Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden
bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
SAHTE BARIŞ SÜRECİNDEN
KATLİAM VE VAHŞET DÖNEMİNE
Kürt hareketi, ‘90’ların ortalarından itibaren “barış”, “diyalog”, “siyasi çözüm” gibi argümanları öne çıkararak egemenlerle uzlaşma arayışları içinde olmuştu. Fakat hiç bir dönem “çözüm süreci”ndeki kadar başı dönmemişti. Öyle ki, KCK adına yapılan açıklamada, Nisan 2015 tarihinde gerçekleşmesi planlanan PKK’nin 12. Kongresi’ne Öcalan’ın da katılacağı duyuruluyordu. Keza Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın 2015 Newroz’unda kitleye doğrudan sesleneceğini söylüyordu. Elbette bunların hiç biri gerçekleşmedi. Umutlar ne kadar yüksekse, düşüş de o denli sarsıcı oldu. Sahte barış havası kısa sürede yerini o güne dek görülmemiş boyuttaki vahşi saldırılara bıraktı.
Kobane’deki gelişmeler, Türk egemenlerinin ve AKP’nin üzerine kabus gibi çöktü. Cihatçı çetelerin büyük bir darbe alması, IŞİD’in “yenilmezlik” mitinin çökmesi, Türkiye’nin Suriye’ye dönük politikalarına bir darbeydi aynı zamanda. “Çözüm süreci”nde kırılma noktasının Kobane protestolarıyla başlaması, yaşadıkları hüsranın ve kızgınlığın göstergesidir. Yaklaşık üç ay boyunca Öcalan’la görüşmeler kesildi. Ardından gerçekleşen “Dolmabahçe Mutabakatı” ise, sürecin hem zirvesi, hem sonu oldu.
Kobane’ye IŞİD saldırısının ardından 6-7-8 Ekim günlerinde (2014) başta Kürt illeri olmak üzere birçok şehirde üç gün süren eylemler gerçekleşti. Kürt hareketi uzun bir süreden sonra ilk kez, AKP’yle yürütülen sürece aldırmadan ve AKP’yi karşısına alma pahasına harekete geçmişti. Çünkü Kobane’ye saldıran IŞİD, AKP’nin işbaşında olduğu Türkiye’den her tür desteği alıyordu. Bizzat Erdoğan, “Kobane düştü, düşecek” diyerek sevincini açıkça dile getirmişti. Bunlara öfke duyan halk, AKP binalarına yürüdü, devletin resmi kurumlarını taşladı, polisle çatıştı. 50’den fazla kişi bu olaylarda can verdi.
Fakat AKP ve Erdoğan, sadece İslamcı kesimden ölen 3 gençle ilgilendi, Kürtlere dönük saldırılarına onları payanda etti. Kobane protestosunu da kendisine karşı yapılmış bir kalkışma gibi görüp büyük bir kinle saldırıya geçti, katliam ve vahşet dönemini başlattı.
Kobane, geniş kitlelerde Kürt halkının taleplerinin meşruluğunu da güçlendirdi. IŞİD gibi Ortaçağ kalıntısı katiller sürüsüne karşı zaferleri, Kürtler hakkındaki olumsuz önyargıları gideren, sevgi ve saygıyı arttıran bir rol oynamıştı. Özellikle gençlerde büyük bir sahiplenme görüldü. Sadece Kürt gençleri değil, Türkiye ve Avrupa’dan devrimci-demokrat gençler, Kobane’ye savaşmaya gittiler, destek ve dayanışma eyleminde bulundular.
Bunlardan biri de, Türkiye’nin dört bir yanından Urfa’nın Suruç ilçesine giden SGDF’li gençlerin eylemiydi. Kobane için başlatılan “beraber savunduk, beraber inşa ediyoruz” kampanyası kapsamında, Kobane’ye en yakın sınır ilçesinde biraraya gelen gençler, topladıkları yardımları bizzat kendileri götürmek istediklerini bildirdiler. Bu amaçla yaptıkları basın açıklaması, IŞİD’in canlı bombasıyla kan gölüne döndü. 33 genç burada can verdi. Katliamı gerçekleştiren IŞİD’li teröristin katliamdan iki gün önce gözaltına alınıp serbest bırakıldığı öğrenildi. Katliamda devletin rolü çok açıktı. Katliam sonrası yardıma koşan kitleye saldırarak, ambulansları geciktirerek de bunu ortaya koymuşlardı.
20 Temmuz 2015 tarihinde gerçekleşen Suruç katliamı, Kürt halkına karşı başlatılan vahşi saldırının ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamların başlangıcıdır. 24 Temmuz’da yeniden Kandil bombalanmaya başlamış ve Kürt illeri faşist bir ablukaya alınmıştır.
Esasında, Kürt halkının Kobane zaferine ve HDP’nin artan kitle desteğine karşı ilk girişilen bombalı saldırı, 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce (5 Haziran 2015) HDP’nin Diyarbakır mitinginde gerçekleşen ve 4 kişinin ölümüne yolaçan bombalı saldırıdır. Erdoğan’ın “çözüm süreci”nin bittiğini ilan etmesi de (“buzdolabına kaldırdık” sözüyle) aynı döneme denk düşmüştür. Yani Suruç katliamı öncesinde saldırı düğmesine basılmıştır. Fakat araya 7 Haziran seçimlerinin girmesi, kısa bir kesinti yaratmış, sonrasında ise dizginlerinden boşalan bir hal almıştır.
7 Haziran seçimleri, sadece Kürt hareketi açısından değil, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğini anlayabilmek açısından da dönüm noktalarından biridir. Öncesi ve sonrasıyla 7 Haziran seçimlerini hatırlamadan, Kürt hareketinin ve genel olarak ülkenin durumunu anlayabilmek mümkün değildir.
7 hazir
7 Haziran seçimleri, Gezi Direnişi sonrası ilk genel seçimler olmasıyla da özel bir öneme sahipti. Ondan bir yıl kadar önce yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri olmuştu, her ikisinde de kitleleri sandığa çekmek için özellikle muhalif partiler büyük bir çaba gösterdiler. Buna rağmen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 30 oranında bir kitle sandığa gitmedi. Bunda en önemli faktör, CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu gibi dinci-gerici birini desteklemesi ve Erdoğan’a duyulan tepkiydi. Buna karşın HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı cumhurbaşkanı adayı yapması, kimi devrimci yapılar dahil geniş bir sol kesimin oy kullanmasını sağladı, bu da sandığa gitmeme oranının büyümesini engelledi. Ayrıca Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesine meşru bir zemin de oluşturuldu. Zaten Kürt hareketi “çözüm süreci”nin seyrine göre “başkanlık sistemine” onay verebileceklerini söylemişti. (1) Sonrasında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını sorun etmediler. Hatta –CHP bile katılmazken- Erdoğan’ın yemin törenine katıldılar, Demirtaş dahil HDP milletvekilleri Erdoğan’ı ayakta alkışladı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra olayların seyri hızla değişti. Yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşen 7 Haziran seçimlerine farklı koşullarda gidiliyordu. En başta Kobane’de elde edilen başarı, Kürt hareketinin özgüvenini arttırmış, AKP’yle olan ilişkilerini ise iyice germişti. HDP her zamankinden daha umutlu bir şekilde seçimlere yüklendi. Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 10 civarında oy alması, seçim barajını aşacaklarına dair umutlarını arttırdı. Daha önce bağımsız adaylarla seçimlere katılırken, bu kez parti olarak katıldılar, çünkü yüzde 10’luk seçim barajını aşacaklarına inanıyorlardı. Ayrıca 7 Haziran’ı bir “milat” olarak gördüler. Seçim sonuçlarına göre “ya faşizm ya demokrasi” gelecekti! Bu propagandayla o güne dek sandığa hiç gitmemiş kişi ve kurumları dahi HDP’ye oy vermeye ikna ettiler. Elbette bunda HDP içinde yeralan Türkiye devrimci hareketinin önemli bir payı vardı.
Sonuçta 7 Haziran seçimleri yüzde 85’le en yüksek katılımlı seçim oldu. HDP ise, yüzde 13 gibi beklediğinin üzerinde bir oy aldı ve 80 milletvekiliyle meclisin üçüncü partisi konumuna yükseldi. Kürt partilerin o güne dek katıldığı tüm seçimlerdeki en yüksek oy oranıydı bu. Yüzde 5-6’lardan yüzde 13’e sıçrayarak oylarını iki kat arttırmışlardı. Diğer yandan AKP, kurulduğu andan itibaren girdiği seçimlerdeki en düşük oyu almıştı. Özellikle Kürt illerinde büyük bir düşüş içindeydi. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözü, HDP’nin oylarını artırırken, Erdoğan’ı düşüren bir rol oynamıştı. Bu sonuçlara göre AKP tek başına hükümet kuramıyor, koalisyon şart görünüyordu. Buradan hareketle HDP ve çevresi, 7 Haziran’a “demokratik devrim” dediler. Onlara göre, faşizm yenilmiş, demokrasi kazanmıştı! “Türkiye nefes almıştı”!
Fakat seçimlerden sonraki tablo bambaşkaydı. Devlet Bahçeli, HDP ile hiçbir şekilde biraraya gelmeyeceklerini söyleyerek, muhalefetin hükümet kurma ihtimalini baştan dinamitlemişti. Sonrasında her aşamada AKP’nin işini kolaylaştıran bir rol üstlendi. Bunda, Kürt hareketinin Kobane’yle birlikte kazandığı psikolojik üstünlüğü seçim zaferiyle taçlandırması, önemli bir faktördü. Milliyetçi-şoven kesimlerde artan korku ve telaş, onları biraraya getirdi ve saldırganlaştırdı.
Üstelik aynı günlerde PYD, Suriye’de hakimiyet alanını genişletmeye başlamıştı. Özellikle Tel Abyad’ı IŞİD’in elinden alması, (Haziran 2015) Türkiye’nin Suriye’deki İslamcı çetelere gönderdiği destek koridoruna indirilen büyük bir darbeydi. 911 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının yaklaşık yarısı PYD’nin kontrolü altına girmişti. “Sınırımızda farklı bir devletin kurulmasına izin veremeyiz” hezeyanı, devletin her kademesinden yükselmeye başladı. “Kantonlar birleşiyor, Kürt devleti kuruluyor” yaygarasıyla şovenizmi körüklediler.
Bu gelişmelerle birlikte 7 Haziran seçimlerine olmadık misyonlar yükleyenler, büyük bir hüsrana uğradı. Boş umut ve beklentiler kısa sürede tuz-buz oldu, yerini derin bir karamsarlık aldı. AKP, aylarca CHP’yle “istikşafi görüşmeler” adı altında kitleleri oyaladı, ardından “yeniden seçim” diyerek 1 Kasım seçimlerini dayattı ve “seçim hükümeti” adı altında aslında bir “savaş hükümeti” kurdu. Buna karşın HDP, 7 Haziran seçimlerinden sonraki ilk açıklamasında, “çözüm sürecine kaldığımız yerden başlayalım” diyordu. Sonrasında AKP-CHP koalisyonuna dahil olabileceklerini bildirdi. Oysa seçim öncesi “asla AKP ile biraraya gelmeyiz” diyerek halktan oy istemişlerdi. Bununla da kalmadılar, patronlar kulübü TÜSİAD’la görüştüler; koalisyon görüşmeleri için, “kimsenin ‘kırmızı çizgilerim var’ deme lüksüne sahip olmadığını” söylediler. Burjuva kalemşörler bile, “meclisteki en uzlaşmacı parti”nin HDP olduğunu yazıyordu.
Pragmatizmi siyaset bellemiş, ilkesizliği erdemleştirmiş bir hareket açısından bunlar şaşırtıcı olmayabilir. Fakat Kürt illeri yanıp yıkılırken “seçim hükümeti”ne girmeleri, olacak şey değildi. Halk faşist katliamlarla kırılırken HDP “seçim hükümeti”ne iki bakan verdi. (2) Ankara’da 15 Ekim’deki “barış mitingi” bombalı saldırıyla kan gölüne döndüğü bir ortamda bile, Demirtaş “Kasım’da seçim başkadır” diyerek, faşizme karşı öfke dolu kitleyi yeniden sandığa çağırıyordu. Bu çağrıya Kürt halkı bile, “biz can derdindeyiz, onlar oy derdinde” diyerek tepki gösteriyordu.
7 Haziran sonrası uzun bir süre ortalıkta görülmeyen Erdoğan ise, 15 Ağustos günü Rize’de yaptığı konuşmada niyetini açıkça ortaya koydu: “İster kabul edilsin, ister edilmesin Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir; şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun hukuksal çerçevesinin yeni bir anayasa ile kesinleştirilmesidir.” 7 Haziran seçimlerini yok sayıyor, ortalığı yakıp yıkarak, bombalar patlatarak kitleleri korkutuyor ve sandıktan istedikleri sonuç çıkana dek her şeyi yapabileceklerini gösteriyordu. Öyle ki, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, “bombalar patladıkça oylarımız artıyor” diyerek, adeta ellerini ovuşturuyordu. Elbette bu cesareti ve pervasızlığı muhalefetin etkisizliğinden alıyorlardı.
Başta HDP olmak üzere muhalif partiler, 7 Haziran öncesi sözlerinin arkasında durmadıkları gibi, kendilerine verilen oylara da sahip çıkmadılar. AKP’nin 7 Haziran seçimlerini yok saymasına, keyfi ve kuralsız savaşına, her tür hile ve entrikasına, baskı ve şiddetine boyun eğdiler. 1 Kasım’daki seçim dayatmasını boykot etmek yerine, kitleleri yeniden sandığa çağırdılar. Bir kez daha AKP’nin kazanmasına ve meşruiyet oluşturmasına zemin hazırladılar. Ve AKP yüzde 40’a düşen oylarını 5 ay içinde yüzde 49’a çıkarıp yeniden tek başına hükümet oldu.
Burjuva sistemde hiçbir seçim “adil, eşit ve demokratik” değildir. Ancak 1 Kasım seçimleri her yönden gayri-meşruydu, anti-demokratikti, kendi yasalarını bile çiğneyen bir dayatmaydı. Buna rağmen muhalif partiler, böyle bir seçime katılmayacaklarını söylemediler ve 1 Kasım’ı akladılar. HDP 1 Kasım akşamı, seçim sonuçlarını kabullendiklerini duyuran ilk parti oldu. Ardından Kılıçdaroğlu, “seçim sonuçlarına saygılıyız”la başlayan konuşmasını yaptı. Faşizmin suçlarını örtme, kitleleri yatıştırma görevi, her zaman olduğu gibi yine sosyal-demokratlara, reformistlere düştü!
Kısacası 7 Haziran-1 Kasım arası, keyfi-kuralsız yönetim anlayışının en açık haliyle görüldüğü bir dönemdir. AKP-MHP gerici-faşist blokun ilk taşlarının döşendiği bir kesittir. Kürt illerinin faşist ablukaya alındığı, en vahşi katliamların gerçekleştiği, ülkenin başkenti dahil dört bir yanda bombaların patladığı, kitlelerin terörle korkutulduğu bir karabasandır. 5 ay içinde yaklaşık bin kişi yaşamını yitirdi. Ve o günden sonra faşist-gerici saldırılar tırmanarak devam etti. Bu yönüyle 7 Haziran bir dönemeçtir, bir kırılma noktasıdır. O dönem muhalefet partileri farklı bir yol izleseydiler, ülkenin durumu farklı olurdu. Aksine AKP’nin her dayatmasını kabul ettiler, sürekli AKP’nin minderinde dövüştüler, ona karşı hiçbir hamle geliştirmediler. Bunda en önemli faktör, bu partilerin emperyalist devletlerle kurdukları ilişkilerdi ve kitlelerin ayaklanmasından, bu ayaklanmaların kendilerini aşmasından duydukları korkuydu.
Faşist abluka ve görkemli direniş
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında başlayan Kürt halkına dönük vahşi saldırılar, 1 Kasım seçimlerinden sonra da devam etti. 20 Temmuz 2015’ten 2016 yılının bahar aylarına kadar süren bu vahşet döneminde 7 bin Kürt katledildi, 1700 civarında polis-asker öldü. (3)
Tüm sömürge ülke yönetimlerinin yaptıkları gibi, önce bölgede görev yapan öğretmenleri, kamu görevlilerini zorunlu izine çıkararak bölgeden çektiler. Ardından belli başlı Kürt yerleşimlerini “özel güvenlik bölgeleri” ilan edip bölgeyi insansızlaştırmaya, gerilla ile halkı koparmaya başladılar. Ve Kürt halkını bir kez daha evinden-yurdundan göç etmeye zorladılar. Geride kalanları “terörist” diye damgalayıp katletmenin zeminini oluşturdular böylece.
Bazı bölgelerde on güne varan kesintisiz sokağa çıkma yasakları uygulandı, su ve elektrikler kesildi, kentler savaş alanına çevrildi. Bir mahalleyi veya ilçeyi ablukaya alıp giriş-çıkışları durdurdular, en temel ihtiyaçların karşılanmasına bile izin vermediler. Yaralıların hastanesiz, ölülerin mezarsız bırakıldığı bir dönem yaşandı. Bir annenin ölen çocuğunu, kokmaması için günlerce buzdolabında tutması gibi, tüyler ürperten olaylar gerçekleşti.
“Keskin nişancılar”, özel timler, IŞİD kılıklı caniler, ölüm kustular. Evinin önünde duran kadınları, çocukları, bebekleri katlettiler. Duvarlara dinci sloganlar yazıyor, halkı aşağılayan hakaret ve küfürler savuruyorlardı. “Reis” dedikleri Erdoğan’a duvar yazılarıyla selam gönderiyorlardı. Suriye’deki radikal dinci güruhların yaptıkları gibi bölgedeki tarihi eserleri yakıp yıktılar. Katlettikleri bir kadın gerillayı çıplak bir şekilde meydana bırakmaktan, cesetleri askeri ciplere bağlayıp sürüklemeye kadar en insanlık dışı birçok uygulamayı gerçekleştirdiler. Bunların içinde direnişiyle öne çıkan Hacı Lokman Birlik’in bedeninin sürüklenişi, ‘90’lı yılların “insanlık sürükleniyor” manşetiyle yayınlanan fotoğrafını hatırlatıyordu.
Katledilenler arasında Diyarbakır (Amed) Baro Başkanı Tahir Elçi de vardı. 27 Kasım 2015 tarihinde devletin saldırılarını protesto etmek için Sur’da basın açıklaması yaparken herkesin gözü önünde vuruldu. Cinayeti PKK’nin üzerine attılar. Oysa Tahir Elçi’yi PKK’ye “terör örgütü” demeye zorlayan, demediği için de hedefe çakan devletti. Tahir Elçi gibi tanınmış birini göz göre göre katlederek, Kürt halkının meşru ve haklı direnişini destekleyen herkesi ölümle tehdit etmiş oldular.
Bütün bunlar, “’90’lı yıllara mı dönüyoruz” sorusunu gündemleştirdi. Oysa yaşananlar –hem vahşetin hem direnişin boyutlarıyla ve tabii Rojava’daki gelişmelerle- ‘90’lı yıllardan oldukça farklıydı. Kürt halkının fiili kazanımlarıyla morali ve cesareti ‘90’ların çok üzerindeydi. Onun içindir ki, saldırıların vahşetine rağmen büyük bir direniş sergilendi. Sokak başlarına hendekler kazarak, battaniyeler gererek, gürültü eylemleri yaparak, sokağa çıkma yasaklarını tanımayarak, bütün bir halk direnişe geçti. Çatışma çıktığında hendeklerin kazılarak ilçenin-kasabanın yalıtılması, devlete karşı savunmayı güçlendirmişti. Zaten saldırılar başlamadan önce fiilen elde edilen haklarla önemli adımlar atılmıştı. Kürt illerinin büyük bir kısmında halkın güvenliğini milisler sağlıyordu. Yol kesme-kimlik kontrolü eylemleri yaygınlaşmıştı. Yerellerde birçok sorun devletin kurumlarıyla değil, Kürt siyasal hareketi tarafından çözülüyordu. Birçok il ve ilçede “özyönetim” ilan edilmişti.
Kürt halkı Sur ve Cizre başta olmak üzere abluka altına alınan her yerde direndi. Seçtikleri vekilleri de, daha önce olduğu gibi yanlarında görmek istediler. Fakat HDP 1 Kasım seçimlerine kilitlenmişti. Dahası, Kürt halkına ölüm kusan “savaş hükümeti”nin içinde yeralmışlardı. Cizre’de halk ölüm-kalım savaşı verirken, HDP’li milletvekilleri günler sonra harekete geçtiler. Ve sadece bir gün süren yürüyüşün ardından İdil’e geçtiler. Saldırılar başladığı andan itibaren bölgede olan bir kaç milletvekili dışında HDP’nin ana gövdesi direnişin uzağındaydı. Buna karşın “Batı duyarsız! Doğu’da insanlar katledilirken, Batı’dan ses çıkmıyor!” türü sözlerle bu eksikliklerini kapatmaya kalktılar. Dahası, saldırılara karşı artan tepkiyi egemen sınıflara yöneltmek yerine, halkları karşı karşıya getirdiler. Ne yazık ki, bu söyleme HDP içindeki devrimci-demokrat yapılar da katıldı. Sanki “Batı’nın” harekete geçirilmesinden kendileri de sorumlu değilmiş gibi… Ayrıca bırakalım “Batı”yı, Kürt illerinde bile HDP’nin herhangi bir çağrısı, örgütlediği ortak bir eylem olmamıştı. Örneğin Kobane için bir çağrısıyla tüm ülke ayağa kalkmış, Kanada’dan Japonya’ya kadar neredeyse dünyanın her yerinde eylemler gerçekleşmişti. Ama bu kez öyle olmadı. Kobane sonrası HDP’ye devletin baskısı artmış, HDP içindeki liberallerin de eleştiri dozu yükselmişti. HDP bu basınçla son derece pasif, hatta edilgen kaldı.
Faşist-gerici güruhlar birçok il ve ilçede HDP binalarına saldırdığı, yakıp yıktığı anda bile, ciddi bir karşı koyuş gerçekleştirmediler. Direnme yönünde gelen talep ve önerileri de reddettiler. Buna karşın İzmir’den Bursa’ya, Adana’dan İstanbul’a kadar “Batı”nın pek çok yerinde eylemler gerçekleştirildi. Faşistlerin saldırı hazırlığının görüldüğü yerlerde, HDP binalarının önünde yüzlerce kişi toplandı. Ve bu eylemlere Türkiye devrimci hareketini oluşturan yapılar önderlik etti; faşistlerle çatışmaya girdiler, saldırıları püskürttüler. Keza akademisyenler ve kitle örgütleri “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiriyi imzaya açtılar. Sonrasında salt bu bildiriye imza attığı için görevden alınanlar, tutuklananlar oldu. (4)
Yani sorun “Doğu-Batı” sorunu değildi. Ayrışma; Doğu-Batı şeklinde coğrafik, ya da bu coğrafyalarda simgelenen uluslar şeklinde yaşanmadı. Barzani’den, AKP’li Kürt vekillerine ve işadamlarına kadar birçok Kürt, bu katliamlara tepki göstermek şöyle dursun, Türk egemenleriyle kola kolaydı. Buna karşın Türkiyeli komünist ve devrimciler, duyarlı işçi ve emekçiler, bir şeyler yapmak için çırpındı. Dolayısıyla ayrışma; “Doğu-Batı”, “Türk-Kürt” değil, gerici-faşistlerle devrimci-demokratlar, burjuvazi ve onun çıkarlarını savunanlarla, işçi-emekçiler arasındaydı. Kürt illerinde bile direnenler ve ölenler, zengin Kürtler değil yoksul Kürt halkıydı.
Ayrıca devrimci-demokrat, liberal vb. birçok kesimi bünyesinde toplayan ve Türkiye’nin dört bir yanından oy alan bir parti olarak HDP, “Batı”yı harekete geçirebilecek olanağa sahipti. KESK gibi bir sendikanın yönetimlerinin ezici çoğunluğu, DİSK’in ise belli başlı şubeleri HDP’nin ve bileşenlerinin elindeydi. Bu iki sendika, (TMMOB’la birlikte) ancak Aralık ayının sonunda, yani abluka ve katliamlar ayları bulduktan sonra, “genel grev” kararı aldılar, onu da göstermelik biçimde yaptılar.
Mesele sadece HDP’nin tutumu da değildi; genel olarak Kürt hareketi direnişe gereken desteği vermedi. Zaten PKK, Suriye savaşından itibaren asıl olarak Rojava’ya kilitlenmişti. O sırada Rojava ve Şengal’e odaklanmış, güçlerini oraya yığmıştı. Her ne kadar PKK, Türkiye’nin savaşı tırmandırması durumunda gerillayı da halkın yanına göndereceğini açıklamışsa da, halk aylarca kendi çabasıyla direndi. Türkiye’de ve Avrupa’da yapılan eylemler, bu büyük saldırıya denk düşen çapta olmadı.
