilere verdiği destek ve katliamı protestosu kaldı. Üç gün boyunca eylem basında etkili biçimde ve amacı ile (Kozlu katliamı protestosu) birlikte yer aldı.

Burada devrimci hareketlerin tutumuna ilişkin de birkaç söz söylemek gerekir. Öncesinde uzun tartışma süreçleri içinde bir türlü harekete geçirilemeyen, “güvenli alan”daki rutin eylemlerin dışına çıkamayan gençlik örgütleri, sonrasında eylemi yok saymaya çalıştılar. İşgal boyunca burjuva basın bile bütün gücüyle rektörlüğün karşısında konumlanmışken, devrimci basından tek bir kişinin bile gelmemiş olması çarpıcıdır. Kimi devrimci kurumlar ise daha saldırgan bir tutum içinde oldular. Polise değil, Komünarlara tavır alanlar oldu. Eylemle birlikte polisin okula girmesini  aynılaştırarak “İki İşgal” başlıklı yazılar kaleme aldılar. Fakat tarih hiç bir şeyin gölgeleyemeyeği kadar net bir biçimde Boğaziçi işgalini’nin meşruluğunu ortaya koydu. Geriye kalan, bu tür karaçalmalar değil, direnişin onuruydu.

* * *

Boğaziçi Üniversitesi rektörlük işgali, -öncesi, işgal günleri ve sonrasıyla- kitaplaştırıldı; “Katledilen madencinin haykıran soluğu: BOĞAZİÇİ İŞGALİ” adıyla, Yurt Yayınları tarafından yayınlandı.

Bugün rektörlük önünde protesto eylemi yapan öğrencilerin “rektörlüğü işgal edecekler” bahanesiyle gözaltına alınması, burjuvazinin bu korkusunun ne kadar büyük ve ne kadar derin olduğunu bir kere daha ortaya koydu.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …