Boğaziçi Üniversitesi, (BÜ) bu yılın başında atanan kayyum rektörden bu yana sürekli eylem halinde. Öğrencisi, öğretim üyesi, çalışanlarıyla kayyum rektör istemediklerini haykırıyorlar.
Başlangıçta pasif protesto eylemleri yaptılar. Rektörlük önünde açıklama yapmak, oturmak, resim sergisi düzenlemek, helva kavurmak vb… Fakat devletin üniversiteyi polis ablukasına alması ve öğrencilerin eylemlerine saldırması, direnişin çapını, boyutunu büyüttü. Üniversite kampüsünden İstanbul’un değişik semtlerine yayıldı. Özellikle Kadıköy, Boğaziçi direnişinin ikinci mekanı oldu. Başta Ankara olmak üzere birçok şehirde öğrenciler Boğaziçi’ne destek eylemleri yaptılar. Bu eylemlere de polis vahşice saldırdı.
Bugüne kadar yüzlerce kişi gözaltına alındı, tacize, işkenceye maruz kaldı. Fakat öğrenciler her aşamada direndiler. Gözaltındayken de direnişlerini savundular; mahkemelere sloganlarla, zafer işaretleriyle çıktılar. Direnişin meşruluğundan aldıkları güçle dik durdular; ayrı bir moral ve güç kaynağı oldular.
BÜ öğrencilerinin direnişi, ülke genelinde öğrenci gençliği yeniden ayağa kaldırdı. Özerk-demokratik üniversite talebinin yeniden yükselmesini sağladı. Yanı sıra Kürt illerindeki belediyelerle başlayan kayyum sistemine oluşan tepkileri çoğalttı. Baskı ve zorbalığa karşı birleşik mücadelenin örülmesine önayak oldu.
Bir ayı aşkın süredir yayılarak ve güçlenerek devam eden bu direniş, AKP-MHP faşist-gerici bloka karşı tüm güçleri biraraya getiriyor. Fakat başta CHP olmak üzere düzen muhalifleri, onu olabildiğince sınırlamaya çalışıyor. Oysa BÜ direnişinin kazanması için daha fazlasının yapılması gerektiği açık.
Gençlik yeniden öne çıktı
Gerek dünyada gerekse ülkemizde gençlik, özellikle de öğrenci gençlik, baskı ve zorbalığa ilk başkaldıran olmuştur. Gençliğin statükoları kabul etmeyen, değişim ve gelişime açık yapısı, ona bu özelliği kazandırmıştır. Ülkemizde de 12 Mart ve 12 Eylül faşist cuntalarına karşı ilk hareketlenen kesimin öğrenci gençlik olması tesadüfi değildir.
Gençliğin bu yapısından dolayıdır ki, egemen sınıflar onu sürekli zapt-ı rapt altına almak isterler. Bilinçlerine burjuva ideolojisini boca edip toplumdan ve toplumsal sorunlardan uzak tutmaya çalışırlar. En küçük bir itirazını bile bastırıp istedikleri kalıba sokmaya uğraşırlar. Gerici-faşist odaklar da toplumsal tabanlarını genişletmek ve “vurucu güç”lerini oluşturmak için gençliğe el atar. Belli dönemler bunda başarılı da olabilirler. Fakat bu, uzun süreli ve kalıcı olmaz. Gençliğin ileriye dönük yapısı, onu devrimci dönüşümlere daha açık hale getirir. Onun için gençliğe “devrimin kırlangıçları” diyoruz. Baharın gelişini muştulayan kırlangıçlar gibi, gençlik de toplumsal hareketlenmenin, devrimin habercisidir.
Buna karşın gerici-faşist odakların gençliği kazanma çabası hiç bitmez. Günümüzde de bunu yaptıklarını görüyoruz. Fakat başarılı olamadıklarını kendileri de itiraf ediyorlar. AKP, 18 yıl gibi uzunca bir süre işbaşında olmasına rağmen gençliği kazanamamış olmanın sıkıntısını yaşıyor mesela. En az oyu “Z kuşağı” dedikleri 18-25 yaş aralığındaki genç kesimden aldıklarını, kamuoyu araştırmaları da ortaya koyuyor.
Bugün AKP-MHP blokuna karşı direnişe geçen gençler, çocukluklarından itibaren AKP hükümetleriyle büyüdü. AKP neredeyse tüm okulları imam-hatipleştirdi. Emekçi semtlerini kuran kurslarıyla doldurdu. Eline geçirdiği medya aracılığıyla gerici-mistik ideolojiyi topluma zerketti. Pandemiyle birlikte ilk ortadan kaldırdığı şey de eğitim oldu. Cehalete övgü dizdi, cahiller ordusu yaratmak istedi. Diplomasız ya da intihal gibi ağır suç işleyen hırsızları çeşitli makamlara getirdi. Üniversiteleri kendi çiftliği gibi yönetmeye kalktı. Önceleri öğretim üyelerinden en az oyu alanları rektör atarken, 15 Temmuz sonrası üniversitelerde seçimi tümden kaldırıp doğrudan kendisi atamaya başladı. Bunun son noktası, AKP’den milletvekili adayı olmuş Melih Bulu’yu BÜ’ye rektör atamak oldu. Bu şekilde daha uzun yıllar kitleleri yönetebileceğini sandı.
Ancak her şeyin bir dolma noktası vardır. Üniversiteler açısından da bu nokta, Melih Bulu olmuştur. Esasında bir kurum olarak üniversiteler, bu dönemde iyi bir sınav vermediler. AKP’nin anti-demokratik uygulamalarına boyun eğdiler. Keza üniversite gençliği son yıllarda daha düşük bir mücadele çizgisi izledi. YÖK’ün kuruluş günü olan 6 Kasım eylemleri bile sönümlenmeye başlamıştı. Elbette bu durum, genel olarak toplumsal muhalefetin gerilemesiyle bağlantılıydı. Krizin derinleşmesi ve pandemi koşulları ekonomik sıkıntıları depreştirdi; başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun değişik kesimlerinden sesler yükselmeye, eylemler çoğalmaya başladı. BÜ üniversite öğrencilerinin direnişi, bunların üzerinden yükseldi, şimdi onları da etkileyen-büyüten bir rol oynayarak gelişiyor.
Gençlik bir kez daha ayağa kalkmış durumda. Egemenlerin feryadı boş yere değil. AKP-MHP bloku “teröristler”, “sapkınlar”, “başı ezilmesi gereken yılanlar” diye bağırıp saldırıyor. CHP gibi düzen solcuları da gençleri “yasalara uymaya”, “provokasyona gelmemeye”; anne-babaları ise “evlatlarına sahip çıkmaya” çağırıyor. Yine elbirliği içinde, yükselen bir direnişi boğmaya çalışıyorlar.
Bitmeyen Gezi korkusu ve “provokasyon”
Boğaziçi öğrencilerinin direnişiyle birlikte AKP’nin “Gezi korkusu” yeniden nüksetti. Erdoğan’dan Bahçeli’ye Süleyman Soylu’dan Fahrettin Altun’a, koro halinde saldırıya geçtiler. Bir yandan baskı ve şiddet, bir yandan yalan ve karalama kampanyasıyla direnişi gözden düşürmeye ve direnişçileri yıldırmaya çalıştılar, çalışıyorlar.
Her zaman olduğu gibi “dini değerlerimize saldırıyorlar” klişesini kullanıyorlar. Resim sergisindeki Kabe fotoğrafının üstüne gökkuşağı çizilmesini, LGBT bayrağıyla özdeşleştirilerek, yeni saldırılara vesile yaptılar. Böylece birden fazla kuş vurmaya yeltendiler. Reformist kesimler de “provokasyona gelmeyelim” çığırtkanlığıyla bu oyununa ortak oldu. Sanki provokasyonu direnişçi öğrenciler yapıyormuş gibi…
“Provokasyona gelmeyelim”in tercümesi, “haksızlıklara, baskılara başkaldırmayın, itirazınız varsa da olabildiğince sessiz-sakin yapın” demektir. “Sakın ola radikal biçimlere başvurmayın, düzen sınırlarını aşmayın” demektir. İktidarı-muhalefetiyle direnen herkese telkinleri budur.
Oysa Boğaziçili öğrenciler dahil olmak üzere son yıllarda direnen kesimler, zaten “düzen sınırları içinde” kalıyorlar, yasal hak olan (hatta anayasal) gösteri ve yürüyüş, işten kaçınma gibi biçimleri kullanıyorlar. Ama bu yasal biçimlere bile devletin kolluk güçleri vahşice saldırıyor, işkence ediyor, tutukluyor. Bu durumda hangi “yasal hak”tan sözedilebilir, hangi yasal direniş tavsiye edilebilir? Yasalara uymayan direnişçiler değil, devletin bizzat kendisidir! Bu durumda yasal-yasadışı demeden her tür direniş meşrudur, haklıdır, dahası zorunludur.
Provokasyonu çıkaran devletin kendisidir. Bunu bazen direnişlerin içine soktukları işbirlikçileri, ajanları aracılığıyla yaparlar, bazen de resmi güçleriyle saldırıya geçerek, yalan ve demagojileri kullanarak… Gezi direnişi sırasında da “başörtülü bacımıza saldırdılar”, “camide içki içtiler” diyerek dinci duyguları harekete geçirmeyi amaçlayan yalanları ortaya atmadılar mı? Gaz bombaları, plastik mermilerle saldıran, onlarca kişinin ölümüne neden olan polise, taş veya molotof atanları da “provokatör” ilan etmediler mi!? Oysa bu saldırılara direnmek kadar meşru ve doğal bir refleks olamaz!
Aynı retorikler yeniden revaçta! Bunlar, direnişlerin radikalleşerek büyümesini engellemeyi hedefleyen bilinçli söylemlerdir. Bunları ciddiye almamak ve kanmamak gerekir. Keza son dönemdeki direnişlerde “türbanlılar” öne çıkarılıyor. Boğaziçi’nde de öyle yapıldı. Türbanlı bir genç kızın gözaltına alındığı sırada başörtüsünün açılması, örtmesine polisin izin vermemesi, en büyük saldırıymış gibi gösterildi; buna maruz kalan kız da direnişin simgesi haline getirildi. Oysa birçok genç kız gözaltına alınırken tacize uğradı, en aşağılık küfürleri, hakaretleri duydu, soyarak aramaya tabi tutuldu. Ayrıca sokak ortasında bayıltıncaya kadar dövülen, gaz bombası ve mermilerle ağır yaralanan insanlar oldu.
Dolayısıyla “başörtülü bacı”lardan çok daha büyük bir saldırıya uğrayan gençler var. Ayrıca başörtülü birinin direnişlerde yer almasında bir olağanüstülük yoktur. Önemli olan direnişin muhtevasıdır, direnişte ortaya koyulan tavırlardır. Her direniş kendi kahramanlarını da yaratır. Fakat kahramanlar kılık-kıyafetiyle değil, direnişteki duruşlarıyla öne çıkarlar. Onları bu yüzden öne çıkarmak, gerici propagandanın etkisi altında kalmaktır. Sözde AKP’yi teşhir etmek için yapılmaktadır, ama gerçekte dinci gericiliğin ekmeğine yağ sürülmektedir.
Elbette direnişlerde farklı yönlere çekilebilecek söz ve davranışlarda bulunmamak, provokasyona meydan verilmemek önemlidir. Devletin bu yöndeki girişimleri farkedilip zamanında bertaraf edilmelidir. Bunlar da tecrübeyle elde edilecek şeylerdir. Ama direnişçiler ne yaparsa yapsınlar devletin yalan ve demagojisi bitmez! Önemli olan direnişin meşru zeminde kalması, tüm karaçalmaları boşa düşürmesidir. Tıpkı Gezi gibi…
O yüzden her büyüyen direnişte Gezi korkusunu yaşıyorlar. Gerçekten de Boğaziçi direnişi, kararlılığı, uzun soluklu oluşu ve çeşitli toplumsal kesimlerin desteğini almasıyla Gezi’yi hatırlattı. Özellikle Kadıköy’deki eyleme polisin saldırısı üzerine, kitlenin Kadıköy sokaklarında defalarca toplanarak eylemi sürdürmesi, Kadıköy halkının tava-tencere çalarak, ışıklarını söndürüp yakarak eyleme destek vermesi, Haziran günlerindeki Taksim çevresindeki caddelerden farksızdı. Saat 21.00’de sokağa çıkma yasağı olmasaydı, direnişin gece yarısına dek sürme ihtimali yüksekti.
Boğaziçi’nin kazanması için…
Boğaziçi direnişi, bir ayı aşkın süredir devam ediyor. Bu süre zarfında devletin saldırıları da artarak sürüyor. Gece yarısı baskınları, gözaltı ve tutuklamalar; gaz bombalı-plastik mermili saldırılar; direnişçileri terörist-sapkın ilan etmeler; dini kullanarak düşmanlaştırmaya ve karşı saldırıyı örgütlemeye çalışmak vb. her yöntemi kullanıyorlar.
Kendilerine “Müslüman Gençlik” diyen bir grubun Beyazıt’ta Arapça yazılı pankartla eylem yapmasına, “abdestimizi aldık, ölmeye-öldürmeye hazırız” tehditlerine olanak tanıyarak, gerici-faşist sivil güçleri de harekete geçirdiler. Bunun bir adım ötesi, bu güruhları direnişçilerin üzerine salmaktır. Şimdilik resmi güçlerle yetiniyorlar; gerektiğinde onları da kullanacaklardan kimsenin şüphesi olmasın.