Sonuçta PKK’nin içinde bulunduğu durum ve öncelikleri, HDP’nin parlamentarist-pasifist tutumu, Kürt halkını bu saldırılar karşısında büyük oranda yalnız bıraktı. Hareketin öncülerinin öncelikleri ile bölge halkının öncelikleri arasında bir açı farkı oluştu. Direnişin en önemli handikapı buydu. Özellikle yasal platformdaki temsilcilerin geriye çeken tutumu ile, alandaki militan mücadelenin çelişkisi, dönemin dikkat çeken yanıydı.
Direnişte öne çıkan isim, YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) yani gençlik örgütü oldu. Hendekler kazan, sokak başlarına barikat kuran, polis ve askerle çatışan, YDG-H ve onunla birlikte direnen milis güçleriydi. ‘90’lı yılların çocukları, “taş generalleri” 2015-16 direnişinin mimarları oldular. Sokak sokak, ev ev direndiler. Günlerce abluka altına alındıkları bodrumlarda teslim olmak yerine ölümü seçtiler. (5)
Aylar süren ablukanın ardından Kürt kentleri yerle bir oldu. Diyarbakır’ın Sur ilçesi başta olmak üzere Cizre, Nusaybin, Şırnak gibi yerlerde, neredeyse ayakta bina kalmadı. Daracık sokakları ve savunmaya elverişli yapısından dolayı buralara giremeyen, kontrolü sağlayamayan, mahallelerin önüne kurulan barikatları aşamayan devlet, evleri, sokakları yıka yıka ilerledi. Geçemediği sokakları dümdüz ederek, taş taş üstünde bırakmayarak yolunu açtı. Yanmış yıkılmış binalarıyla bu yerler, Suriye’nin bombardıman altındaki kentlerden farksızdı.
Böylesi bir yıkımla aynı zamanda bölgenin demografik yapısını değiştirmeyi amaçladılar. Buralarda oturan yoksul-emekçi halkın sürülmesi, yerlerine siteler, AVM’ler, turistik mekanlar oluşturarak orta sınıfın iskanına açılması hedeflendi. Yani bir taşla birden fazla kuş vuracaklardı. Kürt ulusal hareketinin dinamizmini oluşturan odaklar dağıtılacak; şehirlerin en merkezi noktasını oluşturan bu mahalleler imara ve ranta açılacak; kent merkezleri “soylulaştırılacak”tı. Yoksul halk şehir merkezinden sürülürken, bu alanlar burjuvazinin yağmasına açıldı.
Bunların içinde Sur en başta geliyordu. Dört ayaklı minaresi, geçit vermez-daracık sokaklarıyla, kadim mahalleleri, tarihi yapısıyla bir direniş ruhuydu Sur. Şeyh Sait’in idamının gerçekleştiği ve son olarak Tahir Elçi’nin katledildiği yerdi. Bu direnişçi geleneğini, tarihini, hafızasını yoketmek için saldırdılar. TOKİ’nin iğrenç-sağlıksız-kalitesiz- betonlarını yığdılar. Öyle ki dönemin başbakanı Davutoğlu, “Sur’u Toledo yapacağız” diyerek, niyetlerini açıkça ortaya koymuştu. (6)
Sur halkı, ablukaya karşı direnişin başını çektiği gibi, yıkıma karşı da direndi. Yıkım için gelen iş makinelerinin önüne bedenleriyle barikat kurdular. Fakat yine yalnız kaldılar. Suriye’deki gelişmeler, dikkatleri yeniden Rojava üzerine topladı.
Türkiye, önce Cerablus’u, ardından Afrin’i işgal etti. 20 Ocak 2018’de başlayan işgal harekatı 58 gün sonra 18 Mart’ta tamamlandı. Afrin’in işgali, PYD açısından önemli bir kayıptı. Çünkü Afrin, Rojava’nın üç kantonundan biriydi. Başından itibaren “Kürt bölgesi” olarak tanımlanmıştı. PYD “kendi toprağını”, üstelik yeterince savaşmadan terketmiş oluyordu. Gerçi 58 gün boyunca çetin bir savaş verilmişti; ancak en etkili savaşın kent merkezinde verileceği beklenirken, herhangi bir direniş sergilemeden çekildi. Bunda PYD’nin ABD’yle olan ilişkileri belirleyici oldu. Zaten ABD, Türkiye’nin Afrin işgaline göz yumacağını önceden ilan etmişti. ABD, PYD’yi Arap kentleri olan Rakka’ya Deyr-ez Zor’a yönlendirmiş, Kürt kantonu olan Afrin’i ise Türkiye’ye bırakmaya zorlamıştı.
Afrin kantonunun kaybedilmesi, PYD’nin tüm kantonları birleştirerek Suriye’nin kuzeyini boylu boyunca ele geçirme ihtimalini de ortadan kaldırdı. Kürt hareketi Türkiye’den sonra Suriye’de de darbe almış oldu. Ayrıca Irak Kürt Yönetimi’nin 25 Eylül 2017’de gerçekleştirdiği “bağımsızlık referandumu”ndan sonraki gelişmeler, önemli kayıplar yaşattı. Referandumdan yüzde 90 gibi yüksek oranda “evet” çıktı, fakat bağımsızlık ilan edilmedi. Üstelik başta Kerkük olmak üzere Şengal, Mahmur, Celevle gibi kentler ve petrol sahalarının bazıları Irak Merkezi Hükümeti’nin kontrolüne geçti. Kürt Bölgesel Yönetimi, topraklarının üçte birini kaybetti.
Böylece ikinci emperyalist savaş sonrası 1946 yılında kurulan 11 aylık Mahabat Cumhuriyeti’nden sonra, bir kez daha “bağımsız Kürdistan” hayali tuzla buz oldu. Esasında Irak Kürt Bölgesi, ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli üssü durumundayken, Türkiye’nin bile 23 yerde askeri bulunuyorken “bağımsız” olabilmesi zaten mümkün değildi. Barzani’nin elini güçlendirmek için giriştiği bu hamle, “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” sonucunu doğurmuştu.
Elbette Barzani’nin KDP’si ile PKK aynı değerlendirilemez. Öncesi bir yana halen Rojava’da, Sincan’da farklı politikalar izledikleri ortadadır. Fakat ‘90’ların sonlarından itibaren PKK’nin devrimci çizgisi adım adım gerilemiş, teslimiyet ve tasfiye sürecine sokulmuştur. “Ulusal birlik” görüşmelerinin bir türlü sonuçlanmaması da, her iki partinin birbiri üzerinde güç kuramamasından dolayıdır. Diğer yandan dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da, her parçadaki Kürt partilerinin farklı politikalar izlemesi, eşyanın doğası gereğidir. Her ülkenin sosyo-ekonomik durumu, sınıfsal yapısı, tarihsel gelişim, yönetim şekli vb. farklıdır çünkü. Bugünkü partilerin ideolojik-siyasal yanlışlarından bağımsız nesnel bir durumdur bu. Onun için “birleşik Kürdistan” sloganıyla Kürdistan’ın dört parçasında aynı anda devrim yapma hedefi, gerçekçi değildi zaten. Fakat sonuçta Kürdistan’ı oluşturan her bir parçada arka arkaya alınan yenilgiler, bir bütün olarak Kürtleri etkilemektedir. Bu yönüyle Kürtlerin elde ettiği kazanımları 2015 yılından itibaren adım adım kaybettiğini söylemek yanlış olmaz. Bunun da temel nedeni, kimi kesitlerde işbirliğine varan, emperyalistlerle uzlaşma çizgisidir.
Özyönetim girişimleri,
tartışmaları
AKP’nin “çözüm süreci”ni bitirmesini ve büyük bir katliama girişmesini, PKK’nin o sırada iki polisin evini basıp öldürmesine bağlayanlar oldu. Ya da bazı Kürt il ve ilçelerinde “özyönetim” ilan edilmesini, savunma amacıyla hendekler kazılmasını gerekçe gösterenler çıktı. “Devlet kendi sınırları içinde farklı bir egemenliğe izin veremez” diyerek, bu vahşi saldırılara “meşru zemin” oluşturmaya yeltendiler. HDP’nin 1 Kasım seçimlerindeki oylarının düşüşünü bile, Kürt halkının direnişine bağladılar. Devletin saldırılarına Kürt halkının direnişsiz boyun eğmesini istediler. Ki o liberaller “çözüm süreci”nin en hararetli savunucularıydı. Kürt halkı dostunu-düşmanını bir kez daha “kötü günü”nde görüyordu.
İddia edildiği gibi “özyönetim” ilanları neden değil, sonuçtu aslında. Çünkü bu ilanlar, “çözüm süreci”nin bitirilmesine bir tepki olarak gelişmişti. Elbette Kürt hareketinin fiilen kendi yönetimlerini kurdukları yerler vardı; fakat bunların resmen ilan edilmesi, Erdoğan’ın “Dolmabahçe Mutabakatı”nı kabul etmemesi, ardından Kandil’e operasyonların başlaması üzerine gelişti. Kaldı ki hiçbir şey, devletin vahşi saldırılarını haklı çıkaramazdı.
Buna karşın kimi devrimci-demokrat kurumlar bile, “özyönetim” ilanlarını en hafifinden “zamansız” ya da “erken” bulduklarını söyleyerek, bu koroya katıldılar. Sanki “özyönetim” ilanları olmasa, devlet saldırıya geçmeyecek, hatta “çözüm süreci” devam edecekmiş gibi bir hava yarattılar. Üstelik bu ilanların HDP’nin kazanmış olduğu belediyelerde gerçekleştiğinden hareketle, bunu “HDP’ye karşı yapılmış bir girişim” olarak gördüler. Ve PKK’nin HDP’yi zor durumda bıraktığını söylediler.
Halbuki asıl fırtına -özyönetim ilanlarından ziyade- Rojava’da kantonların birleşmesi ve Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletinin fiilen inşası üzerine kopmuştu. Atlanmaması gereken bir nokta da, Kürt illerine saldırının “IŞİD’e karşı savaş” argümanıyla başlamasıydı. 24 Temmuz 2015 tarihinde ABD’nin İncirlik Üssü’nden kalkan savaş uçakları, ilkin birkaç IŞİD kampını vurduktan sonra Kandil’e yöneldi. Ve bunu ABD’nin onayıyla gerçekleştirmişti. Böylece Kürt halkını katletmeye dönük saldırıları “IŞİD’e karşı savaş” perdesiyle kapatmış, ayrıca Suriye’ye doğrudan müdahale etmenin zeminini yaratmış oldu. Sonrasında Suriye’nin kuzeyini parça parça işgal ederek, hem Rojava’nın toprak bütünlüğünü bozdu, hem de Suriye savaşında söz hakkını ve yeniden “masaya oturma” şansını kazandı.
Dolayısıyla “çözüm süreci”nin başlaması ve bitirilmesi dahil olmak üzere son yıllarda Kürt hareketine dönük tüm kararlarda Suriye savaşı temel faktör olmuştur. Erdoğan’ın da söylediği gibi Türkiye açısından Suriye savaşı bir “dış sorun” değil, “iç mesele” olarak görülmüş ve ona uygun adımlar atılmıştır.
Özyönetim meselesi ise, gerek ilan edilişi gerekse sonrasındaki tartışmalarla üzerinde durmayı haketmektedir. Ayrıca sadece o dönemle sınırlı değildir. Bugün Rojava’daki yönetim için de aynı kavram kullanılmaktadır.
Kürt hareketi ilk olarak 2011 yılında DTK (Demokratik Toplum Kongresi) aracılığıyla özyönetimi gündeme getirmişti. O dönem adına “demokratik özerklik” diyorlardı. Ve bu kapsamda “iki dilli yaşam”la birlikte “özsavunma gücü”nün, başta belediyeler olmak üzere, bölgedeki tüm kurumlarda uygulanacağını duyurdular. Fakat devletin her kademesinden tepkiler yükselince, yaşama geçirmekten vazgeçtiler. “Çözüm süreci” başladıktan sonra ise, görüşmelerin seyrine bıraktılar.