Bütün çabaları, direnişi sonuç alamadan bitirmek içindir. Çünkü sorunun BÜ’ye atanan Melih Bulu’nun istifasıyla bitmeyeceğini onlar da çok iyi biliyor. Atanan tüm üniversite rektörlerinin alınması ve yeni rektörlerin seçimle belirlenmesi gündeme gelecek. Ardından başta belediyeler olmak üzere tüm kayyumların gaspettikleri makamları terketmesi gerekecek. Dahası, zaten meşruiyeti olmayan “tek adam” rejimi yıkılacak. Onun için Erdoğan “yürekleri yetse cumhurbaşkanının istifasını isteyecekler” diyerek, korkusunu açıkça ortaya koydu. Verdikleri en küçük bir tavizde tepe taklak düşeceklerinden korkuyorlar. Öylesine kırılgan ve halk desteğinden yoksun bir zeminde olduklarının farkındalar. Ve sadece halka korku salarak, dalaverelere başvurarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Son olarak BÜ’ye hukuk ve iletişim fakülteleri açmaya yeltenmeleri de bunun bir göstergesi. Böylece bu fakültelere atayacakları dekanlarla Melih Bulu’ya destek yaratacaklar. Çünkü Bulu, BÜ’de kendisiyle birlikte çalışacak öğretim üyesi bile bulamıyor, haftalardır yardımcısını da atayamadı. BÜ’nün öğretim üyeleri, (öğrencilerin “kayyumluk” adını verdiği) rektörlük binasına sırtlarını dönmeye devam ediyorlar. Direnen öğrencilerle dayanışma içinde eylemlerini büyütüyorlar. Erdoğan’ın direnen öğretim üyelerine saldırılarını arttırması, bu kararlı duruşlarından dolayıdır.
Melih Bulu’nu rektör atanmasındaki bir diğer amacın da, BÜ arazisini imara açmak olduğu iddiaları da var. Boğaza nazır geniş bir araziye sahip olan BÜ’nün arsa değerinin 3.6 milyar lira olduğu söyleniyor. Yani AKP, BÜ’ye atadığı rektörle hem ekonomik hem siyasal açıdan kazançlı çıkmayı hesaplıyor. Fakat kaldırdığı taş ayağına düştü. Şimdi vargücüyle Bulu’nun ve kayyum sisteminin arkasında duruyor. Keyfi-kuralsız yönetiminde en küçük bir gedik açılmasın istiyor.
Boğaziçi direnişinin kazanabilmesi için, bugüne dek yapılanlardan fazlasının gerektiğini bu tablo açıkça gösteriyor. Bunların başında işçi ve emekçilerin eylemli desteği geliyor. Esasında kriz ve pandemi koşullarında işçiden çiftçiye, memurdan esnafa her kesim kan ağlıyor. Tepkileri doğrudan sisteme yönelmediği ve eylemleri birbirinden kopuk olduğu için, ne yazık ki sonuç alınamıyor. Son dönemki direnişlerde en sık atılan slogan “kurtuluş yok tek başına/ ya hep beraber ya hiçbirimiz”dir. Bunun bilincine varılmıştır, fakat ona uygun bir örgütlenme ve mücadele hattı henüz kurulamamıştır.
Talepler kesimsel ve sınırlı olmaktan çıkmalı, bütünsel ve kapsayıcı olmalıdır. “Kayyum rektör istemiyoruz”dan “Tüm kayyumlar çekilsin”e, “Melih Bulu istifa”dan “Erdoğan istifa”ya sıçramak gerekiyor. Üniversite öğrencileri “özerk-demokratik üniversite” talebini, sadece dillendirmekle kalmamalı, bunun mekanizmalarını yaratmalı, fiili uygulamaları başlatmalıdır. Lenin’in şu sözünü tüm direnişlerimizde kendimize rehber edinmeliyiz: “Doğru bulduğumuz her şeyi ilke olarak istemeliyiz. Ancak gücümüz daha çoğuna yetmezse, elde edebildiğimizi alırız. İstemlerimizde ne kadar yetingen olursak, hükümet verdiklerinde o kadar yetingen olur.”
* * *
Gerici-faşist blokun her tür saldırısına, reformist partilerin geriye çeken tutumuna karşı, hedeflerimizi ve direnişimizi büyütmeden başarı elde etmek mümkün değildir. Onlar tıpkı Gezi’de olduğu gibi Boğaziçi direnişini bastırmak için daha fazla saldıracaklar. Ellerindeki tek silahları budur.
Ama biz Gezi’den daha fazlasını yapabiliriz. Gezi’nin dersleriyle donanıp onu aşabiliriz ve aşmalıyız. Bir kez daha komünarların enginleri fethetme ruhuyla ileri atılmalı, zaferi kazanana dek direnişi sürdürmeliyiz.