Rojava’daki gelişmeler, bu yöndeki istekleri arttırdı, fiili girişimler başladı. Ne var ki, “özyönetim” denilen şeyin nasıl bir yönetim biçimi olduğu konusunda kafalar karışıktı; “demokratik özerklik” ile eş anlamlı kullananlar da vardı, “bağımsız devlet” şeklinde yorumlayanlar da. “Büyük bir demokrasi hamlesi” hatta “bir devrim” diyenlerden, hızını alamayıp “sosyalizmden daha ileri bir sistem” olduğunu iddia edenlere kadar geniş bir yelpaze sözkonusuydu. “Özyönetim”in sadece Kürt illeri için değil, tüm Türkiye için gerekli olduğunu savunanlar, “önce İzmir’den başlayalım” diyerek, farklı bir yönden destek verdiler. Kısacası “körün fili tarifi” gibi, her kesim, kendi siyasal duruşuna göre “özyönetim” tanımı yaptı, ona göre tavır belirledi.
KCK’nin açıklamaları da birbiriyle çelişen ifadelerle doluydu. Bir yandan yerel seçimleri kazandıkları bölgelerde “devletin kurumlarını tanımıyoruz” diyerek, “yerelde bağımsızlık” anlamına gelecek açıklamalar yapılıyorlardı. (Mesela KCK Eş Başkanı Bese Hozat, “bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup, özyönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme dönemidir” diyerek, bu durumu teyid ediyordu.) Bir yandan da düzen sınırlarını aşmayan zorunlu ve tepkisel bir tutum olduğunu söyleyenler çıkıyordu. (Mesela PKK liderlerinden Duran Kalkan, 25 Ağustos 2015 tarihli röportajında; “Kürtler çaresiz kaldığı için özyönetim ilan ettiler” diyordu. Bunu da şöyle açıklıyordu: “Madem ki Ankara’daki meclis sorunlarımızı çözmüyor, gönderdiğimiz vekilleri yok sayıyorlar, o halde bizde kendi sorunlarımızı çözecek, kendi meclislerimizi oluştururuz, özyönetimlerimizi çıkartırız.”)
PKK daha önce “demokratik özerklik” modeli ile “yerel yönetim”lerin görev ve yetkilerinin artmasını dile getirmişti ve HDP’li belediyeleri merkeze koyan bir yaklaşımları vardı. “Özyönetim” modeli ise, “mahalle meclisleri”nin ilçeyi, ilçelerin de il meclislerini belirlemesi ve bu meclislerin başkanlarını seçmesi şeklinde tarif ediliyordu. Yani aşağıdan yukarıya doğru bir hiyerarşi kuruluyordu. Bu durumda HDP’li belediyelerin durumu da doğallığında tartışmalı hale geliyordu. Zaten bazı PKK liderleri HDP’li belediyeleri daha cesur ve atak davranmadığı için eleştiriyordu.
Bilindiği gibi PKK, ‘90’lı yılların sonlarında “bağımsız birleşik Kürdistan” hedefinden vazgeçmiş; kültürel-demokratik haklar verildiği koşulda, bulundukları ülkenin sınırları içinde yaşayacaklarını duyurmuştu. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak da “ulus devletler”i gösterip, “demokratik özerklik” dedikleri yerel yönetimlerin güçlenmesini savundular. Hatta bunun “etnik” bir özerklik olmadığını, tüm ülkeyi kapsaması gerektiğini belirttiler. Buna göre Türkiye 25 coğrafi bölgeye ayrılacak ve her bölge yerele ait konularda özerk davranabilecekti
Elbette bu bir reform sorunuydu; anayasal bir değişiklik ile rahatlıkla çözülebilirdi. Ne mülkiyet ne de sınıf ilişkilerinde bir değişiklik sözkonusuydu. O yüzden emperyalist-kapitalist ülkelerde uygulanmasında bir sorun görülmemiş, aksine faydalı bile bulunmuştu. AB’nin “yerel yönetimler yasası” bu doğrultuda hazırlanmıştı, Kürt hareketi de uzunca bir süre Türkiye’nin bunu kabul etmesini talep etti. Ama Rojava’da yaşananlar durumu değiştirdi. Rojava “demokratik özerklik” teorisinin somuta geçirildiği yer olarak gösterildiyse de, aslında orada fiilen “bağımsız bir devlet” modeli işliyordu. Eğitimden sağlığa, yönetim şeklinden ekonomiye yepyeni bir rejim kurulmuş ve bunu bir anayasa ile perçinlemişlerdi. Ne var ki, Suriye’nin geleceğindeki belirsizlikler, diğer devletler tarafından tanınmama korkusu, bağımsız bir devlet ilanını engelliyordu.
Rojava”daki gelişmeler üzerine DTK’nın 2014 yılında gerçekleştirdiği “çalıştay”da demokratik özerkliğin kapsamı iyice genişletildi. “Komünal ekonomiler” inşa etmekten “mali özerklik”e kadar, esasında bir rejim değişikliğini gerektirecek talepler sıralanmaya başlandı. “Demokratik özerklik”le birlikte “özyönetim” kavramı da o dönem kullanıma sokuldu. Ve PKK, hakimiyet kurduğu bölgelerde Rojava’dakine benzer yönetimler kurmaya girişti. Ama Türkiye’de Suriye’deki gibi bir iç savaş ve onun yarattığı yönetim boşluğu sözkonusu değildi. Nitekim “özyönetim” ilanları Türk egemenlerinin tepkisiyle karşılandı ve hayata geçirilemedi.
“Özyönetim” gerçekte sosyalizme karşı geliştirilmiş bir “üçüncü seçenek” girişimidir. Onun da somut olarak hayata geçirildiği yer Yugoslavya’dır. İkinci emperyalist savaş döneminde Nazi işgaline karşı direnişi örgütleyen Yugoslavya Komünist Partisi, iktidarı ele geçirdikten sonra, sosyalist Sovyetler Birliği’yle olan çelişkilerinden dolayı “özyönetim” modelinde karar kıldı. Bu yönde emperyalist ülkelerin baskısı da etkili olmuştu. Tito başkanlığındaki Yugoslavya “bağlantısız devletler” adı altında dünya ölçeğinde sosyalizme karşı bir kamp oluşturdu. Elbette bu durum asıl olarak emperyalist kampa yaradı. Çünkü “özyönetim” modeli, sınıfsal değil etnik hakları temel alıyordu. Ve bu yüzden Yugoslavya’da milliyetçilik sürekli canlı kaldı. Demokratik devrimden sosyalizme geçemeyen, “özyönetim” ara modeliyle kapitalizmi yeniden üreten Yugoslavya, “Doğu Bloku” ülkeleri içinde ilk parçalanan ve yıllarca etnik çatışmalara sahne olan bir ülke oldu. Sonrasında Yugoslavya diye bir devlet de kalmadı, onun yerine beş ayrı devlet kuruldu.
Kısacası “özyönetim” 1950’li yıllarda revizyonist partilerin benimsediği ve Yugoslavya’da denenmiş, sonuçları görülmüş bir modeldir. Şimdilerde bu görüşler, “yeni” ve “sosyalizme alternatif”miş gibi sunulmaktadır! Hatta PKK’nin “icadı”ymış ve ilk kez Kürdistan’da uygulanıyormuş gibi davranılmaktadır. Türkiye devrimci hareketine de bu görüşleri desteklemesi telkin edilmektedir.
Elbette Kürt halkı kendi kaderini kendisi belirleyecektir. “Özerklik” ya da “özyönetim” modelini seçebilir. Ancak komünist ve devrimciler, bu modellerin uygulandığı yerlerdeki olumsuz sonuçları ortaya sermek ve kitleleri bu noktalardan uyarmakla yükümlüdür.
Ne yazık ki, bizde tam tersi yaklaşımlar baskın oldu. Örneğin ESP “Çözüm için acil talepler” başlıklı metinde, “Kürt halkı bugün için idari ve yönetsel biçim olarak Demokratik Özerklik’i benimsemektedir. Demokratik özerklik sistemi uygulanmalıdır” diyordu. (Atılım 8 Ağustos 2009) Birincisi “demokratik özerkliği” Kürt halkı değil, Öcalan ve Kürt hareketi savunuyordu. Kürt halkının bu sistemi benimsediğine dair herhangi bir veri sözkonusu değildi. İkincisi, Kürt halkı benimsemiş dahi olsa, sistem yanlışsa, yanlışlarını göstermek boynumuzun borcuydu. “Öcalan ve Kürt hareketi -hatta Kürt halkı- ne eylerse güzel eyler, bize de onların benimsediklerini savunmak düşer” demek, kuyrukçuluğun teorisini yapmaktır. Bırakalım devrimci, komünist olmayı, kendisine saygısı olan hiçbir siyasal yapının bunu savunmaması gerekir.
Kaldı ki, “özyönetim” Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi, devrim yapmış olan bir ülkede gerçekleşmişti. Aynı şekilde Rojava’da tamamlanmamış da olsa bir devrim sözkonusuydu. PKK ise Türkiye gibi faşist diktatörlükle yönetilen bir ülkede bunu hayata geçirmeye çalışıyordu. Başarısız olmasının en önemli nedeni budur. Çünkü “özyönetim” faşizm koşullarında gerçekleşemez; sosyalizmde veya sosyalizmi hedefleyen bir demokratik devrimde ise, yanlış bir modeldir.
Fakat “özyönetim” modelini yanlış bulmak ve uyarılarda bulunmak başkadır; PKK’nin “özyönetim” ilanına savaş açmak, devletin katliamlarını “özyönetim” ilanlarına bağlamak bambaşka… Bizi burjuva liberallerden reformistlere kadar tüm anti-ML akımlardan ayıran da budur.
Dipnotlar
1- Öcalan’ın bu konudaki sözleri hatırlansın “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.” -İmralı Tutanakları, 3 Mart 2013 Milliyet gazetesi- Bazı HDP’li yöneticiler de aynı paralellikte açıklamalar yapmıştı.
2- Esasında üç bakanlık önerilmişti; Levent Tüzel kabul etmeyince iki bakanlık kalmıştı. Bakanlıkların ve bakanların ismini de AKP belirlemişti. Örneğin “Avrupa Birliği Bakanlığı” gibi bir bakanlık uydurulmuş ve buraya HDP milletvekili Ali Haydar Konca getirilmişti. Ama Konca’nın “yurtdışına çıkış yasağı” vardı! Yani Avrupa’ya çıkamayan bir “AB Bakanımız” olmuştu! Başta Kürt halkı olmak üzere geniş bir kesimden tepkiler yükselince bir ay içinde istifa etmek zorunda kaldılar. HDP’li Bakan Konca, sokağa çıkma yasağının ilk uygulandığı Muş’un Varto ilçesindendi; hemşerilerinin kendisini arayıp lanetlediğini, sokağa çıkamaz hale geldiğini söylüyordu. Diğer yandan HDP, bakanlık önerisini reddeden Levent Tüzel’i yeniden aday göstermeyerek cezalandırdı. HDP bileşenlerinin bağımsız karar alma hakkının lafta kaldığı, o çatıya giren herkesin HDP yönetiminin kararlarına uymak zorunda olduğu bir kez daha görüldü.
3- Saldırılar başlamadan bir yıl kadar önce MGK toplantısında planlanmış ve adına “çökertme operasyonu” denmişti. Plana göre, 10-15 bin civarında ölü, bir o kadar yaralı olacağı, 200 bin insanın göçeceği belirlenmişti. Gerçekleşen de aşağı-yukarı böyle oldu.
4- Kürt halkının katledilmesine karşı legal yayınlarımızda çıkan yazılardan dolayı bize de davalar açıldı, cezalar verildi. Dergi bürosu ve çalışanların evleri basıldı. Sadece yayın organımıza değil yoldaşlarımıza da cezalar yağdırdılar, tutukladılar.
5- Bütün bu vahşet yaşanırken, demokrasi ve insan hakları şampiyonu AB ve ABD’den Türkiye’ye hiç bir kınama, yaptırım gelmemiştir. Avukatların AHİM’e başvuruları “yeterince delil olmadığı” gerekçesiyle reddedildi. Cenazeler orta yerde dururken, bir binada 30 kişi günlerce ambulans beklerken “delil” istediler! ABD’nin Türkiye başkonsolosluğu ise, “ABD terörizmi lanetlemekte ve Türkiye’nin kendisini savunma hakkını desteklemektedir” şeklinde açıklama yaptı. Kısacası emperyalistler ve işbirlikçileri hep birlikte gerçekleştirdiler bu katliamları.
6- İspanya’da tarihi bir şehir olan Toledo, iç savaş döneminde faşist Franco birlikleri tarafından yerle bir edilmiş, sonrasında turistik bir yere çevrilmişti.